Çok sigara içiyorsun, diyor benim için artık niteleyicisi olmayan bir ses
tonuyla. Kafamı hafifçe çevirip, yan gözle süzüyorum onu. Başımı
sallıyorum. Susuyoruz. Yine . Yaklaşık yarım saattir bir aradayız ve bu
sürenin çoğunluğu suskunlukla geçiyor. Oturduğumuz bankın az ilerisindeki
gölette dolanıp durmakta olan ördeklerin arada çıkardığı sesler de
olmasa, boşlukta olduğumuzu düşünebilirim; sesin bana ulaşmasını
sağlayacak varlıklardan yoksun bir boşluğun içinde kalakaldığımı örneğin.
Düşüncesi bile dayanılmaz. Ondandır ki, nadir anlarda kendiliğinden gelen
o direnç zihnimi dürtüklüyor. Sessizliği bozuyorum.
“İçeride içmiyorum, yasak. Sadece bahçeye çıkınca.”
Anlayışla gülümsediğini hayal ediyorum yanımdakinin çünkü yüzünde hala o
beyaz fon var. Buraya geldiği ilk dakikalarda daha beyazdı sanki. Bir
yüzde bulunması gereken tüm o organlardan yoksun, beyaz bir fonla
kaplanmış bu yüzlere alıştım artık. Bir süredir baktığım yüzlerin büyük
çoğunluğunda o fondan başka bir şey yok. Şimdi bu yemyeşil, içinde sahici
ördeklerin yüzdüğü yapay bir göle sahip bahçedeki bir ağacın altındaki
bankta yan yana oturduğum yüzsüz varlık, geldiğinde adını söylemediği
için, onun kim olduğunu bilmiyorum. İsimleri anımsıyorum; isimleri olan
insanların yüzleri de oluveriyor bir çırpıda.
Sana birkaç kitap getirmiştim, diyor isimsiz olduğundan bir yüzden de
mahrum olan. Ama kitap okumana izin yokmuş, öyle söyledi hemşire. Yine de
kitapları teslim ettim ona, bir gün izin çıktığında sana vereceğine söz
verdi.
Yüzündeki fon beyazdan ekruya dönmeye başlamış olan adama dönüp bakıyorum
tekrar. Kitap...
Okumama izin vermiyorlar, diye açıklama yapıyorum. Ördeklerden biri bir
çığlık koparıyor o sıra. Bizi öğle sonu güneşinden koruyan, altında
oturduğumuz çınarın gölgesi beklenmedik esintiyle titriyor aynı anda.
Yanımdakine adını sorarak, onu bir yüze kavuşturabileceğimi düşünüyorum.
O ise, ortak tanıdıkların adlarını sıralıyor birbirinin ardısıra, aralara
artık beni pek de ilgilendirmeyen yaşam öyküleri sokuşturarak. Telaffuz
ettiği her isimle bir yüz belirirken belleğimde, yanımdakini anımsamak
istemediğime karar veriyorum. Ya kendi adını da söyleyeceği tutarsa?
İçimden omuz silkip, akışa müdahale etme telkininde bulunuyorum kendime.
Ne getirmiştin, diye soruyorum sonunda merakıma yenik düşüp. Gülüyor,
kıkırdamasını işitmesem, bu gülüşten haberdar olamayacağımı düşündüğümün
farkında olmadan gülüyor. Hiç demeyeyim ne getirdiğimi, diyor. Sürpriz
olsun bir gün eline geçecek olurlarsa.
Bu an, tam şu saniye, müzik için en uygun zaman olmalıydı ki, ördekler
bildik şarkılarına, koro halinde vaklayarak başlıyorlar. Müziğimiz de
tamam, diye geçiriyorum içimden. Beriki konuşmaya başlıyor. Yine.
Daha önce gelemediğime kızıyorum. Gelmek istedim ama bilirsin, hep bir
şeyler oluyor, diyor. İçimden ona eşlik ediyorum ben de: Bilirim.
Günlerden söz ediyor. Onların, günlerin yani, nasıl içi boş bir
dolulukla, hem de hızla geçmekte olduğundan; hayatın akışına kapılıp
gidiyor olmaklığından huzursuz olduğundan, aslında beni sık sık
düşündüğünden ama işte, bu gün olana dek gelememiş olmasından...
