İnsan, yenemediği bir zorluğu ya ti’ye alır ya da boyun eğer. Bende bunun
karışımı bir durum oldu. İtaat ve ti’ye almanın bir terkibi. Bilim bugüne
dek çaresini bulamamış, miatlı bir fani olan ben ne yapayım ki?
Babamın, ben ve kardeşlerimi iyi birer insan olarak yetiştirmekten başka
bıraktığı en büyük mirası migreni oldu bize. Birimiz hariç, o mu mirası
reddetti, yoksa babam mı onu mirastan mahrum etti, orasını anlayamadık.
Babamdan başlayalım. O, yıllarca adını bilmeden mücadele etti önceleri
migrenle. Hem de ne mücadele. Tıp dünyası onun kadar azimli olmadı bu
migrenin kökünü kazımada. E, tabii çeken bilirmiş. Hem, zor şartlarda
insanın yaratıcılığı ortaya çıkıp gelişirmiş. Bizzat gördüm ben babamda
bunu. Önceleri patates ve limonu ince yuvarlak dilimler halinde kestirip
anneme çemberiyle sıkıca alnına bağlatırdı. Daha sonraları belinden
kemerini çıkartıp kafasına iyice sıktırarak takar oldu. Sonraları
doktorların, eczacıların önerdiği renk renk hapları leblebi gibi yutarken
gördüm onu. Anlayacağınız babamın migrenle mücadele araçları ve
yöntemleri gittikçe zenginleşiyordu.
Ve sonunda mücadele vizyonunu iyice genişletti. O güne dek tıbbın bile
akıl edemediği mücadele yöntemini bulmuştu.
Yine bir akşam işinden yıkık-dökük halde eve kendini zor attı. Annem de
donumuza kadar bizim çamaşırlarımızı ütülüyor. “ Bırak “ dedi “ Donu monu.
Islak bir havlu al gel! “ Annem ne yapacak… Telaşla ve merakla getirdi
bir çırpıda ıslattığı havluyu. “ Koy “ dedi başının üstünü göstererek.
“Ütüle! “ talimatıyla annem başlangıçta şaşkınlıkla, giderek de
kıkırdayarak babamın kafasından dumanları çıkartıyordu. E, biz de çocuğuz
tabii, toplandık seyre. En ufağımız “ çuf çuf “ dedikçe annem gülmekten
kırılıyor, babam acıdan inliyor. Kiminin acısı kiminin neşesi oluyor. Ama
biz daha çocuğuz, bilmiyoruz bunun kötü bir şey olduğunu. Çocukluğumuza
veriyor babam da.
Fakat burada dikkat çekmem gereken vahim bir durum var. Babamın bize
şirin gelen acısıyla mücadele yöntemi sayesinde migren sinsice iyice
içimize yerleşiyormuş da haberimiz yokmuş. Büyüdükçe anlıyoruz bunu.
Babamı seviyorum da keşke anneme daha çok çekseydim; çünkü onun migreni
yok. Olmadı işte. Armut dibine düşermiş misali…
14 yaşımda, ergenliğin ön kapısında ilk kez gıyaben tanıştığım migrenle
bizzat müşerref oldum. O gün bugündür birlikteyiz. Hiç aldatmadı beni,
çok sadık. Doğrusu, ben ne hamleler yaptım ondan kurtulmak için. Ne çare
ki mümkün olmadı. Fazlasıyla da pişkin. Âdeta “ gelinlikle girdim kafana,
kefenle çıkarım.” diyor. Ben anlıyorum onun dilinden.
Baktım olmuyor, bazen bari huyuna-suyuna gideyim diyorum. Onu kızdıracak
şeyler yapmıyor, ona dokunacak gıdaları öğrenip, canım çekse de
yemiyorum. Onun sayesinde biraz da gıda uzmanı oldum. Hani, dert insanı
dâhi edermiş ya…
Yasaklara harfiyen riayet ettiğim halde yine de yaranamıyorum. Allahtan,
önce sinyallerini gönderiyor, sonra gelip oturuyor kafamın içine. Ne
oturması, resmen işgal! “Ya benimsin ya toprağın! “ dercesine.
Yalan yok; az düşünmedim, onunla birlikte kendimi de atmayı bu dünyadan.
İnsanız işte, cesaret edemedim.
Migrenle mücadelede ben babamın yöntemlerine itibar etmedim. Nasıl edeyim
ki çocukluktan beri gördüm her şeyi. Hiçbir şey kâr etmiyor zat-I
şahaneye! Yalnız babamın migrenle ilgili bir öğüdü oldukça işime yaradı.
