RÖPORTAJ

Semih Özcan  



 





ÖYKÜ DEMİRCİ:

‘’..DÜNYANIN EN İYİ MÜZELERİNDE SERGİLER YAPAN BİR KÜRATÖR OLMAK DEĞİL AMACIM. YALNIZCA İNSANLARIN YÜREKLERİNE DOKUNAN, BELKİ VARLIKLARINI BİLE BİLMEDİKLERİ BİR PARÇALARINDA DAHA ÖNCE DENEYİMLEDİKLERİ DUYGULAR HİSSETTİRMEK İSTİYORUM. BELKİ BENİM TUTKUMUN YANSIMASINDAN BİR PARÇA...’’

Küratörlük, tarihi 18. Yüzyıla, Roma Uygarlığına dek giden, Latince kökeni ‘dikkat çekici kılmak’ olan bir sanat ve kültür alanı, mesleği. İlk çıkışı müzelerle başlasa da günümüzde özellikle resim galerilerine, sergilerine dek yaygınlık kazanmış. Bireysel olabileceği gibi, bir takım çalışması niteliğinde de olabiliyor. En çok söylenen deyimiyle, bir ressamın ana malzemesi nasıl boyalarsa, bir küratörün de işte o resimler ya da plastik sanat objeleri. Ve bu objeleri anlamlı bir bütün içinde, çarpıcı görüntülerle o yapıtların etki düzeyini çoğaltarak izleyenlere ulaşmasını sağlamak.

Küratörlük Türkiye’de belki çoğu kişinin hala bilmediği bir sözcük. Ama hızla yaygınlık ve önem derecesi artıyor. Artık sergiler küratörlerle etkili bir sanat etkinliğine ulaşabiliyor.

Bu, yeni diyebileceğimiz sanat dalında, yine yeni diyebileceğimiz genç bir ismi tanıtacağız Süje’nin bu sayısında. Genç ama şimdiden birçok önemli sanat projesine imzasını atmış bir isim; Öykü Demirci.

En iyisi onun sanat serüvenini kendi ağzından dinlemek.


 Semih Özcan  : Yeditepe Üniversitesi sanat yönetimi mezunusun. Bunu biraz açabilir misin? Nedir sanat yönetimi?

 Öykü Demirci  : Sanat Yönetimi, en temel anlamıyla sergi, bienal, festival ve fuar gibi sanat etkinliklerinin fikir aşamasından uygulama aşamasına kadar tüm organizasyonel ve teorik aşamalarına odaklanarak disiplinlerarası eğitim veren bir bölüm. Eğitimim süresince sanatın Türkiye ve dünyadaki tarihsel gelişimi, sanat ve kültür kuramları, kültür endüstrisi ve kültür politikaları gibi teorik bilgilerin yanı sıra galeri, müze ve sanat kurumları işletmeciliği gibi yönetimsel dersler ve sponsorluk ve fon bulma, insan kaynakları yönetimi, uluslararası iş iletimi gibi sanat yöneticisinin profesyonel yaşamında kullanacağı dersler aldım. Benim bölümüm ağırlıklı olarak görsel sanatlar yönetimine odaklanmasına karşın sahne sanatları ve müzik endüstrisiyle ilişkili dersler alma fırsatı da yakaladım. Sanat yönetimi okuduğumu söylediğimde insanlarda genel olarak sanat üretiminin kendisini yönetmekle ilgili olduğuna dair yanlış bir algı oluşuyordu. Sanatçı da olan kimi sanat yöneticileri olmasına karşın sanat yöneticisinin görevi sanatçıyı ya da sanat üretimini yönetmeye çalışmak değildir. Aksine, bu üretimin sergileneceği alanları çoğaltmak, kurumsal bir yapı içerisinde yönetmek, sanatçının üreteceği koşulların oluşumuna katkı sunacak ortam ve politikalar üzerine çalışmaktır.

Şu an yüksek lisansını da sinema-televizyon bölümünde video sanatı üzerine yapan Öykü’nün sanata yakınlığı çocukluk ve gençliğinde opera ve baleye ilgi duymasıyla başlamış. ‘’Opera ve bale heyecandan yerimde duramamama sebep veren kostümleri, binasının balkonları, orkestra çukuru ve dekorlarıyla peri masallarının dünyada vücut bulmuş halleriydi. Sahne sanatlarının o büyülü dünyasına hep yakın olmak istedim..’’



