ÖYKÜ

Naim Kandemir   







BİR MİGRENLİNİN İÇ MONOLOĞU


İnsan, yenemediği bir zorluğu ya ti’ye alır ya da boyun eğer. Bende bunun karışımı bir durum oldu. İtaat ve ti’ye almanın bir terkibi. Bilim bugüne dek çaresini bulamamış, miatlı bir fani olan ben ne yapayım ki?

Babamın, ben ve kardeşlerimi iyi birer insan olarak yetiştirmekten başka bıraktığı en büyük mirası migreni oldu bize. Birimiz hariç, o mu mirası reddetti, yoksa babam mı onu mirastan mahrum etti, orasını anlayamadık.

Babamdan başlayalım. O, yıllarca adını bilmeden mücadele etti önceleri migrenle. Hem de ne mücadele. Tıp dünyası onun kadar azimli olmadı bu migrenin kökünü kazımada. E, tabii çeken bilirmiş. Hem, zor şartlarda insanın yaratıcılığı ortaya çıkıp gelişirmiş. Bizzat gördüm ben babamda bunu. Önceleri patates ve limonu ince yuvarlak dilimler halinde kestirip anneme çemberiyle sıkıca alnına bağlatırdı. Daha sonraları belinden kemerini çıkartıp kafasına iyice sıktırarak takar oldu. Sonraları doktorların, eczacıların önerdiği renk renk hapları leblebi gibi yutarken gördüm onu. Anlayacağınız babamın migrenle mücadele araçları ve yöntemleri gittikçe zenginleşiyordu.

Ve sonunda mücadele vizyonunu iyice genişletti. O güne dek tıbbın bile akıl edemediği mücadele yöntemini bulmuştu.

Yine bir akşam işinden yıkık-dökük halde eve kendini zor attı. Annem de donumuza kadar bizim çamaşırlarımızı ütülüyor. “ Bırak “ dedi “ Donu monu. Islak bir havlu al gel! “ Annem ne yapacak… Telaşla ve merakla getirdi bir çırpıda ıslattığı havluyu. “ Koy “ dedi başının üstünü göstererek. “Ütüle! “ talimatıyla annem başlangıçta şaşkınlıkla, giderek de kıkırdayarak babamın kafasından dumanları çıkartıyordu. E, biz de çocuğuz tabii, toplandık seyre. En ufağımız “ çuf çuf “ dedikçe annem gülmekten kırılıyor, babam acıdan inliyor. Kiminin acısı kiminin neşesi oluyor. Ama biz daha çocuğuz, bilmiyoruz bunun kötü bir şey olduğunu. Çocukluğumuza veriyor babam da.

Fakat burada dikkat çekmem gereken vahim bir durum var. Babamın bize şirin gelen acısıyla mücadele yöntemi sayesinde migren sinsice iyice içimize yerleşiyormuş da haberimiz yokmuş. Büyüdükçe anlıyoruz bunu.

Babamı seviyorum da keşke anneme daha çok çekseydim; çünkü onun migreni yok. Olmadı işte. Armut dibine düşermiş misali…

14 yaşımda, ergenliğin ön kapısında ilk kez gıyaben tanıştığım migrenle bizzat müşerref oldum. O gün bugündür birlikteyiz. Hiç aldatmadı beni, çok sadık. Doğrusu, ben ne hamleler yaptım ondan kurtulmak için. Ne çare ki mümkün olmadı. Fazlasıyla da pişkin. Âdeta “ gelinlikle girdim kafana, kefenle çıkarım.” diyor. Ben anlıyorum onun dilinden.

Baktım olmuyor, bazen bari huyuna-suyuna gideyim diyorum. Onu kızdıracak şeyler yapmıyor, ona dokunacak gıdaları öğrenip, canım çekse de yemiyorum. Onun sayesinde biraz da gıda uzmanı oldum. Hani, dert insanı dâhi edermiş ya…

Yasaklara harfiyen riayet ettiğim halde yine de yaranamıyorum. Allahtan, önce sinyallerini gönderiyor, sonra gelip oturuyor kafamın içine. Ne oturması, resmen işgal! “Ya benimsin ya toprağın! “ dercesine.

Yalan yok; az düşünmedim, onunla birlikte kendimi de atmayı bu dünyadan. İnsanız işte, cesaret edemedim.

Migrenle mücadelede ben babamın yöntemlerine itibar etmedim. Nasıl edeyim ki çocukluktan beri gördüm her şeyi. Hiçbir şey kâr etmiyor zat-I şahaneye! Yalnız babamın migrenle ilgili bir öğüdü oldukça işime yaradı.

