FOTOĞRAF / METİN

Semih Özcan   







İÇİMDEKİ ‘ÖTEKİ’ : TARLABAŞI /  5


CEHENNEM BİZİZ


1930’lu yıllarla birlikte yeni bir ‘Türkleştirme’ hamlesi başlar. Yurt çapında tarihi birikime dayalı, eski uygarlıkların izlerini taşıyan birçok yer adı değiştirilir. Günümüze dek de kesintisiz sürer bu ‘değişim’.

Sadece sokaklar değil; kasabaların, kentlerin, ırmakların, derelerin adı da değişir bu dönemde. Örneğin Marmara’dan Akdeniz’e dek uzanan kıyı boyunca, içinde antik uygarlıkların izlerini taşıyan, çoğu bolluk, bereket ve ana tanrıçanın adını çağrıştıran ‘ma’ ya da ‘ab’ la başlayan/ biten birçok yer ve akarsu adı bu dönemde ortadan kaldırılarak yerlerine hiçbir anlam taşımayan, hiçbir yaşam bağlantısı olmayan ‘ruhsuz’ sözcükler uydurulur.

İstanbul da bundan nasibini alır ama yine halk büyük çoğunluğunu kendi günlük yaşamından kotardığı ve biraz da insanın yüzünü gülümseten sokak adlarını korumasını bilir hatta yenilerini de ekler. Tek tük de olsa bu değişimden nasibini alanlardan bir örnek vereyim de eskinin içtenliğini ve sıcaklığını, yenininse soğukluğunu ve yapaylığını yakından görün;

Fatih’te bir sokak, ‘Kara Cehennem İbrahim Sokağı’..belli ki orada oturanlar zamanında yıldıkları belki de korktukları bir kişiye ‘saygıda’ kusur etmek istememişler. Kendi içinde anlamını, ‘tarihini’ barındıran bir ad. Ve 12 Eylül geliyor, buna da el koyuyor. Artık sokağın adı ‘Kutlugün’ sokağı. Sokağın ‘ruhunu’ arada bul. Sanırım 12 Eylül, ‘Kutlugün’ diye kendi tarihini tarihe kazımak istemiş, bula bula da ‘Kara Cehennem İbrahim’i bulmuş…bu sokakta kendi izdüşümünü görmüş.

Gerçi tek tük de olsa devletin koyduğu sokak adlarında da insanı gülümsetenlere, hoş bir anısı olanlara rastlanıyor. Böyle bir örnek yine İstanbul’dan; Kozyatağı’ndan…

Sizlere önceki bölümde alıntılar yaptığım, ‘İstanbul Sokakları, 101 yazardan 100 sokak’ kitabında, Tarık Demircan’ın anlatımına göre ( s.299) şu an o bölgede yaşayan Müşteba amca, bu gülünç ad koyma olayının tanığı. Sokağın eski adı Tekke sokak. 30’lu yılların başında sokağa kelli felli bir grup devlet görevlisi gelir. Sokaktaki çocuklar, biraz merak, biraz da ürkerek gelenleri izlemeye başlar. Aralarında şimdinin Müşteba amcası da vardır. Merak korkuyu yener ve çekinerek yanlarına gider o zaman küçük bir çocuk olan Müşteba amca. ‘’Siz kimsiniz? Niye geldiniz?’’ diye sorar. Gülümseyerek karşısındaki çocuğa bakar görevli. ‘’Biz’’ der, ‘’devlet memuruyuz. Sokağınızın adını değiştirmeye geldik.’’ Bu anlamsız işlem çocukların bile garibine gider ve gülmeye başlarlar. ‘‘Yapmayın. Çok şakacısınız’’ derler. ‘‘Tamam’’ der bunun üzerine görevli, devlet memurları arkadaşlarına dönerek: ‘’ Tamam çocuklar. Sokağın adını bulduk. Yazın. ‘Şakacı sokak.’’’

Sokağın adı o gün bugündür ‘Şakacı Sokak’.

