ÖYKÜ

Güven Tunç  







"DİZELERE GÖM ŞAİR BENİ" *


Ankara...

Akşam...

Nisan Ayı...

Eski mahallelerden birinde, eski ve üç katlı bir apartmanda, teras katında...

Terasa açılan yanyana iki daire. Terasları ayıran ise bir balkon demiri yüksekliği o kadar. Çocuk atlasa geçer... Zaten elli yıldır da öyle olmuş. Çocuklar atlayıp atlayıp geçmiş. Birlikte büyümüşler.

İki iyi iş arkadaşı erkeğe, evlenirken, ailelerince, elli yıl önce yapılmış apartmandan, daha inşaattan, bu iki teras katı alınmış. Taze gelinler de iyi anlaşınca, aradaki demir parmaklıkları yükseltmeye gerek duyulmamış. Yıllar yılı öyle kalmış. Yıllar, yıllar böyle geçmiş.

Kovid19 günlerinden bir gün...

Havada bahar kokusu. Leylaklar açmış. Sokağa çıkamadığı için kimse koparamadığından çiçekleri dallarda kalmış. Dallar dolmuş, taşmış. Kokusu bütün mahalleyi ve geceyi sarmış.

Terastaki balkon demirinin iki yanına, birbirinden iki metre uzaklıkta ama aynı tabaklarda ve aynı yemeklerden iki ayrı sofra kurulmuş. Tazecik yeşilliklerden bol salata, domates ve sarımsak soslu; biber, patlıcan, patates kızartması, ev yapımı mis gibi ekmek, sıcacık mercimek çorbası ve salçalı makarna, bir de biraz ezine peyniri ile iki kasecik yoğurt... Masanın birinde bir kaç kutu bira...

Kutlama var...

Aydın işe girdi, onun kutlaması...

Terasın, Kale'ye bakan yönünün sağ yanındaki masada, otuzlarında iki genç kadın olan kuzenler, Aynur ile Sıla yanyana oturmuş, sol yanına ise Makbule, Aydın ve tekerlekli sandalyesinde Refik... Sıla'nın yanında köpeği Sarı... Sarı önüne konan mamaya saldırmış bile.

Makbule, Sıla'ya,

"Yavrum böyle olmadı ama ne yapalım. Şu salgın olmasaydı güzelce, aynı sofrada, bağırmadan, ağız tadıyla, konuşarak, hasret gidererek yemeğimizi yerdik." Aynur'u göstererek, "Ona kalsa maskeyle yedirecekti bize yemeği."

Sıla,

"Olsun Makbule Teyze, olsun, böyle de güzel... Bak bu korona olmasaydı ben toplantıdan sonra dönmüştüm hemen Almanya'ya. Sizleri göremezdim yani... " Kendi kendine söyler gibi, "Şimdi de gidemiyorum ama olsun. İstesem de böyle bir ara veremezdim hayata."

Aydın,

"Aslında gidebilirdin, daha uçuşlar yasaklanmamıştı."

Sıla, Sarı'nın başını okşayarak,

"Öyle de Aydın Abi, o zaman da Sarı'yı götüremezdim... Onu bırakamam... Evcil hayvanlara yasak seyahat..."

Aynur, bira dolu bardağını havaya kaldırarak


" Neyse bırakalım şimdi bunları... İzin çıkıncaya kadar buradasın, birlikteyiz işte... Hadi bakalım Aydın Abi, nihayet bir işe girebildin be canım."

Aydın neşeyle, gülerek yanıtladı,

"Öyle oldu be canım... Şaka bir yana da hâlâ inanamıyorum kızlar. Şans oldu Vallahi."

Makbule biraz memnuniyet biraz endişe taşıyan sesiyle,

"Allah razı olsun Yusuf'tan, o ayarladı. ama..."

Aynur heyecanla,

"Yusuf Amca'nın öyle çevresi mi varmış? Ben Refik Amca buldu sandım."

Makbule, bir an için tedirgin olmuştu, sonra yüzüne bakınca, kendi içine, derinlere dalmış olan Refik'in bu tümceyi duymamış olduğunu anlayarak rahatladı.

"Yok yok Yusuf buldu... O da emekli bir memur nihayetinde. Çevresi mevresi olduğundan değil. Denk geldi işte. Allah yüzümüze baktı sonunda. Baktı da..."

