‘’..DÜNYANIN EN İYİ MÜZELERİNDE SERGİLER YAPAN BİR KÜRATÖR OLMAK DEĞİL
AMACIM. YALNIZCA İNSANLARIN YÜREKLERİNE DOKUNAN, BELKİ VARLIKLARINI BİLE
BİLMEDİKLERİ BİR PARÇALARINDA DAHA ÖNCE DENEYİMLEDİKLERİ DUYGULAR
HİSSETTİRMEK İSTİYORUM. BELKİ BENİM TUTKUMUN YANSIMASINDAN BİR PARÇA...’’
Küratörlük, tarihi 18. Yüzyıla, Roma Uygarlığına dek giden, Latince
kökeni ‘dikkat çekici kılmak’ olan bir sanat ve kültür alanı, mesleği.
İlk çıkışı müzelerle başlasa da günümüzde özellikle resim galerilerine,
sergilerine dek yaygınlık kazanmış. Bireysel olabileceği gibi, bir takım
çalışması niteliğinde de olabiliyor. En çok söylenen deyimiyle, bir
ressamın ana malzemesi nasıl boyalarsa, bir küratörün de işte o resimler
ya da plastik sanat objeleri. Ve bu objeleri anlamlı bir bütün içinde,
çarpıcı görüntülerle o yapıtların etki düzeyini çoğaltarak izleyenlere
ulaşmasını sağlamak.
Küratörlük Türkiye’de belki çoğu kişinin hala bilmediği bir sözcük. Ama
hızla yaygınlık ve önem derecesi artıyor. Artık sergiler küratörlerle
etkili bir sanat etkinliğine ulaşabiliyor.
Bu, yeni diyebileceğimiz sanat dalında, yine yeni diyebileceğimiz genç
bir ismi tanıtacağız Süje’nin bu sayısında. Genç ama şimdiden birçok
önemli sanat projesine imzasını atmış bir isim; Öykü Demirci.
En iyisi onun sanat serüvenini kendi ağzından dinlemek.
Semih Özcan
: Yeditepe Üniversitesi sanat yönetimi mezunusun. Bunu biraz
açabilir misin? Nedir sanat yönetimi?
Öykü Demirci
: Sanat Yönetimi, en temel anlamıyla sergi, bienal, festival
ve fuar gibi sanat etkinliklerinin fikir aşamasından uygulama aşamasına
kadar tüm organizasyonel ve teorik aşamalarına odaklanarak
disiplinlerarası eğitim veren bir bölüm. Eğitimim süresince sanatın
Türkiye ve dünyadaki tarihsel gelişimi, sanat ve kültür kuramları, kültür
endüstrisi ve kültür politikaları gibi teorik bilgilerin yanı sıra
galeri, müze ve sanat kurumları işletmeciliği gibi yönetimsel dersler ve
sponsorluk ve fon bulma, insan kaynakları yönetimi, uluslararası iş
iletimi gibi sanat yöneticisinin profesyonel yaşamında kullanacağı
dersler aldım. Benim bölümüm ağırlıklı olarak görsel sanatlar yönetimine
odaklanmasına karşın sahne sanatları ve müzik endüstrisiyle ilişkili
dersler alma fırsatı da yakaladım. Sanat yönetimi okuduğumu söylediğimde
insanlarda genel olarak sanat üretiminin kendisini yönetmekle ilgili
olduğuna dair yanlış bir algı oluşuyordu. Sanatçı da olan kimi sanat
yöneticileri olmasına karşın sanat yöneticisinin görevi sanatçıyı ya da
sanat üretimini yönetmeye çalışmak değildir. Aksine, bu üretimin
sergileneceği alanları çoğaltmak, kurumsal bir yapı içerisinde yönetmek,
sanatçının üreteceği koşulların oluşumuna katkı sunacak ortam ve
politikalar üzerine çalışmaktır.
Şu an yüksek lisansını da sinema-televizyon bölümünde video sanatı
üzerine yapan Öykü’nün sanata yakınlığı çocukluk ve gençliğinde opera ve
baleye ilgi duymasıyla başlamış. ‘’Opera ve bale heyecandan yerimde
duramamama sebep veren kostümleri, binasının balkonları, orkestra çukuru
ve dekorlarıyla peri masallarının dünyada vücut bulmuş halleriydi. Sahne
sanatlarının o büyülü dünyasına hep yakın olmak istedim..’’
