Odanın dışına çıkmak yetmedi. Bunalmıştı yaşamdan. Koşturmacadan, azı
çoğa denklemekten, memnun etmekten, gülerken, elini uzatırken hesap yapan
yüzlerden, aldıkça alan vermeyi bilmeyen insanlardan, bir taraf
kusarcasına doyarken diğer tarafta aç yatan insanlardan, tekmelenen sokak
hayvanlarından, beton cennetleri için yok ettikleri doğadan, çamura
dönmüş güzelim denizlerden, bitişiğindeki, altındaki, üstündeki
dairelerden gelen seslerden kaçmak istiyordu. “Neyim ben? İnsan mıyım?
Ben insansam bunlar ne?” diye söylendi. Kapıyı açıp dışarı çıkmalıydı.
Gecenin karanlığında sessizliğin en derin olduğu, yıldızların birbiriyle
muhabbet ettiği şu saatlerde karışmalıydı geceye. Gecenin soğuttuğu,
serin topraklar üzerinde yalın ayak yürümeliydi. Gecede kaybolup gitmek,
karanlığın içinde kendi karanlığını yok etmek istiyordu. İç sesi
dizginlenemeyen bir hal almıştı. Tüm duyguları karanlığa karışmak, içinde
kaybolup yitip gitmek için hazır ola geçmişti. Atacağı bir adım
yeterliydi. İçinde boşalan tüm odalarla birlikte karanlığa karışmak
istiyordu. Başı boş, kendine hesap vermeyeceği, üstüne üstüne gelmeyen
şehirlerin olmadığı yaşama ulaşmak için yüreğinin atışları bir davet
çağrısı, bir müjde gibiydi.
Yorgun zihnine rağmen hala pes etmemiş bacaklarına, bedenine baktı. “Tek
umudum sizlersiniz” dedi. Binanın dış kapısını açtığı sırada hafif bir
esinti yüzünü okşarken ona “ Bekleme gel” dedi. Gökyüzü pırıl pırıldı.
Yıldızlar, tasasız hayatlar gibiydiler. Ay karanlığın içinde ben merkezli
bir edayla etrafında mavi haleler oluşturarak parlıyordu. “Kusursuz bir
gece” dedi. Tam hayal ettiği gibiydi. Gecenin içinde yitip gitmek,
karanlığın boşluğunda sarmalanmak için sabırsızlanıyordu. Yürüdü,
yılların omuzlarına bindirdiği tüm yorgunluktan, yaşamın keskin
dişlerinden kurtulacaktı. Hiç bir şey için mücadele etmeyecek,
yorulmayacak, hayal kırıklıkları yaşamayacaktı. Vazgeçilmez bir andı.
Kaldırımda bir süre yürüdü ve sonra yola indi. Yollar bomboş, dünyayı bir
saman balyası gibi sarmalamış yollar! Sokak lambalarının ışığı yolu
aydınlatmakla kalmıyor etrafında dönen pervaneleri kendine çekerek,
dünyayı unutturuyordu. Sokakların yanından geçti. Belki kendisi gibi
yaşamın ağırlığından bunalmış insanlar ya da o bunaltıya sebep olan
insanlar derin uykularında bir sonraki günlerine hazırlanıyorlardı.
Karanlık sokaklardan, dükkanların parlak ışıklarının aydınlattığı
caddelerden geçti. Rekabet halindeki ışıklar midesini bulandırdı.
“Rekabet acımasızdır” dedi.Tekrar sokakların arasında yürüdü. Ayaklarının
onu götürdüğü yere gidiyordu. Birkaç kedi çöp kutularından fırladı,
önünden kaçarak karanlık bahçelerde kayboldu. Ürkerek yaşayan kediler.
İnsanların acımasızlığı, bencilliği kedilerin özgürlüklerini alıp
götürmüştü. “Birilerinin özgürlüğünün başladığı yerde diğerininki
bitiyor.” Diye bağırdı kedilerin arkasından.
-Ne istiyorsun benden? Yeter artık yeter!
Bir kadının sesiydi, gecenin karanlığını yırttı, pencerelerin camlarında
yankılandı, yıldızlara ulaşmaya çalıştı.
-Kes sesini orospuuuuu...
Kalın, nobran erkek sesiyle yıldızlara ulaşamadan ayaklarının dibine
düştü. “Üzülme” dedi fısıldayarak. Eğilerek yerden yıkılmış, perişan,
ezilmiş, çaresiz sesi aldı. Ses hıçkırıyor, hıçkırdıkça düşünceleri
ağırlaşıyordu. Yüreğinin çağrısı devam ediyordu. Ayaklarının götürdüğü
yola devam etti.
