Ankara’nın gecekondu semtinde gözümü açmışım. Tanımadığım bir kadın “ben
senin annenim” demiş. Böylece yedi kardeşim daha dünyaya geldi. İlkokulu
bitirir bitirmez beni bir mağazaya temizlik işine verdiler. Birden bire
büyümüşüm sanki, kardeşlerime bakmak zorundayım. Babam benim ortaokula
gitmemi ve hatta üniversite okumamı çok istiyor. Sadece istemek yeterli
mi? Yetmez elbette. Kahve köşelerinde pinekleyen babamın istemesi, benim
okula gitmeme yarayacak mı, engel mi olacak belli değil! Nasıl olacaktı
bu iş, nasıl istemekti? Okula gitmeyi ben de çok istiyordum. Ama sabah
yataktan fırlayarak işe gitmek için çabalarken ve durakta otobüs
beklerken okula giden çocuklara gıptayla bakmak kalmıştı bana.
Yaşıtlarımın giydiği o güzel formaları gözlerimi yumarak giyinme hayali
kalmıştı! Duraklarda okullu çocukları izlerken, sanki okul çantasını
kapıp okula gidiyordum hayallerimde. Belki bir öğretmen, hatta mühendis
olurdum belki de. Belki de çok başarılı bir doktor olurdum kim bilir?
Bu hayallerimi gelen otobüs aldı götürdü. İçerisi tıklım tıklım insan
dolu. Sahanlık bölümünde iğne atsanız yere düşmüyor her zaman. Arka
kapıyı yumruklayınca açıldı ve ben hemen adımımı içeri attım. Duvar
kısmına yanaştım. Yer yok… Bir ayağım havada kaldı her zaman olduğu gibi.
Otobüs hareket etti. Kızılay’a geldiğimde inenler çok oluyor. Buna
rağmen, zorlukla da olsa indim ve hızlı adımlarla çalıştığım işyerine
gittim. Çantamdan anahtarı çıkararak mağazayı açtım ve çay koydum. Evden
alelacele çıktığım için kahvaltı yapamıyorum. Şimdi birazdan simitçi
gelir. Çay ve simit tek lüksüm benim!
Bir gün mağazaya gelen bir müşteri ilgiyle beni izliyordu. Yalnız
kaldığımı görünce yanıma geldi. Ayaküstü konuştuk. Konfeksiyon
atölyesinde çalışıyormuş. İstersem buradan ayrılarak orada
başlayabilirmişim. Atölyenin çalışma koşulları ağır fakat ücreti buradan
biraz daha fazla. Bir de 8 saat yerine 10 veya 12 saat çalışırsam fazla
mesai alabilirmişim.
Hafta başında eski işimden ayrılarak yeni işyerime başladım. Atölye de 12
kişi çalışıyor, ustabaşı hariç hepsi kadın. Ustabaşı yüzü gülmeyen son
derece asık suratlı ve acımasız biri. Tuvalete gitmemize bile zar-zor
izin verir ve dakika tutardı. Mesai saatlerinin bitimine doğru
robotlaşmış bedenimizi zor hareket ettiriyorduk. Bu saatlerde dikkatimiz
dağılır ve iş kazası denilen sakatlanmalar, hatta ölümlerle burun buruna
gelmemiz an meselesiydi. O günlerde anlamıştım yaşamın ne kadar acımasız
olduğunu… Filmlerdeki gibi değildi hiç yaşam!
Bu düşüncelerle konfeksiyon atölyesinde yıllarca çalıştım. 16 yaşıma
geldiğimde kamuya işçi alındığını duydum. 16 yaş işe girmeme olanak
sağlıyordu. “Çocuk işçi” ne demekse? Hem çocuk, hem işçi! Makine Kimya
Endüstrisi Kurumu giriş sınavına katılmak için işyerinden izin aldım.
