ÖYKÜ

Züleyha Akın  







KÜLLERİNDEN DOĞAN KADIN DİRENİŞÇİ


Ankara’nın gecekondu semtinde gözümü açmışım. Tanımadığım bir kadın “ben senin annenim” demiş. Böylece yedi kardeşim daha dünyaya geldi. İlkokulu bitirir bitirmez beni bir mağazaya temizlik işine verdiler. Birden bire büyümüşüm sanki, kardeşlerime bakmak zorundayım. Babam benim ortaokula gitmemi ve hatta üniversite okumamı çok istiyor. Sadece istemek yeterli mi? Yetmez elbette. Kahve köşelerinde pinekleyen babamın istemesi, benim okula gitmeme yarayacak mı, engel mi olacak belli değil! Nasıl olacaktı bu iş, nasıl istemekti? Okula gitmeyi ben de çok istiyordum. Ama sabah yataktan fırlayarak işe gitmek için çabalarken ve durakta otobüs beklerken okula giden çocuklara gıptayla bakmak kalmıştı bana. Yaşıtlarımın giydiği o güzel formaları gözlerimi yumarak giyinme hayali kalmıştı! Duraklarda okullu çocukları izlerken, sanki okul çantasını kapıp okula gidiyordum hayallerimde. Belki bir öğretmen, hatta mühendis olurdum belki de. Belki de çok başarılı bir doktor olurdum kim bilir?

Bu hayallerimi gelen otobüs aldı götürdü. İçerisi tıklım tıklım insan dolu. Sahanlık bölümünde iğne atsanız yere düşmüyor her zaman. Arka kapıyı yumruklayınca açıldı ve ben hemen adımımı içeri attım. Duvar kısmına yanaştım. Yer yok… Bir ayağım havada kaldı her zaman olduğu gibi. Otobüs hareket etti. Kızılay’a geldiğimde inenler çok oluyor. Buna rağmen, zorlukla da olsa indim ve hızlı adımlarla çalıştığım işyerine gittim. Çantamdan anahtarı çıkararak mağazayı açtım ve çay koydum. Evden alelacele çıktığım için kahvaltı yapamıyorum. Şimdi birazdan simitçi gelir. Çay ve simit tek lüksüm benim!

Bir gün mağazaya gelen bir müşteri ilgiyle beni izliyordu. Yalnız kaldığımı görünce yanıma geldi. Ayaküstü konuştuk. Konfeksiyon atölyesinde çalışıyormuş. İstersem buradan ayrılarak orada başlayabilirmişim. Atölyenin çalışma koşulları ağır fakat ücreti buradan biraz daha fazla. Bir de 8 saat yerine 10 veya 12 saat çalışırsam fazla mesai alabilirmişim.

Hafta başında eski işimden ayrılarak yeni işyerime başladım. Atölye de 12 kişi çalışıyor, ustabaşı hariç hepsi kadın. Ustabaşı yüzü gülmeyen son derece asık suratlı ve acımasız biri. Tuvalete gitmemize bile zar-zor izin verir ve dakika tutardı. Mesai saatlerinin bitimine doğru robotlaşmış bedenimizi zor hareket ettiriyorduk. Bu saatlerde dikkatimiz dağılır ve iş kazası denilen sakatlanmalar, hatta ölümlerle burun buruna gelmemiz an meselesiydi. O günlerde anlamıştım yaşamın ne kadar acımasız olduğunu… Filmlerdeki gibi değildi hiç yaşam!

Bu düşüncelerle konfeksiyon atölyesinde yıllarca çalıştım. 16 yaşıma geldiğimde kamuya işçi alındığını duydum. 16 yaş işe girmeme olanak sağlıyordu. “Çocuk işçi” ne demekse? Hem çocuk, hem işçi! Makine Kimya Endüstrisi Kurumu giriş sınavına katılmak için işyerinden izin aldım. Yıllardır ders kitaplarının kapağını bile açmamışım ama matematiğim çok iyiydi okul yıllarında. Yalnızca sınavda, havuz problemi çıkarsa mantık yürütmeme rağmen çözemeyebilirdim. Aklım fikrim havuz problemleriyle meşgulken, sınavlar olup bir ay sonra sonuçlar belli oldu. Adım kazananlar bölümünün üçüncü sırasındaydı. Ayfer Güleç sınavı kazanmış, bir kamu işçisi adayıydı artık. Bir hafta içinde evraklarımı hazırlayıp, yeni işyerime başlayacaktım. MKE Gaz Fişek Fabrikası’na atandım