Semih Özcan
: Çocukluğundan beri opera ve baleye ilgi duyduğunu
söylüyorsun. Ama bu ilgi bana ilginç geldi. İlgi duyduğun opera ve bale
gösterilerinden çok; gösterilerin yapıldığı mekanlar, mekanların mimari
yapısı hatta orkestranın yer aldığı çukur alan. Bir yerde küratörlük
yıllar önce bilinç altında yer etmiş gibi. Bir de başaramadığını söylesen
de sekiz yıllık bir bale deneyiminden söz ediyorsun. Burada aklıma
takıldı. Koreografiye de ilgi duymuş muydun? Küratörlüğün koreografiye
yakın olduğunu düşünüyor musun? Dekaratörler, ‘’biz mekanı büyük ve ferah
gösteririz’’ derler. Küratörler sanat eserlerini, ortamını nasıl
gösterir? Sen nasıl gösterirsin örneğin?
Öykü Demirci
: Hiç bu açıdan bakmamıştım ama kesinlikle doğru bir tespit
olduğunu söyleyebilirim. Koreografiye gelince bence bina ne kadar güzel,
dekorlar ne kadar etkileyici olursa olsun bir yapıtın koreografisi güçlü
değilse diğer öğeler sadece kısa bir süreliğine göz boyayabilir. Fakat
temsilin sonunda izleyici beklediği tatmini almış olarak çıkamaz. Bu
açıdan bakıldığında bence koreografi küratörlükten ziyade sergilenen
yapıtlarla daha çok benziyor. Yapıtlarda da koreografide olduğu gibi
kendi içindeki elemanlar arasında bir denge, çeşitli kurallar ve tabii ki
bir kaygı ve/veya anlatı içeriyorlar ve uzun bir çalışma, araştırma, ve
bilgi birikimin sonucunda ortaya çıkıyorlar. Dolayısıyla serginin
kavramsal metni, sergi tasarımı, sanatçı listesi ne kadar iyi olursa
olsun sergilenen yapıtların kendileri güçlü değilse serginin bütünü
seyirci için bir anlam ifade etmeyecek herhangi bir duygu
uyandırmayacaktır. Her küratörün farklı sergileme stratejileri oluyor.
Benim için en önemli olan belirli bir kavram çerçevesinde bir araya gelen
yapıtların, kendi anlatılarının gücünü kaybettirmeden, teknik, renk,
form, tema yada konuyu ele alış biçimi gibi unsurlar vasıtasıyla
birbirine bağlayarak aralarında izleyicinin takip edebileceği bir diyalog
yaratmak diyebilirim. Bunu yaparken serginin kavramsal çerçevesini ve
anlatım dilini güçlendireceğine inandığım, izleyicinin mekanla ilgili
deneyimi ve bakış açısını değiştiren ve nihayetinde bir duygu uyandıran
sergi tasarımları yapmayı önemsiyorum. “Biz eserleri ve sergi mekanlarını
izleyicinin zihninde veya kimi zaman kalbinde beklenmedik sorular ve
duygular uyandıracak şekilde tasarlıyoruz.” diyebilirim.
Semih Özcan
: Küratörlüğün, sergilenen eserlere ayrı bir form kattığını,
onları yeni bir boyuta taşıdığını söyleyebilir miyiz? Yani küratörlük
sergilenen eserlerin yaratım sürecine dahil mi?
Öykü Demirci
: Sanıyorum bu sorunun cevabını yukarıda vermiş oldum.
Küratörlüğün yaratıcı sürece dahilliği konusunda çeşitli tartışmalar hala
devam ediyor. Kimileri, özellikle küratörlüğün ortaya çıktığı ilk
yıllarda küratörü eserin yaratımına müdahil olan ve onu kendi doğruları
doğrultusunda etkileyen tehlikeli bir erk sahibi olarak gördüler. Özgün
ve özgür üretimin karşısında konumlandırdılar. Hatta canavar olarak
tanımladılar. Belki de ilk yıllarda gerçekten bu şekilde davranan
küratörler de vardı. Ama bugün artık bu algının yavaş yavaş değiştiğini
görüyoruz. Bu nedenle küratörün doğrudan üretim sürecine dahil olduğunu
söylemenin ilk zamanlardaki algıya daha yakın bir söylem olduğunu
düşünüyorum. Bence bizim odağımız tek tek eserlerden ziyade bütüne
yönelik. Eğer yaptığımız sergilerin eserlere ayrı bir form kattığı ve
onları yeni bir boyuta taşıdığı düşünülüyorsa o serginin bir araya
getirilişinin ve eserler arasındaki diyaloğun doğru bir şekilde
kurulduğunu gösterir. Öte yandan bir mekanda, bir sergi tasarımıyla bir
araya gelen işler sergi bitiminde atölyelere veya koleksiyoner evlerine
döndükten sonra bizim eser üzerindeki etkimiz de son bulmuş oluyor.
