ÖYKÜ

Şeyda Gökoğlu   







BUNALTI


Odanın dışına çıkmak yetmedi. Bunalmıştı yaşamdan. Koşturmacadan, azı çoğa denklemekten, memnun etmekten, gülerken, elini uzatırken hesap yapan yüzlerden, aldıkça alan vermeyi bilmeyen insanlardan, bir taraf kusarcasına doyarken diğer tarafta aç yatan insanlardan, tekmelenen sokak hayvanlarından, beton cennetleri için yok ettikleri doğadan, çamura dönmüş güzelim denizlerden, bitişiğindeki, altındaki, üstündeki dairelerden gelen seslerden kaçmak istiyordu. “Neyim ben? İnsan mıyım? Ben insansam bunlar ne?” diye söylendi. Kapıyı açıp dışarı çıkmalıydı. Gecenin karanlığında sessizliğin en derin olduğu, yıldızların birbiriyle muhabbet ettiği şu saatlerde karışmalıydı geceye. Gecenin soğuttuğu, serin topraklar üzerinde yalın ayak yürümeliydi. Gecede kaybolup gitmek, karanlığın içinde kendi karanlığını yok etmek istiyordu. İç sesi dizginlenemeyen bir hal almıştı. Tüm duyguları karanlığa karışmak, içinde kaybolup yitip gitmek için hazır ola geçmişti. Atacağı bir adım yeterliydi. İçinde boşalan tüm odalarla birlikte karanlığa karışmak istiyordu. Başı boş, kendine hesap vermeyeceği, üstüne üstüne gelmeyen şehirlerin olmadığı yaşama ulaşmak için yüreğinin atışları bir davet çağrısı, bir müjde gibiydi.

Yorgun zihnine rağmen hala pes etmemiş bacaklarına, bedenine baktı. “Tek umudum sizlersiniz” dedi. Binanın dış kapısını açtığı sırada hafif bir esinti yüzünü okşarken ona “ Bekleme gel” dedi. Gökyüzü pırıl pırıldı. Yıldızlar, tasasız hayatlar gibiydiler. Ay karanlığın içinde ben merkezli bir edayla etrafında mavi haleler oluşturarak parlıyordu. “Kusursuz bir gece” dedi. Tam hayal ettiği gibiydi. Gecenin içinde yitip gitmek, karanlığın boşluğunda sarmalanmak için sabırsızlanıyordu. Yürüdü, yılların omuzlarına bindirdiği tüm yorgunluktan, yaşamın keskin dişlerinden kurtulacaktı. Hiç bir şey için mücadele etmeyecek, yorulmayacak, hayal kırıklıkları yaşamayacaktı. Vazgeçilmez bir andı.

Kaldırımda bir süre yürüdü ve sonra yola indi. Yollar bomboş, dünyayı bir saman balyası gibi sarmalamış yollar! Sokak lambalarının ışığı yolu aydınlatmakla kalmıyor etrafında dönen pervaneleri kendine çekerek, dünyayı unutturuyordu. Sokakların yanından geçti. Belki kendisi gibi yaşamın ağırlığından bunalmış insanlar ya da o bunaltıya sebep olan insanlar derin uykularında bir sonraki günlerine hazırlanıyorlardı.

Karanlık sokaklardan, dükkanların parlak ışıklarının aydınlattığı caddelerden geçti. Rekabet halindeki ışıklar midesini bulandırdı. “Rekabet acımasızdır” dedi.Tekrar sokakların arasında yürüdü. Ayaklarının onu götürdüğü yere gidiyordu. Birkaç kedi çöp kutularından fırladı, önünden kaçarak karanlık bahçelerde kayboldu. Ürkerek yaşayan kediler. İnsanların acımasızlığı, bencilliği kedilerin özgürlüklerini alıp götürmüştü. “Birilerinin özgürlüğünün başladığı yerde diğerininki bitiyor.” Diye bağırdı kedilerin arkasından.

-Ne istiyorsun benden? Yeter artık yeter!

Bir kadının sesiydi, gecenin karanlığını yırttı, pencerelerin camlarında yankılandı, yıldızlara ulaşmaya çalıştı.

-Kes sesini orospuuuuu...

Kalın, nobran erkek sesiyle yıldızlara ulaşamadan ayaklarının dibine düştü. “Üzülme” dedi fısıldayarak. Eğilerek yerden yıkılmış, perişan, ezilmiş, çaresiz sesi aldı. Ses hıçkırıyor, hıçkırdıkça düşünceleri ağırlaşıyordu. Yüreğinin çağrısı devam ediyordu. Ayaklarının götürdüğü yola devam etti.