Sıla merakla,

"Nasıl bulmuş peki?"

Aydın gülerek,

"Ooooo çok uzun hikaye... Annem anlatsın"

Makbule, Refik'in tabağına yemek koyarken,

"Yusuf, Adli Tıp'ta çalışırken onun yanına gidip gelen gençten bir polis varmış. Cinayetlere bakarmış. İyi, efendi biriymiş. Bu bizimki ona yardımcı olmuş çok. Öyle öyle, aralarında bir ahbaplık gelişmiş anlayacağın. Nasıl olduysa da geçenlerde Yusuf'u arayacağı tutmuş çocuğun. Hani, 'Bu salgın sırasında ne yapıyorsun? Bir ihtiyacın var mı?' gibisinden. Allahın işi, nereden geldiyse, Yusuf'un da aklına benim oğlan gelmiş işte."

Aydın gülerek,

"Oğuz Abi gerçekten de iyi bir adam. Cinayete gittiğinde hemen bana haber veriyor."

Aynur hayretle,

"Ya Aydın Abi, cinayet cinayet diyorsunuz da, matematik mühendisisin ne işin olur cinayetle? Ürperdim akşam akşam ya."

Aydın,

"Eeee ben polis adliye muhabiri oldum ya."

Sıla atılarak,

"Hayda... Ben de gazetede deyince, olsa olsa muhasebe felandır dedim."

Aydın, Sıla'ya, muzip muzip,

"Kızım! Kızım! Öyle işler nerede? Sen burayı neresi sandın? On yıl oldu mezun olalı, camâât sayesinde, her sınavda dünyanın puanını kazanıp sözlülerde elendik hep... Bunca zamanda atanamadığımız gibi, üç beş aydan fazla tutunacağımız iş bile çıkmadı karşımıza. Yapılanları araştırmadılar bile..."

"O ne ya?"

Aynur, Aydının cevap vermesini beklemeden atıldı,

"Kuzen sen de her şeye Fransız."

"Yok Fransız. Alman ben, Alman." diye kıkırdayarak ekledi Sıla, "Şaka şaka! çifte vatandaşlığa geçmedim daha... Eee abi, işi anlatıyordun."

"Sonuçta bu benim bulduğum en istikrarlı iş işte kızlar. Öğreneceğim ve kalacağım bu işte ona göre alışın."

Makbule, Refik'in bardağına su doldururken,

"Ne bulunmaz iş ama..."

Aynur,

"Tehlikeli bir iş gibi be abicim."

Makbule,

"Ya nasıl tehlikeli olmasın? Ben de onu söylemeye çalışıyorum. Daha başlayalı üç gün olmadı, gecenin üçünde zır telefon, işe çağırıyorlar."

Aydın,

"Anne! Anne ya! Araba geliyor ya beni almaya, iş bitince de kapıya kadar getiriyor. Ne tehlikesi? Şimdiden başlama yahu."

Makbule,

"Bir de bir güzel kadınmış ki... Göreceksiniz. Eli ayağı, giyimi kuşamı tertemizmiş. .."

Sıla heyecanla,

"Kim? Kimden söz ediyorsun Makbule Teyze?"

"Dün gittiği işte... Kadıncağız Kızılay'ın ortasında, öylece..."

Aydın, kızların dehşete düşmüş gözlerini üzerinde hissedince,

"Ya Anne ya... Bir daha sana bir şey anlatırsam... Aşk olsun sana."

Aynur,

"Çok merak ettik Aydın Abi. Bize de anlatsana. N'olur? N'olur? Bak kimseye anlatmayız. Söz. Söz."

Aydın,

"Hiiişşşttttt kızlar bağırmayın ya. Tüm mahalle duyacak şimdi."

Sıla fısıltıyla,

"Hadi be Abicim ya... Bak, Türkiye'de yaşayan bekar bir arkadaşım var. Tanıştırırım seni, ona göre..."

Makbule,

"Aman, şimdiye kadar tanıştırmamış da. Hem artık onun var bir tane."

"Anne bu kadarı da olmuyor artık ya... Sana ne oldu bugün böyle. Ardı ardına gol... Vallahi Bravo sana."

Aynur,

"Biz yabancı mıyız? Tabi anlatacak da, o konuyu karıştırmayalım şimdi? Gerçekten merak ettik. Hadi ya, yalvartma bizi."