Öykü Avrupa’da çok sayıda ülkeyi ve buralardaki sanat yapılarını da
gezmiş bir kişi. Belki sırf bu yönü başlıbaşına bir yazı hatta dizi
yapılabilir. Bu konuya girmeden olmazdı.
Semih Özcan
: Şimdiye dek gerek eğitim gerekse gezi amaçlı hangi ülkelere
gittin? Özellikle de resim sanatının kalbi niteliğindeki Floransa ve Siena izlenimlerini açar mısın? Örneğin buralarda seni etkileyen neler
oldu? Sadece sanat merkezleri ya da müzeler anlamında da değil, halkın
yapısını da gözlemlemişsindir. Örneğin Roma’da operaya neredeyse bir
ritüel düzeyinde büyük ilgi olduğunu duymuştum. Bunlar senin de dikkatini
çekti mi?
Öykü Demirci
: İspanya, Yunanistan, İtalya, Fransa, Çek Cumhuriyeti ve
Romanya’ya gittim. İtalya’da sadece Floransa ve Siena’da değil hangi
şehre gidersem gideyim en çok dikkatimi çeken şey şehrin çağdaş yaşamının
tarih ve sanatla kaynaşmış olduğuydu. İnsanlar bebeklikten beri günlük
yaşam faaliyetlerini sürdürürlerken çok doğal bir biçimde bu tarihin ve
sanat eserlerinin içinde dolanıyorlar kimi zaman etkileşime geçiyor kimi
zaman ise varlığını bile fark etmiyorlar fakat sürekli maruz kalıyorlar.
Bence işte tam bu maruziyet onlara bir “gusto” veriyor yani çabalamadan
doğal akış içerisinde kendiliğinde sahip olunan bir zevk. Bu zevk
sosyalleşme yöntemlerinden yemek kültürlerine kadar hayatlarının her
alanlarına siniyor. Örneğin yemekler her zaman bir ritüele dönüyor. Acele
etmiyorlar, sofra düzeninden, servis edilecek yemeklerin birbirleri ile
olan uyumuna, yemeğin sunumuna kadar tüm unsurlarını incelikle
düşünüyorlar. Hayattan zevk almayı gerçekten önemsiyorlar ve hayatlarını
bu düşüncenin eksenin konumlandırıyorlar. Dolayısıyla çok küçük yaştan
itibaren estetik, güzel, çirkin, ahenk gibi kavramlar üzerine düşünüyor
ve fikir sahibi oluyorlar. Bize her zaman estetik algının
geliştirilebilir, öğrenilebilir olduğunu öğrettiler. Fakat çabasızca buna
sahip olmanın tek yolunun böyle bir çevre ve kültürle büyümek olduğunu
deneyimledim.
Üniversitede Erasmus yapmak için İtalya’ya gitmem hayatımdaki bir başka
dönüm noktası oldu. Daha önce de yurt dışında bulunmuştum ama daha önceki
gidişlerim ya bir projenin parçası olmayı ya da tatil yapmayı kapsıyordu.
İlk durağım, bir parça dil öğrenmek için gittiğim Siena oldu. Üzüm
bağlarının ortasında 17. Yüzyıldan kalma bir bina olan öğrenci yurdundan
kızıl kahve boyalı yeşil panjurlu ortaçağ binalarının arasından
üniversiteye gidişlerimin hayatımda bir şeyleri değiştirdiğini o zaman
bile biliyordum. Siena’da olmanın bir başka yanı daha vardı. Üniversiteye
girdiğimden beri belki de her gece gitme planları yaptığım Floransa’nın
hemen yanındaydım. Floransa’yı ilk defa Siena’ya geldiğim gece gördüm.
