ÖYKÜ

Hürriyet Bağcı   







Gizli Özne


Babam, Enstitü bitirmiş bir kızla evlenmek istemişti; evi temiz tutsun, önünde tertemiz bir önlük yemekler yapsın, güzel sofralar hazırlasın, aydınlık bir evde hoş geldin hayatım diye karşılasın istemişti karısı onu. Annem Enstitü mezunuydu, evlendiği adamı bağ evinin penceresinden ilk gördüğünde aşık olmuştu, evliliklerinin onuncu yılında delirdi; teyzesi şizofren olduğundan genetik bir yatkınlığı vardı kimisine göre. Birbirine bağlı kalabalık, ekonomik durumu oldukça iyi bir aileden, hayatı çile olarak gören ve çile çekerek yaşayan fakir bir aileye gitmişti.

Önceleri annemin memleketinde olduklarından; annesi, kardeşleri diğer akrabaları yardımcı oluyordu anneme, ruhundaki fırtınalara olamasalar da işlere oluyorlardı. Köye tayin olduklarında en büyüğü altı yaşında dört tane çocukları vardı. Ben, dört yaşındaki kız kardeşim ve yeni doğmuş bir erkek bir kız ikiz bebekler.

Köyde toprak zeminli tek oda evde, annem habire çalışıyordu. Büyük kızlar çok yaramazdık. İkizleri salıncaktan indirip kendimiz biniyorduk, annem üzüntü ve bıkkınlık içinde bebeklerin ağlamasına geliyordu dışarıdan, “allah ıslah etsin sizi” derdi her seferinde bize. Öyle çok işi oluyordu ki, sesi göğsünden çıkıyordu konuşurken, ağlamaklı. Terle ıslanmış kumral saçları beyaz alnına yapışırdı, iri kemikli sağlam kolları, elleri hep ıslaktı. Yetiştirmeye çalışırdı işleri. “Sen kendini yenemiyorsun” derdi bana. Altı yaşlarında; gülen, gezen, oradan oraya koşturan mutlu bir çocuktum. Köy çocukları gibi, ayakkabı giymezdim köyde. Köy yollarındaki incecik toz ayaklarımı okşar, parmaklarımın arasından fışkırırdı. Patates çiçekleriyle, havuçlarla, maydanozlarla, yoncalarla, kavaklarla arkadaşlık ederdim, her gün yeni bir şeyler keşfederdim. Toprağa yatıp karıncaları, böcekleri izlerdim saatlerce. Yedi veren gülün yapraklarıyla dolu büyük sinilerin başında gül kokusuyla kendimden geçerdim reçel yapılacağı zaman.

Gelin damat olma oyunu oynardık köy çocuklarıyla. Bir seferinde gelin olmuştum beyaz bir şey giyinip. Eyüp de damat olmuştu. Eyüplerin evinde misafirler için hep temiz ve boş tutulan odaya girip gizli gizli oynamıştık tüm çocuklar.

Eyüp’ün yeşilimsi gözleri pırıl pırıl parlardı, hep gülerdi ve kekemeydi. Ekin tarlasında koşar, birbirimizi kovalar, ekinlerin arasında kaybolurduk. Çok ama çok mutlu bir çocukluktu bizimki.

Sonra o küçük şehirdeki ve köydeki hayat sona erdi.

Babam, çocukları üniversiteye gidebilsin diye Ankara’ya tayinini istemiş, nasıl olsa on yıl sonra ancak çıkar diye düşünmüş. O yıl emeklilere bazı avantajlar tanındığından çok fazla emekli olan olmuş, on yıl sonra çıkması istenen tayin hemen o yıl çıkmış. Apar topar Ankara’ya gelmişiz, bir gecekondu yapmışlar Papazderesi’nde. Oranın yıkıldığını hatırlıyorum, büyük şehre gelmiş; büyük sarı iş makineleriyle yıkımcılar ve soluk üniformalı sert polisler karşılamıştı bizi. Evlerimiz yıkılıyordu, amcamların da evi vardı orda, amcamın oğlu ile birlikte izliyorduk olan biteni ve üzülsek mi sevinsek mi bilemiyorduk. Bir polise “neden yıkıyorsunuz evlerimizi” diye sormuştuk. Polis üzgün üzgün bakmış, cevap vermemişti.