Aydın,

"Aslında bir kadının, Kızılay'ın göbeğinde ölmesinden başka bir hikayesi yok ki konunun."

Sıla,

"Nasıl yani? Anlamadım... Tabancayla mı? Bıçakla mı? Kadın cinayetidir kesin... Kahrolasılar... Bi bitmediler gitti."

Refik, Sıla'nın bu sözleriye baştan beri kapandığı içinden, gözleri iri iri açarak çıktı ve konuşulanlara kulak kesildi. Makbule onun bu halini fark etti ama diğerlerine çaktırmadı.

Aydın,

"Yok öyle bir şey. Kan yok... Cinayet aleti yok... Belki cinayet bile değil..."

Aynur,

"Ne yani? Koronadan mı ölmüş kadın?"

Aydın,

"Hayır... Hayır... Oğuz Abi, 'Hastalıktan ölmeye benzemiyor bu,' dedi, 'Korona olsa buraya gelemez, bu kadın atmış beş yaşın üzerinde, yetmişlerinde, sokağa çıkma yasağını delip de bu saatte buraya gelebilmesi çok zor, normal bir ölüm değil bu.' dedi. Ondan üzerinde durdum.İlginç geldi yani..."

Sıla, dikkatini, karnını doyurup oradan oraya koşturmakta olan Sarı'nın, terasın dış parmaklıklarına yaklaşıp uzaklaşmasından alarak,

"Ben hiçbir şey anlamadım." Aynur'a dönüp, "Sen bir şey anladın mı?" diye sordu.

Aynur ise düşünceli,

"Ne tuhaf? Güzel kadın deyince ben bile genç bir kadın anladım... Biz bile güzel kadın deyince genç anlıyoruz... Ama sormadan da geçemeyeceğim. Nasıl bir güzeldi ki bu kadın?"

Aydın, telaşla,

"Öyle değil... Öyle değil... Hani bazı insanlar hep güzeldir, yüzlerinde sanki gülümseyen bir güzellik vardır ya öyle bir kadındı işte. Yüzü aydınlıktı yani... İlginç olan, o saatte, sokağa çıkma yasağına rağmen, ki bize bile gidip gelirken kırk kez durdurup görev kağıdı ve kimlik soruyorlar, bu kadının Yüksel Caddesinde, İnsan Hakları Heykelinin yanına gelip orada ölmesiydi... "

Sıla, Aynur'a dönüp,

"Hangi heykel bu?"

Aynur,

"Kızılay'da, metrodan çıkıp kitapçılara giderken, yolun tam ortasında, kitap okuyan güzel bir kadın heykeli var ya işte o. Okuduğu da, Evrensel Beyanname."

Sıla, Aydın'a,

"Onunla mı bir ilgisi var ki?"

Aydın sesini iyice alçaltarak,

"Bilmiyorum. Ama anladığım kadarıyla Oğuz Abi boş konuşan bir adam değil. O, bu ölüme çok önem verdi... Anadolu'da bir çok yerde bazı insanlar öleceği vakti bilirmiş. 'Acaba onlardan mı?' diye düşündü... Belki de kadının avcundaki kâğıttta yazanla bir ilişkisi vardır Oğuz Abinin ilgisinin?" Durdu düşündü, "Belki o tülbent parçasının içinden çıkan karanfille?... Bilmiyorum ki kızlar."

Aynur,

"Çiçek karanfil mi çıkmış çıkınından?

"Hayır Hayır! Hani şu yemeklere konandan, çiğnenenden."

Sıla,

"Ağzından da kerpetenle laf alınıyor abiciğim? Kadının avcundaki kağıt nereden çıktı? Neden baştan söylemiyorsun? Ne yazıyormuş? Çıkınında başka ne varmış?"

Bu arada Refik, Makbule'nin kolundan tutmuş, gözleriyle evi işaret etmeye başlamıştı. Makbule sabunlu bir bezle Refik'in ağzını, ellerini sildi. Sonra duru suyla yıkanmış bezle sürdürdü temizlemeyi.

Refik gülümseyerek kızlara el salladı, Kızlar bir ağızdan,

"İyi geceler, iyi geceler."

Aydın annesinden önce fırladı, Refik'in tekerlekli sandalyesini kavradı.

Sıla, Aydın'a,

"Tam da en heyecanlı yerinde... Çabuk dön abi, bu işi sonuna kadar anlatmadan elimizden kurtulamazsın."