Yağmur yağıyordu ve hava karanlıktı. İki katlı bir otobüsün üst katının
ön camından sokak lambalarının belli belirsiz aydınlattığı şehri seçmeye
çalışıyordum. O zaman Floransayı görme fırsatım olmamıştı ama ileriki
yıllarda ne zaman yağmurlu bir gece vakti arabayla bilmediğim bir yerden
geçsem hep o geceki bilinmeyenin endişesi ve heyecanını hatırlarım.
Siena’da birkaç haftanın ardından Floransa’ya doğru yola koyuldum.
Toscana’nın sokaklarının estetiğine beklenmedik derecede hızlı
alışmıştım. Ama hiçbir şey beni, orada hiçbir zaman fiziken bulunmama
karşın tüm koridorlarını ve içindeki eserleri bildiğim Ufizzi Müzesi’nin
içinde olmaktan daha çok etkileyemez diye düşünüyordum.
Taki Galleriadell’Accademia (Güzel Sanatlar Akademisi Galerisi)’nin
kubbeli salonunda Davut’u görene kadar. Davut gençti, Golyat’ı öldürmeye
ne kadar kararlı olduğu gözlerinden okunuyordu, bir an için sapanını
çekmek üzere hazır duran gergin kolunun hareket ettiğini gördüğümü
sandım. Yapılmasından 500 yıl sonra savaşlar, devrimler ve katliamların,
insanlığın uzaya çıkmasının, sanatın boyayı ve tuvali bırakmasının
ardından karşımda duruyordu. Üniversitede katarsis’i anlatırken ağlayan
hocamın çok da abartmadığını o an anladım. Bu seyahatimin ardından, yeşil
pasaportumun ve bütçemin bana izin verdiği sürece hostellerde, gece
trenlerinde ya da tanımadığım insanların kanepelerinde (couchsurfing)
geceleyip yemekleri çoğu zaman bir sandviç ve bir bardak şarapla
geçiştirip başta İtalya’nın şehirleri olmak üzere pek çok Avrupa şehrinde
müzelerde, kiliselerde, galerilerde ve bienallarde yıllarca hakkında
okuduğum ve bende artık tutkuya dönüşen sanatın izini sürdüm. Şimdi
bakınca keşke daha çok gezebilseymişim diyorum. Sait Faik Abasıyanık’ın
da dediği gibi seyahatler çekiyor içim…
Semih Özcan
: Biz yine geziyi sürdürelim. Venedik'e gittiğini biliyorum.
Bunun dışında Pantheon, Collesium ve Louvre’u görme olanağın da oldu mu?
Gördüysen buralardaki izlenimlerin, seni etkileyen görüntüler neler?
Öykü Demirci
: Üçünü de görme fırsatım oldu. Aslında üçünün de benim için
ayrı hikayeleri ve etkileri oldu. Paris’te bulunduğum sırada Erasmus’un
son ayına girmek üzereydim ve dolayısıyla hibeden aldığım para da suyunu
çekmişti. Rynair isimli üçüncü sınıf bir havayolu şirketinde 10 euroya
Paris uçak bileti bulunca izledikten sonra saçlarımı kısacık kestirdiğim
Amelie filminin geçtiği rüyalarımı süsleyen şehre gitme fırsatını
kaçırmak istemedim. Kalacak yeri insanların farklı kültürlerden
insanlarla tanışmalarını sağlamak amacıyla kurulan coachsurfing sitesi
ile ayarladım ve Fransız bir yemek yazarının evine konuk oldum. Paris
gezim boyunca gün içerisinde gitmek istediğim her yere yürüdüğüm, soğukta
ısınmak için ara ara mağazaları girdiğim ve bütün günü bir sandviçle
geçirdiğim bir deneyim yaşadım. Şimdi bakarken keyifle anıyorum ama
yaşarken çok yorulduğum ve tükendiğimi hatırlıyorum. İşte Louvre ‘a da
böyle bir fiziksel ve bedensel hal içindeyken gittim. Eğer müzenin girişi
güzel sanatlar öğrencileri için ücretsiz olmasaydı muhtemelen içeri
giremezdim. Bu nedenle Louvre’u gezmek benim için bir nevi ödev gibi
oldu. Hiçbir şeyi atlamamak, gördüğüm her şeyi unutmamak üzere hatırlamak
için verdiğim çaba benim için çok yorucu oldu. Paris’e giden turistlerin
Paris’i hayal ettikleri kadar güzel bulmadıklarında yaşadıkları hayal
kırıklığını tanımlamak için kullanılan Paris Sendromu diye bir terim var.