Ankara’ya geldikten sonra annem şizofreni hastası oldu. Ben dokuz yaşındaydım, kız kardeşim yedi, ikizlerden erkek olan bir yaşındaydı. İkiz eşi olan kız kardeş, annemin yeni kaybettiği annesinin adını verdiği Cavide, altı aylıkken ölmüştü köyde.

Papazderesi’den sonra bir dağın başına gecekondu yapmamıza izin verilmişti. Yol yoktu, su yoktu, köyden bile daha kötüydü burası.

Nasıl utanırdım annemden, yalnızca bunu görüp öğrenmiştim babamdan ve babannemden, dedemden, amcamdan yengemden.

Annemin bir köpek gibi salonun kapısının önünde oturduğunu hatırlıyorum. Onun sedire yahut sandalyeye oturmaya hakkı yoktu sanki, kollarını kavuşturur, uzun bacaklarını altına kıvırır, başı eğik, türlü üzüntülerle menekşe rengine dönmüş gözleriyle boşluğa bakardı.

Bir keresinde dedem evi yakmaya kalkmıştı. Kırmızı yün battaniyeyi, ortaya yığdığı eşyaların en üstüne koymuş, tutuşturmuştu. Evin içinde çığlıklar, bağrışlar vardı. Cinnet, sık sık yaşanırdı bizim evde. Tanrının varlığını sorgulamaya başladım o günlerde, annem o kadar iyi bir insandı ki neden bu kadar acı çekiyor diye düşünüyordum. Ergenlik çağının büyük fırtınalarıyla çalkalanıyordu beynim. Sonunda tanrıyı ret ederek yaşama gücünü buldum kendimde.

Başka bir dünyada yaşıyordu annem, dünyada çektiği acılara katlanamamış, tutunacak bir dal da bulamamış, başka bir dünya yaratmıştı kendine. Eğer ordaysa çok acı çekmiyordu belki, ben böyle düşünüyordum, ama oradan çıktığında korkunçtu her şey; Yemek bekleyen çocuklar, soğuk ev, yakılmayı bekleyen soba, yoksulluk; Bunlar değildi belki de onun dayanamadığı, yaşıyor olmaya dayanamıyordu. “Anne kurtar beni” diyordu, “annecim ölemiyorum” diyordu, ölmüş annesini yardıma çağırıyordu. Bizim üzgün ve çaresiz bakışlarımız önünde, çırpınıyordu. Ben, kardeşlerimin ve benim varlığımızı fark etmediğini, hiç görmediğini sanıyordum. Ancak Üniversiteye giderken deliliğin dayanılmaz bir acı olduğunu keşfettim, sürekli kendi dünyasında yaşamıyor, zaman zaman gerçek dünyaya dönüyordu annem, ama o zaman da aşağılama, hakaret, dayak ve acayip bakışlar sürüyordu, bir bütünlüğü yoktu hiçbir şeyin onun için.

Yıllardır görüşmediğimiz, annemi çok seven dayısının kızına, eski yıllarda babamın annemi dövdüğünü anlattığımda, şaşırdı, inanamadı; “Bir kadını dövmek, üstelik hasta bir kadını dövmek, vicdansızlık” diye isyan etti ağlamaklı bir sesle. “Şimdi burada olsa suratına bir yumruk atardım babanın” dedi. Oysa babamı nasıl seviyordu karısını bırakmadığı için, nasıl saygı duyuyordu ona. Ben bir anda söyleyivermiştim, sonunu düşünmeden. “Ama şimdi artık dövmüyor” dedim, suçlulukla...


dizin    üst    geri    ileri  

 



 21 

 SÜJE  /  Hürriyet Bağcı  /  yirmi üç mart iki bin on altı   / 15