Aydın,

"Tamam tamam, sessiz olun biraz. O kadar hızlı da içmeyin."

Ana oğul Refik'i yatırmaya giderken Sıla, heyecanla Aynur'a,

"Sabahtan bu yana soracağım, soramadım... Bu Ramazan Amca ne kadar değişmiş? Ne zaman hastalandı da felç geçirdi böyle?"

Aynur,

"Sen de bu gece pot üzerine pot... Canım benim, Ramazan Amca öleli on yılı geçti ya... Bizimkilerin kazasından bir yıl önce öldü ya o... Teyzemle eniştem bile geldi cenazesine. Unutmuşsun sen her şeyi."

"Unutmadım da... Annenle baban..." Üzüntüyle gözlerini kaçırdı. İçini dökercesine, "Hafızam zayıfladı sanki. Bazı şeyler tamamen kayıp... Bazı şeyleri de birbirine karıştırıyorum."

"Geçer, geçer. Tezinin altından kalktın, doktoranı tamamladın ya gerisini takma. Biraz kafanı dinlersin olur biter."

Sessizce oturup bardaklarından birer yudum aldılar. Sokaktan lambaları yana söne bir ambulans gelip geçti... Yakınlarda bir bebek ağlayıp sustu... Uzaktan uzağa, çıplak bir erkek sesinden bir uzun hava çalındı kulaklarına... İçercesine dinlediler... Türkü bitince, Sıla kalktı Sarı'yı kucaklayıp gelip yerine oturdu.

"Çok yaşlandı bu teyzesi, çok yaşlandı. On dört oldu bu sene. Kulağı duymuyor. Gözleri az görüyor." Sonra dayanamadı, "Bu adam kim peki? Makbuş'un kardeşi felan mı?"

"Değil."

"Bugün de olaylar olaylar yani? Kim bu adam peki?"

Aynur, bardağından koca bir yudum alarak,

"Esas olay burada aslında... Evvelki yıldı, bu Makbule Teyze, iki günde bir ortalıktan kayboluyor. İki günde bir, hem de giyinip donanarak ortalıktan kayboluyor... Aslında ben fark etmedim de Aydın Abi fark ediyor. Bana sonra söyledi. Makbuşun çıkıp çıkıp bir şeylerin peşine düşmesine alışık da böyle giyinip süslenmesi garibine gidiyor..."

"Eeeee?"

"Geldi bana söyledi işte. Ben de baktım aynısı... Biz de düştük bir gün peşine... Gide gide gitti bir bakımevine. Onun bakımevine gitmelerine alışkınız da bu öyle değil. Bir lüks bir sosyetik anlatamam... Biraz bekleyip binadan çıkar çıkmaz bastık biz bunu... Anlatsam roman olur inan... Mübarek kadın, bu kadar sene nasıl sakladın sen bunu? Meğer Makbule Teyzemiz Ramazan Amca ile evlenmeden önce bu Refik Amca ile nişanlıymış."

"Hadi ya?"

"Daha dur? Nişanlıyken Refik Amca mimarlık son sınıftaymış ve okulundan başka bir kızla görüşmüş. Makbule Abla da bunu duyunca nişanı atmış... Aslında bir çeşit, 'Çalıkuşu' hikayesi."

"Eeeee sonra?... İş nasıl buraya gelmiş onu anlamadım."

"Gel zaman git zaman Refik Amca da yaşlanmış, gece hayatı, aşırı alkol, günde iki paket sigara... Üstüne üstlük bir de felç geçirmiş... Yıllar önce boşandığı karısı ve Amerika'ya yerleşen çocukları da olmayınca, olan olmuş, kendine bakamamış, düşmüş... Bir yakını haberdar olmuş da getirip bu bakımevine yerleştirmiş... Aslında zamanında Ankara'nın önemli mimarlarından biriymiş."

"Makbule Teyze de garibanlara hiç dayanamaz mutlaka sahip çıkacak."

"Adam gariban değil, tonla parası var bankada ama bir kuruşunu sokmazlar bu eve... 'Ölünce çocukları ortaya çıkar, gelip alırlar' der, Makbule Teyze."

"O zaman bu Makbuş gidip, aşkına mı sahip çıkmış?"