Bence bu his Paris’in yeterince güzel ve etkileyici olmamasından değil
sana sunduğu atmosfer, yapılar ve sanat eserlerinin hepsinden keyif almak
için verdiğin çaba nedeniyle an’ı kaçırmandan kaynaklanıyor. Bu nedenle
kendime bir sözüm var bir sonraki Paris seyahatimi cebimde biraz daha
para varken ve hava sıcakken gerçekleştireceğim. Tam da bu nedenle
Pantheon ve Colezyum’u gördüğüm gezi Paris’in tam tersiydi benim için.
Roma’ya ilk kez L’Aquila (Erasmus yaptığım şehir) ‘ya yerleşmemden iki
hafta sonra Erasmus gezisiyle gittim. Eramus grubu öğrencilere sürpriz
olarak yerel bir tur rehberiyle Roma gezi organize etmişlerdi. Roma’ya
vardığımız ilk günün akşamında aslında sanat tarihçisi olduğunu
öğrendiğim tur rehberimiz eşliğinde şehri dolaştık. Pantheon ve
Colezyum’u ilk görüşümde bu beklenmedik gezide rehberimizin eşsiz
anlatımıyla birleşti. Bu iki yapıyı efsaneler, dedikodular ve tarihin
birleşimi bir anlatımla dinlemek çok keyifli bir deneyimdi. Pantheon’un
bulunduğu meydana vardığımız an hafifçe çiselemeye başlayan yağmur,
arkada canlı olarak Pink Floyd söyleyen müzisyenin müziğinin meydanda şen
şakrak sohbet ederek yemek yiyen İtalyanlar ve turistlerin seslerine
karışması büyüleyici bir film sahnesi gibiydi benim için. Pantheon’un
tavanındaki delikten sızan gün batımının ışığı yapıyı ve delikten içeri
giren ışığı aydınlatıyordu. Kendimi hayatın anlamını bulmaya çok yakın
hissettiğim anlardan biriydi benim için.
Öykü’nün sanat ve bunu sürdürdüğü meslek yaşamı halka sanat’la başlar.
halka sanat projesi. Bu yapı içinde gerçekleştirdikleri sergilerin
adlarına bile bakmak, yaptıkları işin sergi düzenlemenin de ötesinde son
derece kapsamlı, başlıbaşına birer sanat projesi olduğunu gösteriyor.
Semih Özcan
: Halka Sanat’ta bir proje ilgimi çekti; Kayıtsızlık Şenliği.
Bir diğer adıyla ‘’Bir Otorite Başkaldırısı Olarak Kayıtsızlık’’. Halka
olarak küratörlüğünü yaptığınız tüm projeler kendinize mi aitti, tüm
tasarım, kurgu ve katılımcıların listesiyle? Bu projelere alınacak eser
ve sanatçıları da kendiniz mi seçiyordunuz ya da dışınızda düşünülen,
tasarlanan bir serginin küratörlüğünü de yapıyor muydunuz? Örneğin Sunay
Akın’ın ‘Sanat Oyuncakları’ sergisi kimin projesiydi? Yakın zamanda
açtığınız ‘Yüzleşme’ sergisi kimin projesi örneğin?
Öykü Demirci
: Halka sanat projesi (bütün baş harfler küçük) bir grup
akademisyen, küratör ve sanatçının katkılarıyla kurulan bir inisiyatif.
Kendi çekirdek ekibinin düzenlediği sergilerin yanı sıra bünyesinde
barındırdığı sanatçı rezidansına gelen konuklar da dahil etmek üzere bir
sergi veya projeyle gelen herkese kapısını açtığı bir yapısı vardı.
Dolayısıyla halka sanat galerisi bünyesinde düzenlenen bütün sergilerin
küratörlüğünü bizler yapmadık ama inisiyatif olarak kolektif bir yapıda
çalıştığımızdan ötürü her zaman bir fikir
alışverişi içerisindeydik.