 Semih Özcan  : Çocukluğundan beri opera ve baleye ilgi duyduğunu söylüyorsun. Ama bu ilgi bana ilginç geldi. İlgi duyduğun opera ve bale gösterilerinden çok; gösterilerin yapıldığı mekanlar, mekanların mimari yapısı hatta orkestranın yer aldığı çukur alan. Bir yerde küratörlük yıllar önce bilinç altında yer etmiş gibi. Bir de başaramadığını söylesen de sekiz yıllık bir bale deneyiminden söz ediyorsun. Burada aklıma takıldı. Koreografiye de ilgi duymuş muydun? Küratörlüğün koreografiye yakın olduğunu düşünüyor musun? Dekaratörler, ‘’biz mekanı büyük ve ferah gösteririz’’ derler. Küratörler sanat eserlerini, ortamını nasıl gösterir? Sen nasıl gösterirsin örneğin?

Öykü Demirci  : Hiç bu açıdan bakmamıştım ama kesinlikle doğru bir tespit olduğunu söyleyebilirim. Koreografiye gelince bence bina ne kadar güzel, dekorlar ne kadar etkileyici olursa olsun bir yapıtın koreografisi güçlü değilse diğer öğeler sadece kısa bir süreliğine göz boyayabilir. Fakat temsilin sonunda izleyici beklediği tatmini almış olarak çıkamaz. Bu açıdan bakıldığında bence koreografi küratörlükten ziyade sergilenen yapıtlarla daha çok benziyor. Yapıtlarda da koreografide olduğu gibi kendi içindeki elemanlar arasında bir denge, çeşitli kurallar ve tabii ki bir kaygı ve/veya anlatı içeriyorlar ve uzun bir çalışma, araştırma, ve bilgi birikimin sonucunda ortaya çıkıyorlar. Dolayısıyla serginin kavramsal metni, sergi tasarımı, sanatçı listesi ne kadar iyi olursa olsun sergilenen yapıtların kendileri güçlü değilse serginin bütünü seyirci için bir anlam ifade etmeyecek herhangi bir duygu uyandırmayacaktır. Her küratörün farklı sergileme stratejileri oluyor. Benim için en önemli olan belirli bir kavram çerçevesinde bir araya gelen yapıtların, kendi anlatılarının gücünü kaybettirmeden, teknik, renk, form, tema yada konuyu ele alış biçimi gibi unsurlar vasıtasıyla birbirine bağlayarak aralarında izleyicinin takip edebileceği bir diyalog yaratmak diyebilirim. Bunu yaparken serginin kavramsal çerçevesini ve anlatım dilini güçlendireceğine inandığım, izleyicinin mekanla ilgili deneyimi ve bakış açısını değiştiren ve nihayetinde bir duygu uyandıran sergi tasarımları yapmayı önemsiyorum. “Biz eserleri ve sergi mekanlarını izleyicinin zihninde veya kimi zaman kalbinde beklenmedik sorular ve duygular uyandıracak şekilde tasarlıyoruz.” diyebilirim.



 Semih Özcan  : Küratörlüğün, sergilenen eserlere ayrı bir form kattığını, onları yeni bir boyuta taşıdığını söyleyebilir miyiz? Yani küratörlük sergilenen eserlerin yaratım sürecine dahil mi?

Öykü Demirci  : Sanıyorum bu sorunun cevabını yukarıda vermiş oldum. Küratörlüğün yaratıcı sürece dahilliği konusunda çeşitli tartışmalar hala devam ediyor. Kimileri, özellikle küratörlüğün ortaya çıktığı ilk yıllarda küratörü eserin yaratımına müdahil olan ve onu kendi doğruları doğrultusunda etkileyen tehlikeli bir erk sahibi olarak gördüler. Özgün ve özgür üretimin karşısında konumlandırdılar. Hatta canavar olarak tanımladılar. Belki de ilk yıllarda gerçekten bu şekilde davranan küratörler de vardı. Ama bugün artık bu algının yavaş yavaş değiştiğini görüyoruz. Bu nedenle küratörün doğrudan üretim sürecine dahil olduğunu söylemenin ilk zamanlardaki algıya daha yakın bir söylem olduğunu düşünüyorum. Bence bizim odağımız tek tek eserlerden ziyade bütüne yönelik. Eğer yaptığımız sergilerin eserlere ayrı bir form kattığı ve onları yeni bir boyuta taşıdığı düşünülüyorsa o serginin bir araya getirilişinin ve eserler arasındaki diyaloğun doğru bir şekilde kurulduğunu gösterir. Öte yandan bir mekanda, bir sergi tasarımıyla bir araya gelen işler sergi bitiminde atölyelere veya koleksiyoner evlerine döndükten sonra bizim eser üzerindeki etkimiz de son bulmuş oluyor.