Hayallerini kaybeden insanlar mutluluğu da kaybediyordu. “Ne kadar
kolaymış mutluluğu kaybetmek” dedi hıçkırarak kadın. Hem kendini hem
kadını teselli etmek için “Üzülme, hayaller bitmez” dedi.
Yıldızlar muhabbetlerini iyiden iyiye arttırmışlar, olanı biteni
görmüyorlardı. Egosantirik ay, üç araçlık yere tek başına park yapılmış
bej renkli bir arabayı aydınlatıyordu. Bir tekme savurup arabayı ayın
aydınlığına fırlattı. “Şimdi istediğiniz kadar bencilleşin” dedi.
Yürüyordu, ses susmuyor hala hıçkırıyordu. Ne kadar daha hıçkıracaktı? Bu
hıçkırık tüm hayalleri yıkılan, umutları elinden alınan kadınlar içindi.
Denizler aklına geldi. Denizler ne çok hıçkırıkları sularında
dindirmişti. Ondan değil miydi dalgaları? Büyük acıların hıçkırıklarını
dindiren deniz, acılara neden olanlara olan isyanını kıyıları dövdüğü
büyük dalgalarında gösteriyordu . Filizlenmiş bir tomurcuk iken umutları,
elinden alınarak yüzyıllardır hoyratça savrulmuş kadının yitip gitmiş
yüreğinin acısını külleyecek denizler gerekiyordu. Bir nebze olsa
hıçkırıkları bir tebessüme, belki gülüşe belki de bir kahkahaya
dönüşebilirdi. Dalgalar kıyıları dövdükçe o gülücükleri, o kahkahalar
köpük köpük hoyratlığa, şiddete, baskıya ve zulme meydan okuyacaktı.
Ayakları acımıyor, bacakları yorulmuyordu. Yürüdü, yürüdü... Yüreğinin
müjdesine güveniyordu. Kendi bunaltısına çözüm olacak adımları attıkça
hıçkırıklar da ayak seslerine uyum sağlıyordu. Alışmıştı hıçkırıklara,
başlangıçtan beri kendisine eşlik ediyordu sanki. Midesi bulanmaya, başı
ağrımaya başlamıştı. Biraz daha yürüdü, midesinin bulantısı artmıştı.
Koşarak bir duvarın kenarına gitti. Kusuyordu, ağız dolusu kusuyordu.
Öğrüntü çok şiddetliydi. Bütün iç organları yerinden sökülürcesine
kusuyordu. Bulantıya sebep olan ne varsa sanki bir bir vücudunu terk
ediyordu. Düşünceleri temizleniyordu.
-İç denizleri, iç! Dalgalar geri döner. Ha ha haaaaaa!
İçi dışına çıkmış ama düşünceleri ağırlığını yitirmişken yeni bir yük!
Sesin geldiği tarafa başını çevirdi. Hala doğrulamıyor, midesini
tutuyordu. Kimseyi göremedi.
-Dalgaları hesaba katmadan denize açılan tekne sonunda batar. Bir defada aşamazsın o denizleri. Bak bana, acemiiiiii heyyyyyyy!
Duvara yaslanarak doğruldu etrafına bakındı. Her yer karanlık sokak
lambaları yanmıyordu. Ayın aydınlattığı karanlıkta kendisinden on adım
ilerde bir karaltı gördü. Geniş Omuzlu, orta boylu bir adama benziyordu.
Adama doğru ilerledi. Adamda yalpalayarak ona doğru ilerledi. Geniş
Omuzlu adam elinde bir şişeyi ona doğru uzatırken,
-Denizini yanında taşıyacaksın acemiiii.. Ki... Teknen dalgada batmasın.
Geniş Omuzlu adama yaklaştı. Ellili yaşlarda olduğunu tahmin ettiği adam
alkol kokuyordu. Üstü başı da o kadar kötü değildi. Belli ki kafası bir
şeylere bozulmuş yada bir şeyi kutlamış, ölçüyü de kaçırmış alkolün esir
almadığı bir adamdı. Söylediklerini düşününce boş biri olmadığını anladı.
-Ben içmedim, o nedenle tekneyi de batırmadım.
-Bak sen! Demek ki senin tekne karada battı. Ha ha haa! Geniş omuzlu adam
dolgun ve tok sesiyle güldü. Şişeyi uzattı.
-O zaman ıslat şu tekneyi ses yapmasın. Belki denize iteriz , ha ne dersin?