Hayallerini kaybeden insanlar mutluluğu da kaybediyordu. “Ne kadar kolaymış mutluluğu kaybetmek” dedi hıçkırarak kadın. Hem kendini hem kadını teselli etmek için “Üzülme, hayaller bitmez” dedi.

Yıldızlar muhabbetlerini iyiden iyiye arttırmışlar, olanı biteni görmüyorlardı. Egosantirik ay, üç araçlık yere tek başına park yapılmış bej renkli bir arabayı aydınlatıyordu. Bir tekme savurup arabayı ayın aydınlığına fırlattı. “Şimdi istediğiniz kadar bencilleşin” dedi.

Yürüyordu, ses susmuyor hala hıçkırıyordu. Ne kadar daha hıçkıracaktı? Bu hıçkırık tüm hayalleri yıkılan, umutları elinden alınan kadınlar içindi. Denizler aklına geldi. Denizler ne çok hıçkırıkları sularında dindirmişti. Ondan değil miydi dalgaları? Büyük acıların hıçkırıklarını dindiren deniz, acılara neden olanlara olan isyanını kıyıları dövdüğü büyük dalgalarında gösteriyordu . Filizlenmiş bir tomurcuk iken umutları, elinden alınarak yüzyıllardır hoyratça savrulmuş kadının yitip gitmiş yüreğinin acısını külleyecek denizler gerekiyordu. Bir nebze olsa hıçkırıkları bir tebessüme, belki gülüşe belki de bir kahkahaya dönüşebilirdi. Dalgalar kıyıları dövdükçe o gülücükleri, o kahkahalar köpük köpük hoyratlığa, şiddete, baskıya ve zulme meydan okuyacaktı.


Ayakları acımıyor, bacakları yorulmuyordu. Yürüdü, yürüdü... Yüreğinin müjdesine güveniyordu. Kendi bunaltısına çözüm olacak adımları attıkça hıçkırıklar da ayak seslerine uyum sağlıyordu. Alışmıştı hıçkırıklara, başlangıçtan beri kendisine eşlik ediyordu sanki. Midesi bulanmaya, başı ağrımaya başlamıştı. Biraz daha yürüdü, midesinin bulantısı artmıştı. Koşarak bir duvarın kenarına gitti. Kusuyordu, ağız dolusu kusuyordu. Öğrüntü çok şiddetliydi. Bütün iç organları yerinden sökülürcesine kusuyordu. Bulantıya sebep olan ne varsa sanki bir bir vücudunu terk ediyordu. Düşünceleri temizleniyordu.

-İç denizleri, iç! Dalgalar geri döner. Ha ha haaaaaa!

İçi dışına çıkmış ama düşünceleri ağırlığını yitirmişken yeni bir yük! Sesin geldiği tarafa başını çevirdi. Hala doğrulamıyor, midesini tutuyordu. Kimseyi göremedi.

-Dalgaları hesaba katmadan denize açılan tekne sonunda batar. Bir defada aşamazsın o denizleri. Bak bana, acemiiiiii heyyyyyyy!

Duvara yaslanarak doğruldu etrafına bakındı. Her yer karanlık sokak lambaları yanmıyordu. Ayın aydınlattığı karanlıkta kendisinden on adım ilerde bir karaltı gördü. Geniş Omuzlu, orta boylu bir adama benziyordu. Adama doğru ilerledi. Adamda yalpalayarak ona doğru ilerledi. Geniş Omuzlu adam elinde bir şişeyi ona doğru uzatırken,

-Denizini yanında taşıyacaksın acemiiii.. Ki... Teknen dalgada batmasın.

Geniş Omuzlu adama yaklaştı. Ellili yaşlarda olduğunu tahmin ettiği adam alkol kokuyordu. Üstü başı da o kadar kötü değildi. Belli ki kafası bir şeylere bozulmuş yada bir şeyi kutlamış, ölçüyü de kaçırmış alkolün esir almadığı bir adamdı. Söylediklerini düşününce boş biri olmadığını anladı.

-Ben içmedim, o nedenle tekneyi de batırmadım.

-Bak sen! Demek ki senin tekne karada battı. Ha ha haa! Geniş omuzlu adam dolgun ve tok sesiyle güldü. Şişeyi uzattı.

-O zaman ıslat şu tekneyi ses yapmasın. Belki denize iteriz , ha ne dersin?

Uzanan şişeyi aldı. Gecenin bu saatinde itiraz ederek bir sarhoşla uğraşmak işine gelmedi. Bir yudum aldı. Dilinin yanlarında ve damağında hoş bir tat bırakarak boğazından aşağıya kayan içki yudumuyla, yanındaki sesin hıçkırıklarının kesilmiş olduğunu hissetti. Keyiflendi, ulaşacakları denize gitmek için bir nedeni olmayacağını düşündü. Şişeyi tekrar geniş omuzlu adama uzattı.