Öykü Avrupa’da çok sayıda ülkeyi ve buralardaki sanat yapılarını da gezmiş bir kişi. Belki sırf bu yönü başlıbaşına bir yazı hatta dizi yapılabilir. Bu konuya girmeden olmazdı.

 Semih Özcan  : Şimdiye dek gerek eğitim gerekse gezi amaçlı hangi ülkelere gittin? Özellikle de resim sanatının kalbi niteliğindeki Floransa ve Siena izlenimlerini açar mısın? Örneğin buralarda seni etkileyen neler oldu? Sadece sanat merkezleri ya da müzeler anlamında da değil, halkın yapısını da gözlemlemişsindir. Örneğin Roma’da operaya neredeyse bir ritüel düzeyinde büyük ilgi olduğunu duymuştum. Bunlar senin de dikkatini çekti mi?

Öykü Demirci  : İspanya, Yunanistan, İtalya, Fransa, Çek Cumhuriyeti ve Romanya’ya gittim. İtalya’da sadece Floransa ve Siena’da değil hangi şehre gidersem gideyim en çok dikkatimi çeken şey şehrin çağdaş yaşamının tarih ve sanatla kaynaşmış olduğuydu. İnsanlar bebeklikten beri günlük yaşam faaliyetlerini sürdürürlerken çok doğal bir biçimde bu tarihin ve sanat eserlerinin içinde dolanıyorlar kimi zaman etkileşime geçiyor kimi zaman ise varlığını bile fark etmiyorlar fakat sürekli maruz kalıyorlar. Bence işte tam bu maruziyet onlara bir “gusto” veriyor yani çabalamadan doğal akış içerisinde kendiliğinde sahip olunan bir zevk. Bu zevk sosyalleşme yöntemlerinden yemek kültürlerine kadar hayatlarının her alanlarına siniyor. Örneğin yemekler her zaman bir ritüele dönüyor. Acele etmiyorlar, sofra düzeninden, servis edilecek yemeklerin birbirleri ile olan uyumuna, yemeğin sunumuna kadar tüm unsurlarını incelikle düşünüyorlar. Hayattan zevk almayı gerçekten önemsiyorlar ve hayatlarını bu düşüncenin eksenin konumlandırıyorlar. Dolayısıyla çok küçük yaştan itibaren estetik, güzel, çirkin, ahenk gibi kavramlar üzerine düşünüyor ve fikir sahibi oluyorlar. Bize her zaman estetik algının geliştirilebilir, öğrenilebilir olduğunu öğrettiler. Fakat çabasızca buna sahip olmanın tek yolunun böyle bir çevre ve kültürle büyümek olduğunu deneyimledim.