Gerçi hiçbir zaman ‘Kuşdili Çayırı, Yoğurtçu Parkı, Kurbağalıdere, Soğancı Sokağı, Bayıldım Çıkmazı, Taşlı Çıkış Sokağı, Aslan Yatağı Sokak, Bolahenk Sokağı, Bey Odaları Sokağı, Tavukuçmaz, Civciv Çıkmazı, Taktaki Yokuşu, Tebdil Eskisi Sokağı,Akkiraz,Eski Çeşme, Kirman, Peşkirci, Geniş Yokuş, Tekkuyulu sokakları’nın yerini tutmaz ya neyse…

Sanırım değişen sokak adlarının en anlamlısı ve yerinde olanı Kadıköy’deki. Sokağın adı, artık günümüzde hiçbir anlamı ve esprisi kalmayan ‘Cihan Seraskeri’ sokağı. Son yıllarda Kadıköy Belediyesi, yıllarca o sokakta yaşayan bir sokak sakininin adını vererek, sokağa güzellik kattı: ‘Cemal Süreya Sokağı'

Cemal Süreya demişken, ister istemez yeniden sözünü ettiğim kitaba döneceğim. Bu kez Arif Damar’la Cemal Süreya arasında geçen bir sohbetteyiz. (s.47)

‘’Cemal bir konuşmamızda iki insanın yakın dost, arkadaş olabilmesi için suç ortağı olmaları gerektiğini yani birlikte suç işlemelerinin altını çizmişti’ der Arif Damar.

Bu sözler günümüzdeki Tarlabaşı’nı tüm zorluklara karşın ayakta tutan tutkalı da ortaya koyan sözlerdir. İlk kurulduğu dönemdeki görkemli yapısını
ardı ardına yediği darbelerle yitiren Tarlabaşı artık günümüzde suçluların barındığı bir yerleşim alanına dönüştürüldü. Onları her türlü yıkıma karşın ayakta tutan da bu. Tarlabaşı suçların ve yoksulluğun paylaşıldığı bir yerin adı.

Uzun yıllar, biraz da toplumda bu yönde bir algı oluşup, son darbeyi vurmak için; devlet de pek üstüne gitmedi bu ‘suç ve yoksulluk’ tek ortak paydaları olan insanların üzerine. Ne Tarlabaşı’nın suçlularını aradı ne de oradaki insanların yoksulluğu için kılını kıpırdattı. Kendi haline bırakılan, dışlanmış, ‘öteki’ alan oldu Tarlabaşı da yıllar yılı. Hoş, devlet Tarlabaşı’nda suçlu kovalamadı ama kendisi de bu bölgeye suç işleyerek yaklaştı. 80’den başlayan yıkımın örneğin hiçbir zaman hiçbir hukuki dayanağı olmadı. Aksine, mahkemece yıkım hukuka aykırı bulunup, karar durdurulsa da işlem durdurulmadı ve yasadışı yıkım sürdü.

Tam da bu noktada Oğuz Atay’ın ‘Günlük’ü bize Tarlabaşı’nın sosyolojik konumunun da ipuçlarını verir gibidir:

‘’…herkes her an suç işlediğini hissetmelidir ki başkaldıramasın.Her zaman, suç işlediği halde kendisine taviz verildiğini hissettiği için başı önünde dolaşır insanımız. Bizim ‘ilk günahımız’ budur; cezalandırılmayan küçük günahların toplamı. Hoşgörümüz de budur. Ayrıca devlet de aynı suçluluk duygusu içinde müeyyideler uygulamaz. Bu bakımdan bağışlayıcıdır. Karşılıklı bir oyundur bu. Bağışlanmayan tek suç, bu oyunu fark etmek, bu oyuna karşı çıkmaktır.’’

Nasıl oldu da yüzyıllar öncesinin en seçkin bölgesi olan Tarlabaşı, bugünlere geldi? Tarihine kısaca göz atmakta yarar var.

Tarlabaşı görkemli dönemini 1535’lerde yaşamaya başlar. O yıllarda Fransızlarla karşılıklı elçilik bulundurma anlaşması yapılır. Bunu diğer ülkelerle yapılanlar izler. Böylelikle tüm Pera ve Galata bölgesi daha da canlanır. Bölge ticari ve özellikle de bankacılık alanında da gelişme gösterir. İşte o dönemde Tarlabaşı, ticaretle uğraşanların, varlıklı işadamlarının ve elçiliklerde çalışanların oturduğu bir yer olur. Eskilerin deyimiyle sokaklarında piyano seslerinin eksik olmadığı nezih bir bölgedir. Bu yıllarda oturanların tamamına yakını yabancı kökenlidir; Ermeni, Rum, Yahudi, Levantenlerin oturduğu bir yerleşkedir.