-Sağ ol.

-Cıkk! Kalsın sende.

-Kalmasın.

-Yanındaki kadına ver ağlayıp duruyor! Kadınları ağlatma!

Şişeyi aldı, gözleri şaşkınlıktan fal taşı gibi açılmıştı. Kendisinden başka biri daha hıçkırıkları duymuştu. Geniş Omuzlu adama hayretle baktı.

-Sen kadını görüyor musun? Dedi

-Kendi gerçeğinin içinde kaybolmuşsun acemi!

Aklı zeka küpünün parçaları gibi darmadağın olmuştu. Hiçbir rengi bir araya getiremiyordu. Parmaklarını saçlarının arasında dolaştırdı, avuçlarında kalan saçları çekti “Anlayamıyorum, ne yapıyorum ben?” diye mırıldandı. Yüreğinin atışlarını dinledi, ona teklif ettiği davet hala geçerliydi. Bedeni ve yüreği olmasaydı aklının oyunlarına yenik düşecekti. “Kendi gerçeğimde nasıl kaybolmuş olabilirim? Ne demek istedi? Neden aklımla oyun oynadı?” Geniş Omuzlu adama dönerek

-Ne demek bu? Dedi

-Sus! Kadını dinle!

-Duymuyorum bir şey.

-Dinle bir şeyler söylüyor. Hıçkırıkları arasında mırıldanıyor

Geniş Omuzlu adam hareket etmiyor başını sanki bir kapıyı dinler gibi bir yana eğmiş, kadının söylediklerini duymaya çalışıyordu. Aynı hareketi o da yaptı. Derinlerden kadının hıçkırıkları arasındaki sesi duyuyordu. “Anlamadın beni, anlamadın beni, düşündüğün....” ses boşlukta yankılandı ve düşüncelerinin arasından anılarına ulaştı. Ses yabancı değildi. Annesinin sesiydi. Oysa annesi yıllar önce ölmüştü. Boğazı düğümlendi, göz pınarlarından bir damla yaş ay ışığında usulca dudaklarına doğru kaydı. Aynı anda anıları da film şeridi gibi gözlerinin önünden akıp gitti. Beş yaşlarındaydı, bir adam ona gülümseyerek kollarını açıyordu. Geniş Omuzlu, orta boylu bir adam.

-Anladım ben seni ama çok geç oldu. Denizler dalgalanmadan durulmuyor işte! Diye fısıldadı Geniş Omuzlu adam. Şimdi O hıçkırıyordu.

Ay ışığı göz yaşlarında parçalanıyor, ışık hüzmeleri yapıyordu. Parmaklarıyla gözyaşlarını silerken başını Geniş Omuzlu adama çevirdi. Geniş Omuzlu adam gitmişti. Tıpkı yıllar önce babası gibi aniden yok olup gitmişti. Kadının hıçkırıkları da kesilmişti. Şimdi ne Geniş Omuzlu adam ne de hıçkırıkları kesilmeyen kadın kalmıştı. Yıllardır birbirini anlamamaktan ayrı düşmüş iki insan, yıllar sonra ay ışığında birbirlerini bulmuşlardı. “Aklımın sanrıları bunlar” dedi.

“Kendi gerçeklerinin içinde kaybolmuşsun.” demişti Geniş Omuzlu adam. Kendi gerçekleri neydi? “İnsanın kendi gerçeği yaşamasıdır, yaşamak için ihtiyaç duyduğu gereksinimlerini karşılamasıdır. Bunların dışındakiler neydi?” Annesinin sözleri aklına geldi “anlamadın beni, anlamadın..” Kendi gerçeklerimiz buradaydı işte kendimizi anlatmaya çalışıyoruz, anlatabiliyor veya anlatamıyoruz.Yürümeye devam etti. Bunaltıları devam ediyordu. Birilerinin birilerini anlamamasından doğan mutsuzluklar, başka diğerlerini etkiliyordu. Sudaki dalgalar gibi yayılan mutsuzluk dalganın başladığı yerde bulunan herkesi, istemeseler de etkilemiş oluyordu. Adımlarını sıklaştırdı, insanların değerlerini yitirmediği, bencilleşmediği, yüreğinin müjdelediği yaşamı bulmak için yola çıkmıştı. Şimdi o yaşam kendi gerçekleri olmuştu.

2015 / Ankara

                                                                                                               
dizin    üst    geri    ileri  

 



 29 

 SÜJE  /  Şeyda Gökoğlu  /  yirmi altı ocak iki bin on altı     14