Odamı görmek ister misin, diye araya giriyorum. Onu susturabilmek için
başka bir yol gelmediğinden aklıma. Olur, diyen sesini duymadan
fırlıyorum ayağa. Kalkıp yetişiyor bana ve koluma giriyor. Yüzüne,
olmayan yüzüne bakarken kolumda alevlenen ateş hızla yol almaya başlıyor
ulaşabildiği yerlere doğru. Buna dayanabilirim, buna ancak ördeklerin
tanıklığında dayanabilirim. Gölete doğru sürüklüyorum onu. Etraf
kalabalık şimdi o bankın sakinliğine nazaran. Bahçe, özellikle de göletin
etrafı, ben gibi, buranın yerlileriyle dolu. Kimileri ördekleri izliyor,
genç bir kız şarkılarına eşlik eder gibi. Kimisi ağaçlıklı yol üzerinde
yürüyüş yapıyor. Üçüncü katta kaldığını sandığım adam, sayı adamı adını
vermiştim ona, sayılabilir herhangi bir şeyi kaçırmaktan ödü kopuyor gibi
olduğundan. İşte o, bir bankın tepesine çıkmış, bir ağacın yapraklarını
sayıyor.
Göletin yanında duruyoruz. Güneş sırtımızda, kolu kolumda. Şaşkınım ve
gözümü kolumdaki kolundan ayıramıyorum. Sonra, nasıl anımsamış olduğuma,
şaşırarak o dizeleri aklımdan geçirmekte olduğumu fark ediyorum.
“başını menekşeye koydu uyudu
Bir güvercin çalılığın orada
Hani görmeye gittikti güneşli günde
Parkı ve ördekleri
Yıllarca sonra. Savaştan
Ekmek kırıntıları attıktı havuza
Bir elim omzunda seyrettikti uzun uzun
Dünyayı ve çiçekleri
Nedense durgunlaşıverdindi bir ara
Çok değil, en fazla birkaç dakika
Ve dedindi ki, mutluluktan da boğulabilir insan.”
Boğulacak gibiyim. Kolunu kolumdan itip, hadi, diyorum. Odama gidelim.
İkinci kattaki odama doğru yürürken, konuşmazsam yine koluma girebilir,
beteri elimi tutmaya kalkabilir endişesiyle konuşmaya başlıyorum:
Anlatıyorum.
Burada edindiğim yeni alışkanlığımdan söz ediyorum ona. Kurdeleler,
boncuklar, tüllerle süslediğim giysilerden bahsediyorum. Doktorun
fikriydi, diyorum. Önce pek yüz vermediğim bir istekti. Sonra bir gün
odama, bir dolu incik boncuk, makas, kurdele, tül, yaldızlar ve üzerinde
hiçbir şey olmayan dümdüz tişörtler getirdi. Al, dedi. Süsle bunları. Bu
benden de deli, diye düşündüğümü anlatıyorum yüzü olmayan yakınıma. Sonra
başladım işte, diyorum. Hoşuma da gidiyor üstelik.
Anlatmıyorum:
Kitaplarımı elimden aldıklarında, onlardan uzak kalmam gerektiğini
söylediklerinde – söz’müş beni hasta eden, öyle diyor doktorlar -
süslediğim her giysinin zihnimde başka bir kitaba dönüştüğünü. İncik
boncukla bezeyeyim diye herhangi birini elime aldığımda, zihnimin başka
bir kitabın kapağını açmakta olduğunu.
Odamın kapısındayız. Sırrımı fark edip etmeyeceğini umursamadan alıyorum
onu görünmez kütüphanemden içeri. Loş koridorlardaki yürüyüşümüzün
ardından, kapıyı açmamızla birlikte odayı doldurmuş olan güneşin
aydınlığı bir an için sersemletiyor bizi. Ardından masanın üstündeki
kumaş ve öteberi karışıklığı çarpıyor gözümüze. Onu masaya doğru itip,
hevesle göstermeye başlıyorum süslü giysi kılığına girmiş kitaplarımı.