"Başta herkes öyle sandı ama biraz vicdan herhalde... Aydın Abi, aydın adamdır da çevreden acayip çekinir. O bile nikahsız nesiz eve getirmesine hemen razı olduğuna göre öyle bir durum yok aralarında... Makbule Teyze, Refik Amca'yı yıkar, giydirir, yedirir, içirir ama ona bir kere bile aşkla baktığını görmedim."

"Sen anlamamışındır aşktır bu aşk... Mahalle ne dedi peki?"

"Pek bir şey demedi... Aslında belki çok konuşacaktı ama sesleri çabuk kesildi."

"Bu mahalleden bahsediyoruz?"

"Evet bu mahalleden bahsediyorum... Ama olayları bilmiyorsun..."

"Bilmiyorum... Bilmiyorum... Nedir bu? Her anlattığınızda bir esrar perdesi arkadaş."

"Atıf'ların apartmanda Saliha diye bir kız vardı ya..."

"Atıf nerelerde acaba kız? Hâlâ öyle yakışıklı mı?"

"Bırak şimdi Atıf'ı ya. Bir şey anlatıyorum şurada."

"Tamam, sustum, dinliyorum. Saliha'yı da hatırlamadım işte."

"Aslında hatırlarsın çok iyi bir kızdı. Okuldan alıp erken evlendirdi babası onu. Liseye gidiyorduk daha... Sesi soluğu çıkamadan evlendi gitti arkadaşımız. Koptuk gittik birbirimizden. Meğer her gün dayak yermiş gittiği yerde. Bizim ne haberimiz? Ne zaman ki ilk kızı büyüyüp de aklı biraz erince, babası olacak alçağa karşı çıkmış... Bir akşam bağıra çağıra, mahalleyi ayağa kaldırarak annesini kardeşlerini alıp buraya getirdi çocuk haliyle... Adam da arkalarından ve elinde de bir döner bıçağı...Saliha'nın babası da onları içeri almıyor mu... Neyse işte, biz, polis, komşular müdahale ettik, Salihalar eve girdi, adamı götürdüler filan."

"Neler olmuş ya. İnsanlar neler yaşıyor."

"Çok uzak değil bu konular artık. Ne yazık ki şiddet, her yerde her zaman oluyor... Sonra işte hep yaşanan şeyler. Adam Saliha'dan vazgeçmedi... Biz de ne yapalım? Önce bir boşanma davası açtık sonra bir uzaklaştırma kararı... Bu arada mahallenin kadınları başta Makbuş, toplanıp, Saliha'nın babasını bir güzel ikna etti. O baba, baştan biraz diyaretli davransaydı, ne Saliha ne çocukları bu kadar çekerdi... Neyse, Saliha'nın kocası, bu kez de kızın okuluna gitmeye, gündüz gözüyle evin çevresinde dolaşmaya başlamaz mı? Gerisi bildiğin hikaye... Adam bir gün gelecek ve Bizim Saliha ve çocukları bitirecek... "

"Eeeee?"

"İşte tam burada, Refik Amca konuya müdahil oluyor.

"Nasıl yani?"

"Refik Amca yaz kış terasta oturur. Kış için arka tarafı camla kaplattılar, bir de elektrikli ısıtıcı, tamam. Onun sabah kahvaltısı, öğle yemeği, akşam yemeği, çayı, çorbası hep orada... Koah hastası da olduğu için içerileri pek sevmez, sabah çıkar akşama kadar orada. Makbule Teyze de işlerini bitirince yanına gelir. Otururlar öyle. Misafirleri bile orada ağırlarlar."

"Anladım, anladım, sadede gel çabuk."

"Bu Refik Amca, sen tut, Saliha ve çocukları ile ilgili olarak yanında konuşulanlara kulak ver... Demek ki o zamanlar bir hayli konuşulmuş... Adamı gözüne kestir..."

"Daha neler?"

"Yok yok! Öyle bir şey değil... Adam her sokağın köşesinden göründüğünde, Refik Amca elinde ne varsa, çay fincanı, çatalı, kaşığı, ne varsa işte, masaya vurmaya başlıyor. Hem de ne kuvvetle. Kaç bardak kırıldı bilmiyorum. Bir de bas bas bağırıyor ki duymak istemezsin."

"Benimle dalga geçmiyorsun değil mi?"