Buranın çalışma koşulları daha da ağırdı. Fakat arkamda devlet desteği var diye seviniyordum. Devlet, kimin devletiydi? Benim devletimdi elbette. 16 yaşında olmama karşın ilkokulu bitirdiğimden beri boyum uzamamıştı ve oldukça zayıftım. Çoğu zaman gözlerim kararıyor başım dönüyordu. Revirin doktoru kansızsın demişti. İyi ve dengeli beslenmeliymişim. İyi de nasıl? Yıllar yılları kovaladı. Ben çalıştığım birimde ustabaşı konumuna gelmişim. İşimi seviyorum. Maaşımı eve bırakıyor içinden çok az harçlık alıyorum. Kardeşlerim okula gidiyorlar. Bir gün işe çaycı olarak bir genç başladı. Bana çay getirdiğinde gözlerime inanılmaz güzel bakıyordu. “ Ayfer hanım” dediğinde “bana abla de” diyorum, yüzüme tuhaf bakıyordu. O günlerde bu duruma bir anlam verememiştim. Çaycı Mamak cezaevinden yeni çıkmıştı. Beş yıl yatmış. Bilmem hangi davadan? Aklım ermezdi ki! Bir de sendikaya üye olmamı söylüyordu. Sendikaya üye olmam, sürgüne gönderilmem demekti.

Bir akşam iş çıkışı çaycıyı kapıda beni beklerken gördüm. Birlikte durağa kadar yürüdük. O da benim gibi zayıf ve çelimsiz biriydi. Bana bir şey söylemek istiyor fakat söyleyemiyordu. O akşam bana evlenme teklif ettiğinde ben şaşkındım. Nasıl olur? Aramızda 12 yaş fark var diyerek itiraz ettim; bana “bu ülke de 70 yaşında bir erkek 18 yaşında bir kızla evlendiğinde normal, benim senden küçük yaşta olmam anormal öyle mi” dedi. Hemen yanıt vermek istemedim. Evdekilere söylemem gerekiyordu. Evdekilere durumu açtığımda koro halinde bağırış, çağırış başladı. Haliyle akan para musluğu kesilecekti. Benim evlenme yaşımın geçiyor olması kimsenin umurunda değildi. Evdekileri ikna etmem için maaşımın yarısını kendilerine verme teklifimden sonra evlenme isteğim onaylandı!

Kısa sürede ‘Yıldırım Nikâhı’yla evlendik. Tek göz odası olan bir gecekonduya taşındık. Evlilik tescil belgesine imzayı attığımızın ertesi gün Mehmet işinden ayrıldı. Evde oturup ders çalışacak ve üniversiteye gidecek. Hukuk okumak istiyor, avukat olacak! Üniversite giriş sınavına aylar vardı fakat eşim çalışmak istemiyor, “senin maaşın ikimize de yeter” diyordu.

Bir gün işyerinde baygınlık geçirmişim, revirdeki doktor hastaneye sevk etmiş ve hamile olduğum anlaşıldı. Anıl ailemize gelecekti. Adını önceden belirlemiştim. Kız olsun, erkek olsun adı Anıl! Anıl, doğduğunda babası bakacak. Nasıl olsa evde, bebeğe bakacak kadar zahmete girsin. Çocuğumuzun doğması masraf demekti. O doğumdan sonra fazla mesaiye kalacağım. Bebeğimi zamanında eve giderek emziremediğim için o saatlerde göğüslerim sancımaya başlıyor, bazen de sütler taşarak göğüs kısmım ıslanıyordu. Erkek arkadaşlarımdan çok utandığım için hemen lavaboya giderek çamaşırımı değiştiriyor veya sütü emmesi için pamukla destekliyordum. Artık ağrılar dayanılmaz bir hal aldığında eczaneden aldığım pompayla sütü sağarak biberona dolduruyor, eve gider gitmez çocuğa içiriyordum!

İşyerinde aşırı derecede zehirlendiğimiz için yasa gereği “zehir hakkı” diye bir ücret ödenmekteydi. Oysa benim gibi çocuk emziren bir anne bu birimde çalıştırılmamalıydı. Ben gönüllü çalışıyordum. Başka birimde zehir hakkı ücreti alamayacağım için ücretim düşecek! Öyle olunca iki aileyi birden geçindiremem. Bir süre sonra bedenimdeki zehir süt yoluyla çocuğa geçerek alerji yapınca doktor kararıyla emzirmeyi kestim.