Kayıtsızlık Şenliği, Bahar ve benim küratörlüğünü üstlendiğimiz ilk
sergiydi. İkimiz de Yeditepe’de sanat yönetimi okuduktan sonra halka’da
çalışmaya başladık. Bu anlamda aslında halka’nın içinde halihazır olan
küratörlerden sonra halka’da yetişip tekrar halka’da küratörlük yapan ilk
ekiptik. Bahar’la Kayıtsızlık Şenliği, Mekan Ruhuna Yolculuk ve Rüzgarda
Akan Atlar ya da Yuvadan Uçmak isimli üç serginin küratörlüğünü
üstlendik. Bu üç serginin de kavramsal çerçevesi halka’nın kurucusu İpek,
Bahar ve benim fikir alışverişlerimiz, okuduğumuz veya gördüklerimizden
esinlendiklerimiz sonucunda ortaya çıktı. Kavramsal metinleri
oluşturduktan sonra üretimleri serginin kavramsal çerçevesinin sorduğu
sorulara, tartıştığı konulara yanıt verdiğini düşündüğümüz sanatçıları
sergiye davet ettik. Sergilerde yer alan işlerin bir kısmı kavramsal
çerçeveyi okuduktan sonra davet ettiğimiz sanatçıların bu sergi için
yaptıkları ya da önerdikleri işlerken bazıları da bizlerin önceden
bildiği ve sergide olmasının bizim için elzem olduğu işlerden oluşuyor.
Ben, halihazırda var olan bir kavram ve sanatçı listesiyle gelen bir
projenin dışarıdan bir küratöre ihtiyaç duymayacağını düşünüyorum. Çünkü
sergiler bir fikir, bir kavram ya da bir duyguyla başlar. En başından en
sonuna attığımız her adım ve aldığımız her karar başlangıçtaki bu fikir,
duygu ya da kavramı en iyi ifade edecek olanı bularak ilerlemekle
ilgilidir. Dolayısıyla başkasının fikri üzerinden çalışarak ne onun
anlatmak istediğini tamamen yakalamak mümkün olur ne de eserlerin nasıl
asılacağı gibi işin daha teknik bir tarafı dışında katkı sunmak. Tam da
bu noktada sorduğunuz Sanatın Oyuncakları ve Yüzleşme sergileri çok güzel
örnekler. Sanatın Oyuncakları sergisi aslında ilk kez 2019 yılında Ankara Erimtan Arkeoloji ve Sanat Müzesi’nde gösterildi. Sergi teklifi
asistanlığını yaptığım küratör MarcusGraf’a Ankara Erimtan Müzesi ve
İstanbul Oyuncak Müzesi tarafından geldi. Sergi’nin gerçekleştiği Erimtan
Müzesi’nin aynı zamanda arkeoloji müzesi olması nedeniyle serginin
kavramsal çerçevesini çocukluğa arkeolojik bir kazı fikri doğrultusunda
şekillendirdik. Ardından Sunay Akın’ın binlerce oyuncaktan oluşan sanat
oyuncakları koleksiyonundan belirlediğimiz bazı başlıklar altında bir
seçki oluşturduk. Sergi tasarımını da izleyiciye bir arkeolojik kazı
alanında dolaşma hissini verecek bir şekilde oluşturduk. Serginin ana
başlığı olan Artifex Ludens Latincede oynayan sanatçı anlamına geliyor.
Erimtan Müzesinde sergiye olan ilginin ardından İzmir Büyükşehir
Belediyesi’nden gelen teklif sonucunda sergileme tasarımını İzmir’deki
Atlas Pavyon’un mimari yapısına uyarladık, seçkide bazı değişikler yaptık
ve Sanatın Oyuncakları’nı İzmir’de tekrar sergiledik.
Yüzleşme sergisi ise üniversitemiz Güzel Sanatlar Fakültesi dekanlığından
gelen bir projeydi. Yaklaşık beş yıl önce dekanımız Prof. Gülveli Kaya
güzel sanatlar fakültesinin mezun ve öğrencilerinin üretimlerinin
sergilendiği bir sergiye ev sahipliği yapması için Pera Müzesi ile
iletişime geçti. Zaten Pera Müzesi yaz dönemlerinde Türkiye çapındaki
güzel sanatlar fakültelerinin öğrenci ve mezunlar sergilerine ev
sahipliği yapıyordu. Pera Müzesi’nin teklifi kabul etmesinin ardından
2020 yılı yaz ayında bir sergi yapmak üzere çalışmalara başlandı.