"Sarhoş oldun, tam geçilecek havadasın ama inan geçmiyorum... Önceleri bağırmasının neden olduğunu anlamadık ... Ama zamanla, göstere göstere bize anlattı adam... İşte böyle böyle de bir efsane oldu Refik Amca. Kimin öğrencisi? Biz bunun sistemini bile kurduk...Vallahi diyorum bak... O daha elindekini masaya vurur vurmaz, Makbule Teyze koşup gelip, terasa astığı bir zil var, o zili çalar. O arada mahallede onu duyan kim varsa dışarı çıkar. Dışarı koşar hatta ve çevremize, yanımıza yöremize dikkatle bakarız... Geleni tanımasak bile bizim bu dikkatimiz, geleni, yapacağı saldırıdan vazgeçirir... Arkasına bakmadan tırıs tırıs gider... İnanmazsın böyle böyle kaç kadını katilden, kaç çocuğu istismarcıdan kurtardı... İclal diye bir uzman var, bu konuda makale bile yazdı... Meşhur olduk yani... İşte bu yüzden de mahallede Refik Amcayı çok sever sayarlar... Abartı olmazsa, o mesleğinde bile bu kadar sevilip sayılmamıştır belki. Belki bu kadar mutlu da olmamıştır. Gördün mü ne kadar güzel gülerek gitti içeriye..."

"Güzelmiş be!"

"Güzeldir... Kendiliğinden gelişti, belki de o yüzden güzel. Seni koruyacak kimse olmayınca kendini korumayı öğreniyorsun işte... Ay çok mu yedik ne, şiştim biraz."

"Ben de öyle... Nerede kaldı bunlar?... Ama ben sana son bir şey söyleyeyim mi? Gerçek sevgi bu olmalı... Kadın ya da erkek fark etmiyor, sevdiğinin kendisine saygısını beslemek gerek. Bence Makbuş bu dedeyi seviyor."

"Bilemiyorum. Makbuş herkese böyle davranır ama haklı da olabilirsin... Aman sus geliyorlar."

Sıla, kendilerine doğru yalnız gelen Makbule'ye,

"Aydın Abi nerede? Uyudu, deme sakın... Bizden kaçamaz."

"Daha içeri girer girmez aradılar çocuğu... Gitti o Vallahi... Sabaha kadar gelmez şimdi... Gel de merak etme."

Aynur, Makbule'ye,

"Gelince söyle ona, onu affetmiyoruz ve tüm ayrıntıları öğrenmeden yakasını bırakmıyoruz. Hadi o zaman toplayalım sofraları. Senin tarafa geçip de yardım edeyim mi?"

"Yok ben toplarım... Oğlan gelinceye kadar oyalanırım hem."

Sıla elinde bulaşıklar, ardında yaşlı köpeği Sarı, dikkatle yürüyüp içeri yönelmişken, Makbule'ye,

"İyi geceler Makbuş Teyze, ellerine kollarına sağlık, kızartman şahaneydi yine. Tam çocukluğumuzdaki gibi."

"Afiyet olsun kızlarım. Hadi iyi geceler. Ben biraz televizyona bakıp öyle toplayacağım soframı. Aydın gelene kadar uyku yok bana..." deyip, terliklerini sürüye sürüye içeriye girdi. Önce Refik'in yattığı odaya girdi. Üstünü açıp açmadığını kontrol etti. Sabah uyanır uyanmaz içireceği mide koruyucu ilacı ile bardağı ve suyu hazırladı, başucundaki komodinin üzerine koydu. Sonra salona geçip televizyonu açtı. Televizyonun karşısındaki kanepeye oturdu, ayaklarını kanepenin önündeki sehpaya uzattı. Torbasını hep kanepede tuttuğu örgüsünü çıkardı. Dalgın dalgın örmeye başladı... Yorulmuştu çok. Aynur'a kıyamamış, kızartma işini üstlenmişti. Çok yoruluyordu yavrucak. Çok yoruluyordu da yeterli para kazanamıyordu sanki. O hiç şikayet etmese de anlıyordu. Eline doğmuş elinde büyümüş çocuktu. Bakışından bile anlardı ruh durumunu... Özellikle anne babası o tren kazasında ölüp de yalnız kaldıktan sonra... Ne onun ne Aydın'ın şansı vardı... Kaderleri gülmemişti yüzlerine bu çocukların. "Aman, medeniyetin olmadığı yerde, her şeye kader diyoruz, çıkıyoruz işin içinden..." diyerek, sıkıntıyla şişleri bir yana bıraktı. Kumanda elinde, eğlenceli bir şey bulurum diye o kanaldan bu kanala geçti durdu.