Artık büyümüşüz, üniversiteliyiz. Yaz tatillerinde sık sık babamın dükkânına benim adıma mektuplar geliyor. Bir de matbaanın telefonu çalıyor, telefon bana, bir-iki cümlelik konuşmadan sonra ben her zaman olduğu gibi dükkândan pırr! Doğru ankesörlü telefonu jetonla doyurmaya. E, babam da arasta esnafı, üstelik eski kulağı kesiklerden, kaçmaz tabii, kaçın kurrası?

Yine bir gün telefon sonrası hemen otobüs bileti aldım, Ankara’ya gideceğim, fakülte kapalı oysa. Babam kulağıma doğru eğildi, sanki teknik direktör:

“ Kızı tavlayana kadar migreninden bahsetme, ilacını da zulada iç! “

Valla, babamın migrenle mücadele yöntemlerini tutmadıysam da migrenle ilgili bu tüyosu gayet işime yaradı: az mı otuz yıldır o kız arkadaşımla birlikteyiz.

Her zaman da migrene boyun eğilmiyor. Sıkılıyor insan. ‘Migrenden büyük Allah var’ diyorum, ‘ama niye yardım etmiyor o zaman ? ’ diye de sormadan edemiyorum.

İşte yine aklıma geldi. Memlekette ıvır-zıvır her şeyin kutlama-anma-mücadele günü- haftası var. ‘Migreni kutlama’ olmayacağına göre Migrenle Mücadele Haftası hiç değilse günü olsa; biz migrenliler olarak toplansak, aktiviteler yapsak…Bilim insanlarına bağırsak, sesimizi duyursak:

“ Uyuma, yan gelip yatma, migrene çare bul! “ veya

“ Hüseyin, Emel, Çetin migreni yok edin! “

Bunu düşünmeliyiz, en kısa zamanda örgütlenmeliyiz. Evhama gerek yok. Bölünürsek de bölünürüz. Epey zaman alır zaten bölünmemiz: Kemalist migrenliler, Feminist migrenliler, Ülkücü migrenliler, Devrimci migrenliler…Veya daha toparlayıcı bir isim buluruz: Türkiyeli migrenliler. O zaman da birileri çıkar, “Enternasyonalistlik ne olacak? “ der, ben biliyorum. Politika da zor, migren gibi o da.

Tamam biz azgelişmiş ülke migrenlilerinin yok da gelişmiş ülke migrenlilerinin var mıdır migrenliler restaurantı-cafesi? Ne güzel olur. Mönüler bizlere göre hazırlanır, camına yazarız “ migrenli olmayanlar giremez” Sohbetler, itiraflar migren üzerine tabii. İşadamı değilim ama benim aklıma geliyor işte. Migrenli işadamı- işkadını yok mu canım, bir düşünsünler bu konsepti. Zarar etmezler, biliyorum; ülkede açık-gizli yaklaşık on milyon migrenli varmış. Bir doktor “ kaba bir hesapla “ diyordu televizyonda, oradan duydum.

Ben kindar bir insan değilim. Migrenimin bana bunca yaptıklarından sonra bile ona kin gütmüyorum. Ama bazı durumlar var ki hiç unutmuyorum. Biraz da hayıflandırıyor beni.

Bu yıl migrenle beraberliğimizin 41. yılı. İşi ti’ye alıp yeni tanıştığım birine “elhamdülillah 41 yıldır migrenliyim “ deyince “ maaşallahh! “ çekenleri ne yapmalı bilemiyorum.

Bir de çevremde herkes özgürce yiyip içiyor. Benimse, zorunlu migren terbiyesi sonucu içki-sigara (kumar zaten yok) gibi hiçbir kötü alışkanlığım yok. Okuma-yazmayı saymazsak, tek kötü alışkanlığım migren. Ne yaptıysam ne ettiysem kurtulamadım. Bugüne dek hep onunla brüt yaşadım. Bir insan evladı hekim çıksa, “ben sana kalan son çeyrek ömrünü brüt değil –migrensiz- net yaşatırım“ dese, inanın her yıl için 40 yıl kölesi olurum. O derece yani.

İçimde kalmasın şunu da söyleyeyim: bir çocuğum olsa ve evlenmeye karar verse, evleneceği arkadaşının ailesine yekten sorarım; “Çocuğunuzun migreni var mı? “ Belki de heyet raporu isterim… Migreni varsa karşı çıkarım evlenmelerine. O denli ikrah ettim bu migrenden. Aman duymasın, siz de söylemeyin. Yoksa gelir yine didikler başımı lanet!




dizin    üst    geri    ileri  

 



 27 

 SÜJE  /  Naim Kandemir  /  yirmi beş mart iki bin on beş     9