Üniversitede Erasmus yapmak için İtalya’ya gitmem hayatımdaki bir başka dönüm noktası oldu. Daha önce de yurt dışında bulunmuştum ama daha önceki gidişlerim ya bir projenin parçası olmayı ya da tatil yapmayı kapsıyordu. İlk durağım, bir parça dil öğrenmek için gittiğim Siena oldu. Üzüm bağlarının ortasında 17. Yüzyıldan kalma bir bina olan öğrenci yurdundan kızıl kahve boyalı yeşil panjurlu ortaçağ binalarının arasından üniversiteye gidişlerimin hayatımda bir şeyleri değiştirdiğini o zaman bile biliyordum. Siena’da olmanın bir başka yanı daha vardı. Üniversiteye girdiğimden beri belki de her gece gitme planları yaptığım Floransa’nın hemen yanındaydım. Floransa’yı ilk defa Siena’ya geldiğim gece gördüm. Yağmur yağıyordu ve hava karanlıktı. İki katlı bir otobüsün üst katının ön camından sokak lambalarının belli belirsiz aydınlattığı şehri seçmeye çalışıyordum. O zaman Floransayı görme fırsatım olmamıştı ama ileriki yıllarda ne zaman yağmurlu bir gece vakti arabayla bilmediğim bir yerden geçsem hep o geceki bilinmeyenin endişesi ve heyecanını hatırlarım. Siena’da birkaç haftanın ardından Floransa’ya doğru yola koyuldum. Toscana’nın sokaklarının estetiğine beklenmedik derecede hızlı alışmıştım. Ama hiçbir şey beni, orada hiçbir zaman fiziken bulunmama karşın tüm koridorlarını ve içindeki eserleri bildiğim Ufizzi Müzesi’nin içinde olmaktan daha çok etkileyemez diye düşünüyordum. Taki Galleriadell’Accademia (Güzel Sanatlar Akademisi Galerisi)’nin kubbeli salonunda Davut’u görene kadar. Davut gençti, Golyat’ı öldürmeye ne kadar kararlı olduğu gözlerinden okunuyordu, bir an için sapanını çekmek üzere hazır duran gergin kolunun hareket ettiğini gördüğümü sandım. Yapılmasından 500 yıl sonra savaşlar, devrimler ve katliamların, insanlığın uzaya çıkmasının, sanatın boyayı ve tuvali bırakmasının ardından karşımda duruyordu. Üniversitede katarsis’i anlatırken ağlayan hocamın çok da abartmadığını o an anladım. Bu seyahatimin ardından, yeşil pasaportumun ve bütçemin bana izin verdiği sürece hostellerde, gece trenlerinde ya da tanımadığım insanların kanepelerinde (couchsurfing) geceleyip yemekleri çoğu zaman bir sandviç ve bir bardak şarapla geçiştirip başta İtalya’nın şehirleri olmak üzere pek çok Avrupa şehrinde müzelerde, kiliselerde, galerilerde ve bienallarde yıllarca hakkında okuduğum ve bende artık tutkuya dönüşen sanatın izini sürdüm. Şimdi bakınca keşke daha çok gezebilseymişim diyorum. Sait Faik Abasıyanık’ın da dediği gibi seyahatler çekiyor içim…



 Semih Özcan  : Biz yine geziyi sürdürelim. Venedik'e gittiğini biliyorum. Bunun dışında Pantheon, Collesium ve Louvre’u görme olanağın da oldu mu? Gördüysen buralardaki izlenimlerin, seni etkileyen görüntüler neler?