Aynur, tabakları peçeteyle birbirine sıyırıp, bulaşıkları üstüste diziyordu ki bu sefer, başka bir yerden başka bir melodi geldi takıldı kulaklarına. "Yıldızlı semalardaki haşmet ne güzel şey..." Farkında olmadan gerisin geri oturdu. Şarkıyı dinleyecekti ama zihni düşüncelere aktı gitti. Bir aya yakındır her gün kendisi gidip bizzat büroda bekliyor ama kimse gelmiyordu. Mahkemeler kapalı, duruşmalar yapılmıyordu ama danışmak ya da davanın seyrini sormak için bile aramıyordu müvekkiller. Bir yanda kâtip olsun, bir meslek edinsin diye yanına alıp yetiştirmeye çabaladığı Ayça'yı gönderdiği ücretli iznin parası bir yanda büronun kirası duruyordu, içinden çıkması gereken durum olarak... Öte yanda Zafer'in çalıştığı hukuk bürosundan gelen teklif... Bağımsız olabilecek mi? Ayça'yı yanında götürmesine izin verilecek mi? Bir de Zafer... Zafer'in kendi teklifi...Bir yanda olur olmaz yerde, aklında gelip gelip duran Ali...

Sıla, mutfağa bulaşıkları bıraktığında başının bir hayli döndüğünü fark etti. Elindekileri tezgaha bırakıp sakince odaya gitti. Eşofman takımın üzerine giymiş olduğu hırkayı, çoraplarını çıkarmadan yatağa uzandı. Sarı ise Aynur'un onun için köşeye serdiği eski battaniyenin üzerine kıvrılmış, kıvrılır kıvrılmaz da uykuya dalmıştı... Sıla, sabırlı olmaya çalışarak başının dönmesinin geçmesini bekliyordu. Kafası bulanıktı. Derinden derine buraları özlediğini fark ediyordu. Gelirse de, nefes alamamaktan ölesiye korkuyordu... Oralarda kalırsa, oralarda aldığı nefesin tatsız tuzsuz bir nefes olduğunu biliyordu... Tezi bitmiş, dibe bastırdığı bütün duyguları yukarıya çıkmaya başlamıştı yeniden... Karen'in dediği, 'aydın bunalımı' içinde debelenip duruyordu... Duygudan duyguya, düşünceden düşünceye akarak, karışarak uykuya daldı gitti.

Aydın görev dönüşü, annesinin tüm tembihlerine rağmen araçtan iki sokak önce inmiş yürüyordu. Her ihtimale karşılık, görev kartının cebinde olup olmadığını kontrol etti. Maskesini yüzünde bıraktı. Sevimlerin apartmanın kapısının önünden geçerken bir heves, Sevim'e, "Çok geç bir saat, ama uyumadıysan pencereye çık ya da kapıya in, yüzünü göreyim." diye mesaj çekti. Durdu, bekledi. Tam yoluna devam edecekti ki mesaja yanıt vermemiş olan Sevim, kendisi gelmiş, koşarak kapıya çıkmıştı. Birdenbire karşısına çıkan Aydın'ı öyle maskeli görünce de kızı bir gülme tutmuştu. Aydın alınır gibi olduysa da sesini çıkarmadı. Kapı aralığında mesafeli mesafeli durup biraz fısıldaşıp ayrıldılar. Şu kötü günlerde, kapı önü buluşmalarının eski tadı olmuyordu... Uzaktan uzaktan konuş konuş dur...