Tarlabaşı ilk darbeyi 1870’de yer. 5 Haziran 1870 Pazar günü, Tarlabaşı’nın da içinde olduğu, Galatasaray’a dek uzanan geniş bir alan büyük bir yangınla kül olur. Az sayıda taş yapının dışında, evlerin çoğu yanmıştır. Yangın sonrasında bölge baştan uca yeniden inşa edilir. Bu inşa sürecinde de bölgenin ve dönemin mimari ve sanat anlayışı, estetiği korunur.

Tarlabaşı mimarisi, benzerlerine Avrupa’da ya da orada oturan azınlıkların kendi ülkelerinde bile rastlanmayacak ölçüde kendine özgüdür. Bu anlamda Tarlabaşı aslında dünyada eşi benzeri olmayan bir açık hava müzesidir. Evlerin mimarisinde; neo-klasik, neo-gotik ve art-nouveau özellikleri görülse de bunların dışında hemen her ev, Osmanlı mimarisine özgü çıkmalarla kendine özgü bir mimari şaheserliğe varmıştır.

Yangın sonrasında da Tarlabaşı’nın etnik kimliği bozulmaz. Yine Levantenlerin, Rum, Ermeni ve Yahudi azınlıkların yerleşim alanıdır. Ta ki 1923’e gelene dek. Cumhuriyetin ilanıyla birlikte yavaş yavaş bölgeye varlıklı Türk aileler de yerleşmeye başlar. Ancak bu sorun değildir. Aksine, bölge mozaiğine bir halka daha eklenmiş olur. (Yalnız, cumhuriyetin ilanıyla birlikte elçilikler Ankara’ya taşınınca, bölge önemli bir varlık nedenini yitirmiş olur.)

Ta ki, 1940’lara, ikinci darbeye gelene dek.

Tarlabaşı için 1942 darbesi, ilkinden, yangından daha şiddetli olur. Bu yıl çıkarılan Varlık Vergisi, görünürde ‘savaş zenginleri’nden yüksek oranlarda (%87) vergi alınmasını öngörse de, bu işle görevli memurlar bu vergi dilimine yalnızca bölgenin Rum ve Ermeni tüccarlarını dahil ederler. Varlık Vergisi burada yaşayan yabancı kökenli tüccarların, esnafın hemen hemen tüm mallarına el koyar ve bu kişilerin ülkeyi terk etmesini ister. Savaşın doğurduğu ekonomik bunalım; tıpkı Hitler Almanya’sında faturayı Yahudilere kesmesi gibi, burada da Yahudi, Rum ve Ermenilere keser. İstenen vergiyi ödeyemeyen binlerce kişi Erzurum Aşkale’ye çalışma kamplarına sürgüne gönderilir, mallarına el konur. 1942 büyük boyutta göç dalgası başlatır. Bölgenin kimliği bozulmaya başlamıştır. Ermeni ve Yahudi azınlıklardan tek tük kalmıştır, artık bölgenin tek azınlığı Rum kökenli Türk vatandaşlarıdır. Onlar da gelir dilimi olarak, çoğu çalışanlardan oluşan, dar gelirli kesimdir.

Tarlabaşı’ndaki azınlıklar için son öldürücü darbe 1955’de gelir. 6-7 Eylül Olayları, Rum mallarının yağmalanmasının, Rumlara ait konutlara saldırılmasının adı olur. Bu olaylar sonucunda da geriye kalan Rumların büyük bir bölümü ülkeyi terk eder, terk etmek zorunda bıraktırılır.

Bu arada Türkiye 1960’larla birlikte gelişen çarpık kentleşmeye paralel olarak yoğun bir göç dalgası yaşamaya başlar. Bu tarihe kadar inatla gitmemekte direnen, geride kalanlarla bir Rum mahallesi konumu sürdüren Tarlabaşı, bu tarihten itibaren özellikle doğudan yoğun bir Türk göç akınını karşılamak zorunda kalır. Geride kalan Rumları da sürmek için 1964 yılı beklenecektir.

Geride kalan Rumları sürmek için 1964 yılı yeterli ‘bahane’yi yaratmıştı. Bu yıl yaşanan Kıbrıs olayları, Kıbrıs’taki Rumlara duyulan öfkenin faturasını da binlerce kilometre uzaktaki Tarlabaşı ve Beyoğlu’ndaki Rumlara kesti. Zamanın başbakanı derhal 20 bine yakın Rumun 2 saat içinde ülkeyi terk etmelerini istedi. Yanlarına yalnızca özel eşyalarını koyabilecekleri bir valiz ve 22 dolar cep harçlığı verilen Rumlar sınır dışı edilirken, bir o kadarı da gizli-açık tacizler nedeniyle göç etmek zorunda kaldı.