Artık büyümüşüz, üniversiteliyiz. Yaz tatillerinde sık sık babamın
dükkânına benim adıma mektuplar geliyor. Bir de matbaanın telefonu
çalıyor, telefon bana, bir-iki cümlelik konuşmadan sonra ben her zaman
olduğu gibi dükkândan pırr! Doğru ankesörlü telefonu jetonla doyurmaya.
E, babam da arasta esnafı, üstelik eski kulağı kesiklerden, kaçmaz tabii,
kaçın kurrası?
Yine bir gün telefon sonrası hemen otobüs bileti aldım, Ankara’ya
gideceğim, fakülte kapalı oysa. Babam kulağıma doğru eğildi, sanki teknik
direktör:
“ Kızı tavlayana kadar migreninden bahsetme, ilacını da zulada iç! “
Valla, babamın migrenle mücadele yöntemlerini tutmadıysam da migrenle
ilgili bu tüyosu gayet işime yaradı: az mı otuz yıldır o kız arkadaşımla
birlikteyiz.
Her zaman da migrene boyun eğilmiyor. Sıkılıyor insan. ‘Migrenden büyük
Allah var’ diyorum, ‘ama niye yardım etmiyor o zaman ? ’ diye de sormadan
edemiyorum.
İşte yine aklıma geldi. Memlekette ıvır-zıvır her şeyin
kutlama-anma-mücadele günü- haftası var. ‘Migreni kutlama’ olmayacağına
göre Migrenle Mücadele Haftası hiç değilse günü olsa; biz migrenliler
olarak toplansak, aktiviteler yapsak…Bilim insanlarına bağırsak, sesimizi
duyursak:
“ Uyuma, yan gelip yatma, migrene çare bul! “ veya
“ Hüseyin, Emel, Çetin migreni yok edin! “
Bunu düşünmeliyiz, en kısa zamanda örgütlenmeliyiz. Evhama gerek yok.
Bölünürsek de bölünürüz. Epey zaman alır zaten bölünmemiz: Kemalist
migrenliler, Feminist migrenliler, Ülkücü migrenliler, Devrimci
migrenliler…Veya daha toparlayıcı bir isim buluruz: Türkiyeli
migrenliler. O zaman da birileri çıkar, “Enternasyonalistlik ne olacak? “
der, ben biliyorum. Politika da zor, migren gibi o da.
Tamam biz azgelişmiş ülke migrenlilerinin yok da gelişmiş ülke
migrenlilerinin var mıdır migrenliler restaurantı-cafesi? Ne güzel olur.
Mönüler bizlere göre hazırlanır, camına yazarız “ migrenli olmayanlar
giremez” Sohbetler, itiraflar migren üzerine tabii. İşadamı değilim ama
benim aklıma geliyor işte. Migrenli işadamı- işkadını yok mu canım, bir
düşünsünler bu konsepti. Zarar etmezler, biliyorum; ülkede açık-gizli
yaklaşık on milyon migrenli varmış. Bir doktor “ kaba bir hesapla “
diyordu televizyonda, oradan duydum.
Ben kindar bir insan değilim. Migrenimin bana bunca yaptıklarından sonra
bile ona kin gütmüyorum. Ama bazı durumlar var ki hiç unutmuyorum. Biraz
da hayıflandırıyor beni.
Bu yıl migrenle beraberliğimizin 41. yılı. İşi ti’ye alıp yeni tanıştığım
birine “elhamdülillah 41 yıldır migrenliyim “ deyince “ maaşallahh! “
çekenleri ne yapmalı bilemiyorum.
Bir de çevremde herkes özgürce yiyip içiyor. Benimse, zorunlu migren
terbiyesi sonucu içki-sigara (kumar zaten yok) gibi hiçbir kötü
alışkanlığım yok. Okuma-yazmayı saymazsak, tek kötü alışkanlığım migren.
Ne yaptıysam ne ettiysem kurtulamadım. Bugüne dek hep onunla brüt
yaşadım. Bir insan evladı hekim çıksa, “ben sana kalan son çeyrek ömrünü
brüt değil –migrensiz- net yaşatırım“ dese, inanın her yıl için 40 yıl
kölesi olurum. O derece yani.
İçimde kalmasın şunu da söyleyeyim: bir çocuğum olsa ve evlenmeye karar
verse, evleneceği arkadaşının ailesine yekten sorarım; “Çocuğunuzun
migreni var mı? “ Belki de heyet raporu isterim… Migreni varsa karşı
çıkarım evlenmelerine. O denli ikrah ettim bu migrenden. Aman duymasın,
siz de söylemeyin. Yoksa gelir yine didikler başımı lanet!