Yıllardır ders kitaplarının kapağını bile açmamışım ama matematiğim çok
iyiydi okul yıllarında. Yalnızca sınavda, havuz problemi çıkarsa mantık
yürütmeme rağmen çözemeyebilirdim. Aklım fikrim havuz problemleriyle
meşgulken, sınavlar olup bir ay sonra sonuçlar belli oldu. Adım
kazananlar bölümünün üçüncü sırasındaydı. Ayfer Güleç sınavı kazanmış,
bir kamu işçisi adayıydı artık. Bir hafta içinde evraklarımı hazırlayıp,
yeni işyerime başlayacaktım. MKE Gaz Fişek Fabrikası’na atandım
Buranın çalışma koşulları daha da ağırdı. Fakat arkamda devlet desteği
var diye seviniyordum. Devlet, kimin devletiydi? Benim devletimdi
elbette. 16 yaşında olmama karşın ilkokulu bitirdiğimden beri boyum
uzamamıştı ve oldukça zayıftım. Çoğu zaman gözlerim kararıyor başım
dönüyordu. Revirin doktoru kansızsın demişti. İyi ve dengeli
beslenmeliymişim. İyi de nasıl? Yıllar yılları kovaladı. Ben çalıştığım
birimde ustabaşı konumuna gelmişim. İşimi seviyorum. Maaşımı eve
bırakıyor içinden çok az harçlık alıyorum. Kardeşlerim okula gidiyorlar.
Bir gün işe çaycı olarak bir genç başladı. Bana çay getirdiğinde
gözlerime inanılmaz güzel bakıyordu. “ Ayfer hanım” dediğinde “bana abla
de” diyorum, yüzüme tuhaf bakıyordu. O günlerde bu duruma bir anlam
verememiştim. Çaycı Mamak cezaevinden yeni çıkmıştı. Beş yıl yatmış.
Bilmem hangi davadan? Aklım ermezdi ki! Bir de sendikaya üye olmamı
söylüyordu. Sendikaya üye olmam, sürgüne gönderilmem demekti.
Bir akşam iş çıkışı çaycıyı kapıda beni beklerken gördüm. Birlikte durağa
kadar yürüdük. O da benim gibi zayıf ve çelimsiz biriydi. Bana bir şey
söylemek istiyor fakat söyleyemiyordu. O akşam bana evlenme teklif
ettiğinde ben şaşkındım. Nasıl olur? Aramızda 12 yaş fark var diyerek
itiraz ettim; bana “bu ülke de 70 yaşında bir erkek 18 yaşında bir kızla
evlendiğinde normal, benim senden küçük yaşta olmam anormal öyle mi”
dedi. Hemen yanıt vermek istemedim. Evdekilere söylemem gerekiyordu.
Evdekilere durumu açtığımda koro halinde bağırış, çağırış başladı.
Haliyle akan para musluğu kesilecekti. Benim evlenme yaşımın geçiyor
olması kimsenin umurunda değildi. Evdekileri ikna etmem için maaşımın
yarısını kendilerine verme teklifimden sonra evlenme isteğim onaylandı!
Kısa sürede ‘Yıldırım Nikâhı’yla evlendik. Tek göz odası olan bir
gecekonduya taşındık. Evlilik tescil belgesine imzayı attığımızın ertesi
gün Mehmet işinden ayrıldı. Evde oturup ders çalışacak ve üniversiteye
gidecek. Hukuk okumak istiyor, avukat olacak! Üniversite giriş sınavına
aylar vardı fakat eşim çalışmak istemiyor, “senin maaşın ikimize de
yeter” diyordu.
Bir gün işyerinde baygınlık geçirmişim, revirdeki doktor hastaneye sevk
etmiş ve hamile olduğum anlaşıldı. Anıl ailemize gelecekti. Adını önceden
belirlemiştim. Kız olsun, erkek olsun adı Anıl! Anıl, doğduğunda babası
bakacak. Nasıl olsa evde, bebeğe bakacak kadar zahmete girsin.
Çocuğumuzun doğması masraf demekti. O doğumdan sonra fazla mesaiye
kalacağım. Bebeğimi zamanında eve giderek emziremediğim için o saatlerde
göğüslerim sancımaya başlıyor, bazen de sütler taşarak göğüs kısmım
ıslanıyordu. Erkek arkadaşlarımdan çok utandığım için hemen lavaboya
giderek çamaşırımı değiştiriyor veya sütü emmesi için pamukla
destekliyordum. Artık ağrılar dayanılmaz bir hal aldığında eczaneden
aldığım pompayla sütü sağarak biberona dolduruyor, eve gider gitmez
çocuğa içiriyordum!
İşyerinde aşırı derecede zehirlendiğimiz için yasa gereği “zehir hakkı”
diye bir ücret ödenmekteydi. Oysa benim gibi çocuk emziren bir anne bu
birimde çalıştırılmamalıydı. Ben gönüllü çalışıyordum. Başka birimde
zehir hakkı ücreti alamayacağım için ücretim düşecek! Öyle olunca iki
aileyi birden geçindiremem. Bir süre sonra bedenimdeki zehir süt yoluyla
çocuğa geçerek alerji yapınca doktor kararıyla emzirmeyi kestim.