Yüzleşme adı da yine dekanımız tarafından önerildi. Her bölüm kendi
öğrencilerinden bir seçkiyi Marcushoca’ya iletti ve ardından gelen bu
öneriler içinden doğa, şehir, insan, toplum gibi ana başlıkları ifade
eden eserlerin seçkisini yaptık. Sergide yer alan eserlerin fakültedeki
bölümler yerine bu başlıklar altında multidisipliner bir düzenle
sergilenmesi ve belirlenen temalar üzerinden birbirleriyle konuşmalarını
amaçladık. Sanat üretiminin başındaki genç sanatçılarla üretim olarak
olgun mezun sanatçıların işlerini bir arada göstererek fakülte olarak hem
eğitimimizle hem de sanat üretimindeki yerimizle yüzleşmemize olanak
sağlayan bir kurgu hazırladık.
Yaşadığımız pandemi süreci halka sanat’ı da mekansızlığa iter.
Çalışmaları bir mekan çatısı altında biraraya gelmenin dışında sürdürmek
zorunda kalırlar. Bu süreçte de iletişimlerini sanal alanda konuşarak,
düşünceler üreterek hatta fuarlara katılarak varlıklarını sürdürmeye
çalışırlar. Bu dönem Öykü için de yeni bir iş evrenin başlangıcı olur.
Bir yandan internet üzerinden yaptığı tv yayınlarıyla sanat röportajları
yapmaya sürdürür bir yandan da küratör Marcus Graf’ın asistanı olur. Yani
bugüne ve geleceğe yönelik çalışma ve projeler sürer.
Semih Özcan
: Az önce Yüzleşme sergisinden söz ettik. Önümüzdeki günlerde
başka projeler de olacak mı? Önümüzdeki süreçte kafanda neler var?
Öykü Demirci
: Yüzleşme sergisinde olduğu gibi Marcus Graf’ın küratörlüğünü
benim de asistan küratörlüğünü üstleneceğim üç büyük sergi projemiz var.
Bunlardan biri Ankara’da beni çok etkileyen bir mekanda olacak. Bu mekan
yıllarca Ankara’da yaşamasına karşın pek çok insanın varlığından haberdar
olmadığını düşündüğüm 1940’ların sonunda yapılmış bir yapı. Şimdi bir
sanat mekanına dönüştürüldü. Geleneksel sergi mekanlarının iyi
aydınlatılmış, steril atmosferinden çok uzak olan bu mekanda tam da
mekanın yapısal unsurları ve yapım amacıyla paralellik gösteren bir sergi
üzerine çalışıyoruz. Henüz duyurmadığımız için daha fazla detay vermem
doğru olmaz sanırım. Sadece hem estetik hem de kavramsal olarak beni çok
heyecanlandıran bir proje olduğunu söyleyebilirim. Bir diğer projemiz ise
Türkiye’nin çok önemli koleksiyonerlerinden birinin 50 yıllık
koleksiyonerlik yolculuğunu sergileyeceğimiz bir koleksiyon sergisi. Tek
motivasyonu tutku olan ve farklı medyumlar, teknikler, temalar ve
dönemlerden oluşan yaklaşık 2500 eseri içeren koleksiyondaki tüm eserleri
koleksiyonerin yolculuğunu, Türkiye’nin tarihi, sosyo politik olayları ve
sanatsal sürecini bir arada ele alarak kurgulanan bir şekilde
sergileyeceğimiz bir sergi yaratmak üzerine çalışıyoruz.
Peki yaptığı iş yaşamına neler katıyor Öykü’nün? Ne tür bir haz, mutluluk
duyuyor ya da duyuyor mu? Neyi amaçlıyor?
‘’Bu hiç durmadan öğrendiğim, daha doğrusu öğrenmek zorunda kaldığım bir
yolculuk benim için. Geçtiğimiz Eylül ayında bir müze sergisi kurulumunun
hemen ardından İzmir’e gidip orada belediyeyle iş birliğinde başka bir
sergiyi kurduğumuz, hiç durmadan, birbirinden farklı yapıda dört kurumla
çalıştığımız iki haftalık sürecin ardından gelen mutluluk işte o bu
dünyada kendime sorduğum tüm soruların cevabıymış gibi geliyor. Hayatın
beni nereye nasıl bir yoldan götüreceğini bilmiyorum, dünyanın en iyi
müzelerinde sergiler yapan bir küratör olmak da değil amacım. Yalnızca
insanların yüreklerine dokunan, belki varlıklarını bile bilmedikleri bir
parçalarında daha önce deneyimlemedikleri duygular hissettirmek
istiyorum. Belki benim tutkumun yansımasından bir parça…’’