Öykü Demirci  : Üçünü de görme fırsatım oldu. Aslında üçünün de benim için ayrı hikayeleri ve etkileri oldu. Paris’te bulunduğum sırada Erasmus’un son ayına girmek üzereydim ve dolayısıyla hibeden aldığım para da suyunu çekmişti. Rynair isimli üçüncü sınıf bir havayolu şirketinde 10 euroya Paris uçak bileti bulunca izledikten sonra saçlarımı kısacık kestirdiğim Amelie filminin geçtiği rüyalarımı süsleyen şehre gitme fırsatını kaçırmak istemedim. Kalacak yeri insanların farklı kültürlerden insanlarla tanışmalarını sağlamak amacıyla kurulan coachsurfing sitesi ile ayarladım ve Fransız bir yemek yazarının evine konuk oldum. Paris gezim boyunca gün içerisinde gitmek istediğim her yere yürüdüğüm, soğukta ısınmak için ara ara mağazaları girdiğim ve bütün günü bir sandviçle geçirdiğim bir deneyim yaşadım. Şimdi bakarken keyifle anıyorum ama yaşarken çok yorulduğum ve tükendiğimi hatırlıyorum. İşte Louvre ‘a da böyle bir fiziksel ve bedensel hal içindeyken gittim. Eğer müzenin girişi güzel sanatlar öğrencileri için ücretsiz olmasaydı muhtemelen içeri giremezdim. Bu nedenle Louvre’u gezmek benim için bir nevi ödev gibi oldu. Hiçbir şeyi atlamamak, gördüğüm her şeyi unutmamak üzere hatırlamak için verdiğim çaba benim için çok yorucu oldu. Paris’e giden turistlerin Paris’i hayal ettikleri kadar güzel bulmadıklarında yaşadıkları hayal kırıklığını tanımlamak için kullanılan Paris Sendromu diye bir terim var. Bence bu his Paris’in yeterince güzel ve etkileyici olmamasından değil sana sunduğu atmosfer, yapılar ve sanat eserlerinin hepsinden keyif almak için verdiğin çaba nedeniyle an’ı kaçırmandan kaynaklanıyor. Bu nedenle kendime bir sözüm var bir sonraki Paris seyahatimi cebimde biraz daha para varken ve hava sıcakken gerçekleştireceğim. Tam da bu nedenle Pantheon ve Colezyum’u gördüğüm gezi Paris’in tam tersiydi benim için. Roma’ya ilk kez L’Aquila (Erasmus yaptığım şehir) ‘ya yerleşmemden iki hafta sonra Erasmus gezisiyle gittim. Eramus grubu öğrencilere sürpriz olarak yerel bir tur rehberiyle Roma gezi organize etmişlerdi. Roma’ya vardığımız ilk günün akşamında aslında sanat tarihçisi olduğunu öğrendiğim tur rehberimiz eşliğinde şehri dolaştık. Pantheon ve Colezyum’u ilk görüşümde bu beklenmedik gezide rehberimizin eşsiz anlatımıyla birleşti. Bu iki yapıyı efsaneler, dedikodular ve tarihin birleşimi bir anlatımla dinlemek çok keyifli bir deneyimdi. Pantheon’un bulunduğu meydana vardığımız an hafifçe çiselemeye başlayan yağmur, arkada canlı olarak Pink Floyd söyleyen müzisyenin müziğinin meydanda şen şakrak sohbet ederek yemek yiyen İtalyanlar ve turistlerin seslerine karışması büyüleyici bir film sahnesi gibiydi benim için. Pantheon’un tavanındaki delikten sızan gün batımının ışığı yapıyı ve delikten içeri giren ışığı aydınlatıyordu. Kendimi hayatın anlamını bulmaya çok yakın hissettiğim anlardan biriydi benim için.

Öykü’nün sanat ve bunu sürdürdüğü meslek yaşamı halka sanat’la başlar. halka sanat projesi. Bu yapı içinde gerçekleştirdikleri sergilerin adlarına bile bakmak, yaptıkları işin sergi düzenlemenin de ötesinde son derece kapsamlı, başlıbaşına birer sanat projesi olduğunu gösteriyor.

 Semih Özcan  : Halka Sanat’ta bir proje ilgimi çekti; Kayıtsızlık Şenliği. Bir diğer adıyla ‘’Bir Otorite Başkaldırısı Olarak Kayıtsızlık’’. Halka olarak küratörlüğünü yaptığınız tüm projeler kendinize mi aitti, tüm tasarım, kurgu ve katılımcıların listesiyle? Bu projelere alınacak eser ve sanatçıları da kendiniz mi seçiyordunuz ya da dışınızda düşünülen, tasarlanan bir serginin küratörlüğünü de yapıyor muydunuz? Örneğin Sunay Akın’ın ‘Sanat Oyuncakları’ sergisi kimin projesiydi? Yakın zamanda açtığınız ‘Yüzleşme’ sergisi kimin projesi örneğin?