Uzanan şişeyi aldı. Gecenin bu saatinde itiraz ederek bir sarhoşla
uğraşmak işine gelmedi. Bir yudum aldı. Dilinin yanlarında ve damağında
hoş bir tat bırakarak boğazından aşağıya kayan içki yudumuyla, yanındaki
sesin hıçkırıklarının kesilmiş olduğunu hissetti. Keyiflendi,
ulaşacakları denize gitmek için bir nedeni olmayacağını düşündü. Şişeyi
tekrar geniş omuzlu adama uzattı.
-Sağ ol.
-Cıkk! Kalsın sende.
-Kalmasın.
-Yanındaki kadına ver ağlayıp duruyor! Kadınları ağlatma!
Şişeyi aldı, gözleri şaşkınlıktan fal taşı gibi açılmıştı. Kendisinden
başka biri daha hıçkırıkları duymuştu. Geniş Omuzlu adama hayretle baktı.
-Sen kadını görüyor musun? Dedi
-Kendi gerçeğinin içinde kaybolmuşsun acemi!
Aklı zeka küpünün parçaları gibi darmadağın olmuştu. Hiçbir rengi bir
araya getiremiyordu. Parmaklarını saçlarının arasında dolaştırdı,
avuçlarında kalan saçları çekti “Anlayamıyorum, ne yapıyorum ben?” diye
mırıldandı. Yüreğinin atışlarını dinledi, ona teklif ettiği davet hala
geçerliydi. Bedeni ve yüreği olmasaydı aklının oyunlarına yenik
düşecekti. “Kendi gerçeğimde nasıl kaybolmuş olabilirim? Ne demek istedi?
Neden aklımla oyun oynadı?” Geniş Omuzlu adama dönerek
-Ne demek bu? Dedi
-Sus! Kadını dinle!
-Duymuyorum bir şey.
-Dinle bir şeyler söylüyor. Hıçkırıkları arasında mırıldanıyor
Geniş Omuzlu adam hareket etmiyor başını sanki bir kapıyı dinler gibi bir
yana eğmiş, kadının söylediklerini duymaya çalışıyordu. Aynı hareketi o
da yaptı. Derinlerden kadının hıçkırıkları arasındaki sesi duyuyordu.
“Anlamadın beni, anlamadın beni, düşündüğün....” ses boşlukta yankılandı
ve düşüncelerinin arasından anılarına ulaştı. Ses yabancı değildi.
Annesinin sesiydi. Oysa annesi yıllar önce ölmüştü. Boğazı düğümlendi,
göz pınarlarından bir damla yaş ay ışığında usulca dudaklarına doğru
kaydı. Aynı anda anıları da film şeridi gibi gözlerinin önünden akıp
gitti. Beş yaşlarındaydı, bir adam ona gülümseyerek kollarını açıyordu.
Geniş Omuzlu, orta boylu bir adam.
-Anladım ben seni ama çok geç oldu. Denizler dalgalanmadan durulmuyor
işte! Diye fısıldadı Geniş Omuzlu adam. Şimdi O hıçkırıyordu.
Ay ışığı göz yaşlarında parçalanıyor, ışık hüzmeleri yapıyordu.
Parmaklarıyla gözyaşlarını silerken başını Geniş Omuzlu adama çevirdi.
Geniş Omuzlu adam gitmişti. Tıpkı yıllar önce babası gibi aniden yok olup
gitmişti. Kadının hıçkırıkları da kesilmişti. Şimdi ne Geniş Omuzlu adam
ne de hıçkırıkları kesilmeyen kadın kalmıştı. Yıllardır birbirini
anlamamaktan ayrı düşmüş iki insan, yıllar sonra ay ışığında birbirlerini
bulmuşlardı. “Aklımın sanrıları bunlar” dedi.
“Kendi gerçeklerinin içinde kaybolmuşsun.” demişti Geniş Omuzlu adam.
Kendi gerçekleri neydi? “İnsanın kendi gerçeği yaşamasıdır, yaşamak için
ihtiyaç duyduğu gereksinimlerini karşılamasıdır. Bunların dışındakiler
neydi?” Annesinin sözleri aklına geldi “anlamadın beni, anlamadın..”
Kendi gerçeklerimiz buradaydı işte kendimizi anlatmaya çalışıyoruz,
anlatabiliyor veya anlatamıyoruz.Yürümeye devam etti. Bunaltıları devam
ediyordu. Birilerinin birilerini anlamamasından doğan mutsuzluklar, başka
diğerlerini etkiliyordu. Sudaki dalgalar gibi yayılan mutsuzluk dalganın
başladığı yerde bulunan herkesi, istemeseler de etkilemiş oluyordu.
Adımlarını sıklaştırdı, insanların değerlerini yitirmediği,
bencilleşmediği, yüreğinin müjdelediği yaşamı bulmak için yola çıkmıştı.
Şimdi o yaşam kendi gerçekleri olmuştu.