Artık Tarlabaşı’nda Rum, Ermeni ve Yahudi kökenli azınlıklar parmakla sayılacak kadar az. Onlardan boşalan yere Romanlar, Doğu’dan zorla göç ettirilen Kürtler, Kuzey Irak’tan gelen Hristiyan azınlıklar, Suriye’den gelen mülteciler ve Afrika kökenli kişiler yerleşti. Tarlabaşı’nın etnik kimliği sürüyor. Ancak Tarlabaşı’nı, bölge olarak son bir darbe bekliyordu: 1980’de, Dalan darbesi.

Bedreddin Dalan’ın başlattığı yıkım baştan sona hukuksuz bir süreçti. Öncelikle oralar hazine malı. Yani devlet malı, belediyelerin herhangi bir karar verme yetkisi yok. Olsun. Dalan onun da çaresini bulmuştu. Belediye olarak son derece komik ücretlerle insanları evlerini ‘satmak’ zorunda bırakarak, hemen yıkıma başladı. Bu da hukuk dışı bir uygulamaydı. Mahkemeler yıkımı durdurdu, Dalan durmadı. Gazetelere manşetten demeçler verdi; ‘Yıkarım, cezası neyse de çekerim.’

Dalan’ın başlattığı bayrak yarışı bu iktidarla son etapa geldi. Bu kez Beyoğlu Belediyesi temkinli davrandı. Kendi yıkmadı, hazineye yol göstererek devlete yıktırmaya başladı. Devlet, yine sefalet ücretleriyle bölgeyi Çalık grubuna peşkeş çekerek yıkıma başladı. Mahkeme durdurdu. Yıkım durmadı.

Şu an Tarlabaşı’nda çok az sayıda bina ve insan kaldı. Gitmemekte direnen bu insanların aslında direnmekten başka yapacak bir şeyleri de yok. Yoksulluğun dibindeler. Gidecek hiçbir yerleri yok. Buradaki farklı kültürler arasında da zaman zaman kavgalar çıkıyor, birbirlerine küsüyorlar. Ancak yine de kaynaşıyorlar. Çünkü başka çareleri yok. Onları birbirine kaynaştıran iki önemli ortak paylaşımları var çünkü. Suçları ve yoksullukları.

Çok geç kalınmış bir girişim olsa da bir süredir Tarlabaşı’nda bir çalışma var. Semt sakinlerine eğitsel, sosyal ve psikolojik destek sağlamak amacıyla Tarlabaşı Toplum Merkezi adlı bir örgüt kuruldu. Burada, yaşadıkları şiddet ortamının doğurduğu travmalardan kurtulmak/kurtarmak amacıyla küçük çocuklara yönelik ‘barış atölyesi’ de devreye girdi. Sizlere bu atölyeden, 10 yaşında bir çocuğun barış üzerine yaptığı bir çizimi de sayfaya koydum. Diyor ki küçük çizerimiz ‘’…küslüğü yasak yapacağım. Savaşı da yasak yapacağım’. Çizime ve sözlere bakan çoğunuz eminim bu çizimin ve sözlerin 10 yaşında bir çocuğa ait olamayacağını düşüneceksiniz. ‘Büyüklerce ezberletildi, yönlendirildi’ diyeceksiniz. Değil. Onlar; kavgaların, bıçak çekmelerin arasında top oynadı, silah seslerinin arasında evcilik oynadılar, birbirlerinin ellerini tuttular. Büyüklerinin küfürleşmeleri, bağırışları arasında usul usul bir köşeye çekilip kimi zaman usul usul ağladılar kimi zaman güldüler. Onlar, ‘yetişkin sorunlar’ içinde büyüdü. ‘Yetişkin düşler’ kurmak zorundalar. Onların yaşadığı ortamda ‘çocukça düşler’ kurmaları da yasaktı.

Siz bakmayın Sartre’ın; ’Başkaları cehennemdir’ dediğine. Cehennem biziz.

Ve şiirin devamında da dediği gibi;

‘’ Dikkat et!
Ve kendini yalnızca
Kendinde yok et.’

Kendimizi kendimizde yok edip, başka kültürlerin, öteki kimliklerin külleriyle yeniden doğurmadıkça, bu cehennem sürecek.


dizin    üst    geri    ileri  

 



 17 

 SÜJE  /  Semih Özcan  /  yirmi üç mart iki bin on altı   / 15