Öykü Demirci  : Halka sanat projesi (bütün baş harfler küçük) bir grup akademisyen, küratör ve sanatçının katkılarıyla kurulan bir inisiyatif. Kendi çekirdek ekibinin düzenlediği sergilerin yanı sıra bünyesinde barındırdığı sanatçı rezidansına gelen konuklar da dahil etmek üzere bir sergi veya projeyle gelen herkese kapısını açtığı bir yapısı vardı. Dolayısıyla halka sanat galerisi bünyesinde düzenlenen bütün sergilerin küratörlüğünü bizler yapmadık ama inisiyatif olarak kolektif bir yapıda çalıştığımızdan ötürü her zaman bir fikir alışverişi içerisindeydik. Kayıtsızlık Şenliği, Bahar ve benim küratörlüğünü üstlendiğimiz ilk sergiydi. İkimiz de Yeditepe’de sanat yönetimi okuduktan sonra halka’da çalışmaya başladık. Bu anlamda aslında halka’nın içinde halihazır olan küratörlerden sonra halka’da yetişip tekrar halka’da küratörlük yapan ilk ekiptik. Bahar’la Kayıtsızlık Şenliği, Mekan Ruhuna Yolculuk ve Rüzgarda Akan Atlar ya da Yuvadan Uçmak isimli üç serginin küratörlüğünü üstlendik. Bu üç serginin de kavramsal çerçevesi halka’nın kurucusu İpek, Bahar ve benim fikir alışverişlerimiz, okuduğumuz veya gördüklerimizden esinlendiklerimiz sonucunda ortaya çıktı. Kavramsal metinleri oluşturduktan sonra üretimleri serginin kavramsal çerçevesinin sorduğu sorulara, tartıştığı konulara yanıt verdiğini düşündüğümüz sanatçıları sergiye davet ettik. Sergilerde yer alan işlerin bir kısmı kavramsal çerçeveyi okuduktan sonra davet ettiğimiz sanatçıların bu sergi için yaptıkları ya da önerdikleri işlerken bazıları da bizlerin önceden bildiği ve sergide olmasının bizim için elzem olduğu işlerden oluşuyor. Ben, halihazırda var olan bir kavram ve sanatçı listesiyle gelen bir projenin dışarıdan bir küratöre ihtiyaç duymayacağını düşünüyorum. Çünkü sergiler bir fikir, bir kavram ya da bir duyguyla başlar. En başından en sonuna attığımız her adım ve aldığımız her karar başlangıçtaki bu fikir, duygu ya da kavramı en iyi ifade edecek olanı bularak ilerlemekle ilgilidir. Dolayısıyla başkasının fikri üzerinden çalışarak ne onun anlatmak istediğini tamamen yakalamak mümkün olur ne de eserlerin nasıl asılacağı gibi işin daha teknik bir tarafı dışında katkı sunmak. Tam da bu noktada sorduğunuz Sanatın Oyuncakları ve Yüzleşme sergileri çok güzel örnekler. Sanatın Oyuncakları sergisi aslında ilk kez 2019 yılında Ankara Erimtan Arkeoloji ve Sanat Müzesi’nde gösterildi. Sergi teklifi asistanlığını yaptığım küratör MarcusGraf’a Ankara Erimtan Müzesi ve İstanbul Oyuncak Müzesi tarafından geldi. Sergi’nin gerçekleştiği Erimtan Müzesi’nin aynı zamanda arkeoloji müzesi olması nedeniyle serginin kavramsal çerçevesini çocukluğa arkeolojik bir kazı fikri doğrultusunda şekillendirdik. Ardından Sunay Akın’ın binlerce oyuncaktan oluşan sanat oyuncakları koleksiyonundan belirlediğimiz bazı başlıklar altında bir seçki oluşturduk. Sergi tasarımını da izleyiciye bir arkeolojik kazı alanında dolaşma hissini verecek bir şekilde oluşturduk. Serginin ana başlığı olan Artifex Ludens Latincede oynayan sanatçı anlamına geliyor. Erimtan Müzesinde sergiye olan ilginin ardından İzmir Büyükşehir Belediyesi’nden gelen teklif sonucunda sergileme tasarımını İzmir’deki Atlas Pavyon’un mimari yapısına uyarladık, seçkide bazı değişikler yaptık ve Sanatın Oyuncakları’nı İzmir’de tekrar sergiledik.

Yüzleşme sergisi ise üniversitemiz Güzel Sanatlar Fakültesi dekanlığından gelen bir projeydi. Yaklaşık beş yıl önce dekanımız Prof. Gülveli Kaya güzel sanatlar fakültesinin mezun ve öğrencilerinin üretimlerinin sergilendiği bir sergiye ev sahipliği yapması için Pera Müzesi ile iletişime geçti. Zaten Pera Müzesi yaz dönemlerinde Türkiye çapındaki güzel sanatlar fakültelerinin öğrenci ve mezunlar sergilerine ev sahipliği yapıyordu. Pera Müzesi’nin teklifi kabul etmesinin ardından 2020 yılı yaz ayında bir sergi yapmak üzere çalışmalara başlandı. Yüzleşme adı da yine dekanımız tarafından önerildi. Her bölüm kendi öğrencilerinden bir seçkiyi Marcushoca’ya iletti ve ardından gelen bu öneriler içinden doğa, şehir, insan, toplum gibi ana başlıkları ifade eden eserlerin seçkisini yaptık. Sergide yer alan eserlerin fakültedeki bölümler yerine bu başlıklar altında multidisipliner bir düzenle sergilenmesi ve belirlenen temalar üzerinden birbirleriyle konuşmalarını amaçladık. Sanat üretiminin başındaki genç sanatçılarla üretim olarak olgun mezun sanatçıların işlerini bir arada göstererek fakülte olarak hem eğitimimizle hem de sanat üretimindeki yerimizle yüzleşmemize olanak sağlayan bir kurgu hazırladık.