İş yerinde 99 kadın çalıştırıyorlar. 100.kadın işe başlatılmıyor, çünkü işyerinde 100 kadın çalışırsa, yasa gereği emzirme odası, 300 kadın olursa kreş açma zorunluluğu vardı. Bu sayıya dikkat ediliyordu ki bunlar olmasın!

Mehmet sınavı kazanarak tek tercihi olan Ankara Hukuk Fakültesi’ne girdi. Yıllar çabuk geçip, son sınavlarını da verdi. Kocam avukat olmuştu artık ama değişmişti! Eski Mehmet değildi artık. Bana “işçi parçası” demeye başlamıştı! Anıl 4 yaşına gelmek üzereydi. Babası eve geç geldiği bir gece, boşanmak istediğini söyledi. Nasılsa avukat da hazır, bir celsede boşandık! İlk kez kendi kendime yaşamımın muhasebesini yapmak durumunda kalmıştım. Kendi kendime “sen salaksın, herkes seni kullandı, önce ailen sonra kendisine devrimciyim diyen kocan kullandı” diyorum. Devrimcilik neydi ki? Ne demekti? Ben bunu nasıl öğrenecektim?

Oysa, bana devrimcilik taslayan Mehmet’in devrimciliği, babasıyla aralarında ki, uyuşmazlıktan dolayı “terörist” diyerek şikayet edip içeri düşürmesinden kaynaklıymış. İçeri girince, sol cenahtan bir grup ona destek çıkmış, ondanmış devrimciliği! O zamanlar sağcı bir grupla iletişim kuramayacağı için bu yolu seçmiş. Dışarı çıkınca da, başka türlü yararlanacağı ortamların peşindeymiş meğer! Devrimcilik güzel bir şeyse, böyle olmamalı diyerek kendimce araştırmaya koyuldum.

Eski kocamın arkadaşları biz boşandıktan sonra onunla görüşmüyorlardı. Beni ziyarete geldiklerinde kendilerinden kitap istedim. İkiletmeden bana kitap getirdiler. Aylarca kitap okumaya başladım. Geceleri kitap okuduğum için uykumu alamıyor gündüz işyerinde uyuşuk bir durumda geziniyordum. Bir gün yemekhanede yemek yerken bir kadın arkadaşım yanıma gelip “sen de bizimlesin, sendikamız yarın grev kararı aldı, yarın işimiz zor” dediğinde heyecandan dilim tutulmuştu. Grev ve kadın mücadelesi!…

Ertesi gün işyerinde bizi polis barikatları karşıladı. İçeriye giremiyoruz. Kapı önünde korkunç bir kalabalık oluştu. İşyerine girmemiz için zorlayınca TOMA’lar üstümüze yürüyerek buz gibi soğuk su sıkmaya başladılar. Kadınlar birbirimize sarıldık. Sonra polisler gelerek rastgele copları bedenimize indirmeye başladılar. Ben kafamı korumak için kollarımın arasına aldığımda sol kolumda müthiş bir acı hissettim. Acının verdiği refleksle kolumu çekince de kafama bir darbe aldım ve yere yığıldım. Yanımdaki kadın arkadaşlar beni kendilerine çekmek için yerde sürükledikleri için üstüm başım yırtılmış, diz kapaklarım paralanmıştı. Acıdan bayılmışım. Gözümü açtığımda kadınlar başucumdaydı. İlk yardım çantasına benzer bir çantadan çıkardıklarıyla yarama pansuman yapıyorlardı. Bütün acılarıma rağmen başucumdaki kadınlara gülümseyerek “yaşasın kadın dayanışması” dedim.

Grevimiz bir ay kadar sürdü. Her gün işyerine gidiyor akşama kadar bekliyorduk. Daha doğrusu nöbet tutuyorduk. Ev sahibi kapıya dayanmış kira istiyordu. Mahalle bakkalına olan borç da birikmişti. Bir de geçim derdi almış başını gidiyordu. Lakin ben artık değişmiştim. Mehmet’in bana kattığı en olumlu şey bu aslında! Dönülmez bir yola girmiştim artık. Eski Ayfer yoktu; küllerimden yeni bir Ayfer doğmuştu!

02.01.2021, Ankara



içindekiler    üst    geri    ileri   





 44