Aydın Sevim'den ayrılıp tekrar yola düştüğünde maskesini çıkarıp tersine doğru katladı annesinin cebine koyduğu şeffaf poşete koyup düğümleyip önüne çıkan ilk çöp konteynerine attı. Kendini şimdi daha özgür hissediyordu. Montunun yakasını açtı, ellerini pantolon cebine soktu, yürüdü... Zihni yavaş yavaş Oğuz Abisinin söylediklerine kayıyordu. Önceki gün gittiği olay yerindeki kadının otopsisi tamamlanmıştı... Kadın öldürülmemişti, bildiğin, ölmüştü... Ama kendi kalbini çatlatarak ölmüştü sanki... Tam da İnsan Hakları Heykelinin dibinde... Tam da varır varmaz...Bir kadın, bir kadın heykelinin kaidesine oturmuş, sanki bilerek isteyerek kendi kalbini parçalamıştı... İşte bunlardan kesinlikle emindi Oğuz Abisi. Emin olamadığı ve bilmek istediği ise bu kadının öleceğini bilmesi değildi. Nasıl bildiği de değildi... Anadolu'da kaç yerde, öleceği günü, saati bilen insanlar vardı. Biliyordu... Karşılaşmıştı... Konuşmuştu hatta... Oğuz Abisinin bilmek istediği, ölüm saatini nasıl dakikası dakikasına bu kadar ayarlayabildiğiydi... Bir de ne kadar araştırılmışsa; o kadar işyeri, işhanı kamerası varsa bakılmış da kadının bir tane görüntüsüne bile rastlanılamamıştı... Bu kadın Kızılay'ı nasıl bu kadar iyi biliyordu? Dil Tarih Fakültesinden dereceyle mezun olup da kendisi gibi mesleğini yapamayan, atanamadığı için polis olan Oğuz Abisi, bunu da çok merak ediyordu... Bu bilgileri, yazılmamak koşuluyla anlatmıştı kendisine... Her gittiği habere böyle baksın, hikayesini görsün diye paylaşmıştı, Oğuz Abisi, "çaylak muhabir" diye takıldığı Aydın'a...

Konuşmalar zihninde dolaştıkça Aydını bir sıkıntı sardı...Yazılmamak koşuluyla anlatılanı kızlara nasıl söyleyecekti? Söylenemezdi. Ya uyumamış da onu bekliyorlarsa cadılar? Olsun, ne kadar sıkıştırırlarsa sıkıştırsınlar söylemeyecekti. Ama kadının avcundaki kağıtta yazılı dizeyi söyleyebilirdi. Onu gazetedeki haberinde yazacaktı zaten.

"Yazsam yasak bir kitaptır yaşadığım." **

Oğuz raporunu tamamlamaya şubeye gittiğinde ilk kez bir ölümü bu kadar merak ettiğini fark etti... Şaşırdı... Ölümden, ölüm şekillerinden dehşete düşmeye benzemeyen bir duygu... İlk göreve başladığında gördüğü vakalardan, yaşadığı cinnet duygusundan, yemek yiyememeye, su içememeye, uyuyamamaya, yatamamaya, dokunamamaya, bakamamaya, hissedememeye varan, çıkıncaya kadar kaç psikiyatristten geçtiğini hatırlamadığı kilitlenmeden farklı bir his... Bilakis... Bilakis... Bu çok daha insani... Sanki hiç cinayet görmemiş gibi... Hiç ölümle karşılaşmamış... Bu mesleğe girmemiş de sivil tarih üzerine çalışmalara dalmış bir öğretmenin ruh hali... Daha duygulu... Söylemeye dili varmıyor ama daha duygudaş... Hem tülbent hem de içine saklanmış bir küçücük, minicik, olay yeri incelemenin dikkati olmasa tülbentten düşüp gidecek, kimsenin haberi olmayacak bir karanfil tanesinin, bir dizenin kendisinde yarattığı duyguya şaşarak içinden yükselene bakmayı sürdürüyor Oğuz...O gece sabaha kadar bir dize bir tülbent parçası ve bir karanfil tanesinin peşinde öylece kaldı... Kadın, sanki onun nenesi, annesiymişcesine, ölümüyle bile olsa elindekilerle bir güzellik yapıp, Oğuz'u sarıp sarmalıyordu... Sarıp sarmalıyordu...

O akşam, tüm olanları tüm ayrıntısıyla heykelin karşısındaki apartmanın beşinci katından izlemiş olan Sedat, birleştirdiği iki masa üzerine minderlerden yaptığı yatağa uzanmış, açık pencereden gökyüzünü izliyordu. Yüksel'in en kıdemli garsonu Sedat, kendi kendine söylenip duruyordu...

"Toprağına karıştın mı sonunda Telli Teyzem? Kavuştun mu özlediklerine?"

____________________________

*   Kıvılcım Vafi
** Mehmet Mahzun Doğan

 


dizin    üst    geri    ileri    


 



 15 

 süje