Yaşadığımız pandemi süreci halka sanat’ı da mekansızlığa iter. Çalışmaları bir mekan çatısı altında biraraya gelmenin dışında sürdürmek zorunda kalırlar. Bu süreçte de iletişimlerini sanal alanda konuşarak, düşünceler üreterek hatta fuarlara katılarak varlıklarını sürdürmeye çalışırlar. Bu dönem Öykü için de yeni bir iş evrenin başlangıcı olur. Bir yandan internet üzerinden yaptığı tv yayınlarıyla sanat röportajları yapmaya sürdürür bir yandan da küratör Marcus Graf’ın asistanı olur. Yani bugüne ve geleceğe yönelik çalışma ve projeler sürer.

 Semih Özcan  : Az önce Yüzleşme sergisinden söz ettik. Önümüzdeki günlerde başka projeler de olacak mı? Önümüzdeki süreçte kafanda neler var?

Öykü Demirci  : Yüzleşme sergisinde olduğu gibi Marcus Graf’ın küratörlüğünü benim de asistan küratörlüğünü üstleneceğim üç büyük sergi projemiz var. Bunlardan biri Ankara’da beni çok etkileyen bir mekanda olacak. Bu mekan yıllarca Ankara’da yaşamasına karşın pek çok insanın varlığından haberdar olmadığını düşündüğüm 1940’ların sonunda yapılmış bir yapı. Şimdi bir sanat mekanına dönüştürüldü. Geleneksel sergi mekanlarının iyi aydınlatılmış, steril atmosferinden çok uzak olan bu mekanda tam da mekanın yapısal unsurları ve yapım amacıyla paralellik gösteren bir sergi üzerine çalışıyoruz. Henüz duyurmadığımız için daha fazla detay vermem doğru olmaz sanırım. Sadece hem estetik hem de kavramsal olarak beni çok heyecanlandıran bir proje olduğunu söyleyebilirim. Bir diğer projemiz ise Türkiye’nin çok önemli koleksiyonerlerinden birinin 50 yıllık koleksiyonerlik yolculuğunu sergileyeceğimiz bir koleksiyon sergisi. Tek motivasyonu tutku olan ve farklı medyumlar, teknikler, temalar ve dönemlerden oluşan yaklaşık 2500 eseri içeren koleksiyondaki tüm eserleri koleksiyonerin yolculuğunu, Türkiye’nin tarihi, sosyo politik olayları ve sanatsal sürecini bir arada ele alarak kurgulanan bir şekilde sergileyeceğimiz bir sergi yaratmak üzerine çalışıyoruz.

Peki yaptığı iş yaşamına neler katıyor Öykü’nün? Ne tür bir haz, mutluluk duyuyor ya da duyuyor mu? Neyi amaçlıyor?

‘’Bu hiç durmadan öğrendiğim, daha doğrusu öğrenmek zorunda kaldığım bir yolculuk benim için. Geçtiğimiz Eylül ayında bir müze sergisi kurulumunun hemen ardından İzmir’e gidip orada belediyeyle iş birliğinde başka bir sergiyi kurduğumuz, hiç durmadan, birbirinden farklı yapıda dört kurumla çalıştığımız iki haftalık sürecin ardından gelen mutluluk işte o bu dünyada kendime sorduğum tüm soruların cevabıymış gibi geliyor. Hayatın beni nereye nasıl bir yoldan götüreceğini bilmiyorum, dünyanın en iyi müzelerinde sergiler yapan bir küratör olmak da değil amacım. Yalnızca insanların yüreklerine dokunan, belki varlıklarını bile bilmedikleri bir parçalarında daha önce deneyimlemedikleri duygular hissettirmek istiyorum. Belki benim tutkumun yansımasından bir parça…’’




içindekiler    üst    geri    ileri   




 29