İş yerinde 99 kadın çalıştırıyorlar. 100.kadın işe başlatılmıyor, çünkü
işyerinde 100 kadın çalışırsa, yasa gereği emzirme odası, 300 kadın
olursa kreş açma zorunluluğu vardı. Bu sayıya dikkat ediliyordu ki bunlar
olmasın!
Mehmet sınavı kazanarak tek tercihi olan Ankara Hukuk Fakültesi’ne girdi.
Yıllar çabuk geçip, son sınavlarını da verdi. Kocam avukat olmuştu artık
ama değişmişti! Eski Mehmet değildi artık. Bana “işçi parçası” demeye
başlamıştı! Anıl 4 yaşına gelmek üzereydi. Babası eve geç geldiği bir
gece, boşanmak istediğini söyledi. Nasılsa avukat da hazır, bir celsede
boşandık! İlk kez kendi kendime yaşamımın muhasebesini yapmak durumunda
kalmıştım. Kendi kendime “sen salaksın, herkes seni kullandı, önce ailen
sonra kendisine devrimciyim diyen kocan kullandı” diyorum. Devrimcilik
neydi ki? Ne demekti? Ben bunu nasıl öğrenecektim?
Oysa, bana devrimcilik taslayan Mehmet’in devrimciliği, babasıyla
aralarında ki, uyuşmazlıktan dolayı “terörist” diyerek şikayet edip içeri
düşürmesinden kaynaklıymış. İçeri girince, sol cenahtan bir grup ona
destek çıkmış, ondanmış devrimciliği! O zamanlar sağcı bir grupla
iletişim kuramayacağı için bu yolu seçmiş. Dışarı çıkınca da, başka türlü
yararlanacağı ortamların peşindeymiş meğer! Devrimcilik güzel bir şeyse,
böyle olmamalı diyerek kendimce araştırmaya koyuldum.
Eski kocamın arkadaşları biz boşandıktan sonra onunla görüşmüyorlardı.
Beni ziyarete geldiklerinde kendilerinden kitap istedim. İkiletmeden bana
kitap getirdiler. Aylarca kitap okumaya başladım. Geceleri kitap okuduğum
için uykumu alamıyor gündüz işyerinde uyuşuk bir durumda geziniyordum.
Bir gün yemekhanede yemek yerken bir kadın arkadaşım yanıma gelip “sen de
bizimlesin, sendikamız yarın grev kararı aldı, yarın işimiz zor”
dediğinde heyecandan dilim tutulmuştu. Grev ve kadın mücadelesi!…
Ertesi gün işyerinde bizi polis barikatları karşıladı. İçeriye
giremiyoruz. Kapı önünde korkunç bir kalabalık oluştu. İşyerine girmemiz
için zorlayınca TOMA’lar üstümüze yürüyerek buz gibi soğuk su sıkmaya
başladılar. Kadınlar birbirimize sarıldık. Sonra polisler gelerek
rastgele copları bedenimize indirmeye başladılar. Ben kafamı korumak için
kollarımın arasına aldığımda sol kolumda müthiş bir acı hissettim. Acının
verdiği refleksle kolumu çekince de kafama bir darbe aldım ve yere
yığıldım. Yanımdaki kadın arkadaşlar beni kendilerine çekmek için yerde
sürükledikleri için üstüm başım yırtılmış, diz kapaklarım paralanmıştı.
Acıdan bayılmışım. Gözümü açtığımda kadınlar başucumdaydı. İlk yardım
çantasına benzer bir çantadan çıkardıklarıyla yarama pansuman
yapıyorlardı. Bütün acılarıma rağmen başucumdaki kadınlara gülümseyerek
“yaşasın kadın dayanışması” dedim.
Grevimiz bir ay kadar sürdü. Her gün işyerine gidiyor akşama kadar
bekliyorduk. Daha doğrusu nöbet tutuyorduk. Ev sahibi kapıya dayanmış
kira istiyordu. Mahalle bakkalına olan borç da birikmişti. Bir de geçim
derdi almış başını gidiyordu. Lakin ben artık değişmiştim. Mehmet’in bana
kattığı en olumlu şey bu aslında! Dönülmez bir yola girmiştim artık. Eski
Ayfer yoktu; küllerimden yeni bir Ayfer doğmuştu!