Yüzü olsaydı da, orada belirmiş olduğunu sandığım şaşkınlığı
görebilseydim diye hayıflanırken, onun elimden çıkma her bir parçaya tek
tek dokunan ellerine bakıyorum. Ellerin hafızası olduğunu, göletin
başında durduğumuz an anlamıştım. Elime değen elinin belleğimi serseme
çeviren temasından bu yana, ellerinden gözlerimi alamayışımın başka
açıklaması olabilir mi?
Bunlar çok güzel, diyor sonunda her birine tek tek dokunduktan sonra. O
esnada elinde “Maldoror’un Şarkıları”nı tutmakta olduğunun farkında bile
değil.“ Tırnaklarını şöyle on beş gün uzatmalı insan” cümlesi
kendiliğinden dökülüyor ağzımdan. Kendimi tutmasam, “ O kokular. O sözle
anlatılmaz hazlardan alabildiğine hoşnut kalacak olan burun deliklerin,
güzel kokulardan, buhur kokularından başkasını duymak istemeyecekler bir
daha; çünkü o canım göklerin görkeminde ve dinginliğinde yaşayan melekler
gibi eksiksiz mutlulukla tıkabasa doymuş olacaklar.” cümleleriyle devam
edebilirdim. Toparlanıp şarkıları elinden alıyorum.
Bir de şuna bak, diyerek “Şeytanın Saati”ni tutuşturuyorum eline.
Yakasına, eteklerine ve kol kenarlarına kırmızı tülden biyeler geçirip;
üzerini rengârenk boncuklarla bezediğim tişörtü iki elinin arasında
tutup, kendinden uzaklaştırarak inceliyor. Gözüm ellerinde, zihnim “iyi
bir düşçü uyanmaz” diye mırıldanıyor.
Sona sakladığımsa Karanlık Thomas’ım. Ona her baktığımda, “Thomas oturdu
ve denize baktı” ile başa sarabiliyorum belleğimi. “Kendi denizinin iç
balığı olmuşçasına yüzdü...” beyaz bir atlet bu. “solungaçlarla nefes
aldığı ve içinde oluşan görünmez hava kabarcıklarıyla yaşadığı duygusuna
– ne hoştu – kapılıyordu.” Atletin omuzu saran kısımlarına uçuk mavi
metalden yapılma deniz kabukları işlemiştim. “gördüğü şey, giderek daha
ilkel bir varoluşa yaklaşarak, daha az görünür olduğuydu.” Midye
kabuklarının hemen ucuna ise lacivert kurdelelerden uçucu kuyruklar
eklemiştim. Kütüphanemin en sevdiğim parçasıydı neredeyse.
Gösterişçiliğimin dozunu artırma güdümün ivmesiyle, diğerlerini de göz
önüne çıkarmaya, dolaba doğru hamle yapmıştım ki, odanın kapısı açılıyor.
Kat hemşiresi Yelda. Daha iki gün önce onun için süslediğim kırmızı
gömleğin, “Geceye Övgüler” olduğunu bilmeden seviyordu beni. Ben de en
sevdiğim parçalardan birini ona ayırdığıma göre, kayıtsız değildim bu
sevgiye.
Yelda, tatlı gülümsemesi ziyaretçime yönelmiş olarak giriyor içeri. Buna
içerlemiyorum çünkü benim göremediğim bir şeyi görebiliyor. Onun
yüzünü...Yelda bize doğru ilerlerken, ne kadar güzeller değil mi, diye
soruyor. Ve elbette sorunun muhatabı ben değilim. İkisi kendi aralarında
konuşurlarken, ben bu gece süslemeyi planladığım limon sarısı tuniğe
dikiyorum gözümü. Adını “Saçları Fırtınadan Dağınık” koydum bile.
Ziyaret süresi bitmiş, diyor. Duraksıyor sonra, bekliyorum. Yine geleyim
ister misin, diye bitiriyor sonunda cümlesini.
Düşünüyorum. Gelsin mi?
Yelda’ya bakıyorum. Yüzünde bir gülüş oluştu oluşacak, başını belli
belirsiz, onaylar gibi, sallıyor. Düşünmekten vazgeçiyorum. Gel, diyorum.
Bu kez gelirken incik boncuk getir ama. Bir de, ismini hiç söyleme.