ÖYKÜ

Melek Ekim Yıldız   







Ahraz Duvar…


Bir öncekinin ardından kaç dakika geçtiğini hesaplayacak durumda değildik. Yine de çok geçmediğini biliyorduk. Kulak tırmalayan o metalik ses yeniden doldurdu bulunduğumuz yeri:

     - Gözlerinizi açmayın! ( açmıyorduk)
     - Konuşmayın! ( sesimiz çıkmıyordu)
     - Kıpırdamayın! ( aklımızın ucundan geçmiyordu)


Sırtımız soğukça bir duvara dayalı, bacaklarımızı düz bir biçimde uzatmamıza izin verilerek yan yana oturtulmuştuk. Kaç kişi olduğumuzu; yanımızda yöremizde oturanların kimler olduğunu, neye benzediklerini, nasıl bir yerde bulunduğumuzu bilmiyorduk. Gözlerimizi açmamızın söylendiği o ilk andan bu yana herhangi bir şeyi görmeye olanak vermeyen tuhaf bir karanlığın içindeydik. Yalnız olmadığımızı biliyor, pek çoğuyla bir arada bir duvarın dibine oturtulduğumuzu anlıyor, hiç konuşmuyorduk. Arada bir yakından, az ilerden ya da daha ileriden geldiği fark edilen sesli soluklanmalar, aksırıklar, iç geçirmeler işitiliyordu yalnızca. Birilerinin sessiz sessiz ağladığını sandığımız da oluyordu. Derken o metalik ses canhıraş bir çığlık gibi doluyordu kulaklarımıza.

     - Gözlerinizi açmayın!
     - Konuşmayın!
     - Kıpırdamayın!

Ses, bulunduğumuz mekâna yayılıyor, ardından gelip her birimize tek tek çarpıyordu. Sese bedenimin verdiği tepkinin, yarı dik bedeni olabildiğince dikleştirip, yapabildiğince geriye yaslanmak olduğunu biliyordum. Ve yalnız olmadığımı da. İki yanıma oturtulmuş, kim olduklarına dair hiçbir bilgi sahibi olmadığım diğer ikisinin de benzer bir tepki verdiklerini anlayabiliyordum. Muhtemelen onlar ve onların yanlarındaki insanlar da benzer bir algı içindeydiler. Her neredeysek, kaç kişiysek, kimsek; hepimiz sesle birlikte bedenlerimizin üst kısmını dikleştirip zaten yaslanmış olduğumuza iyice dayanarak, sesin bize yaptığını katlanılır kılmaya çalışıyorduk.

Sırtımızı yasladıkları duvar soğuktu. Soğuğa şükrettiğimi anımsıyorum. Görmüyor, neredeyse hiç işitmiyor, koku almıyor ve ağzımızı açmıyorduk. Duyumsayabildiğimiz tek şey sırtımızdan ciğerlerimize işleyen soğuktu. Duvarın soğuğu. Maruz bırakıldığımız yetersiz uyarımın bizlere yapabileceklerinin önündeki tek engeldi duvarın varlığı. O sıra bedenlerimizin ısısının bir süre sonra soğuğu duyumsamamızın önüne geçebileceği fikri gelip yerleşince aklıma, paniklemiş olmalıyım. Ellerimin kendiliğinden harekete geçerek yanımdakilere doğru yol almasının başka açıklaması yok çünkü. Sağımdakinin bacağına, solumdakinin ise koluna temas edişimle, her ikisinin de belirgin bir biçimde kasılmaları anlaşılır bir tepkiydi. Ardından onlarda peyda olan belli belirsiz titreyişin parmaklarıma sirayet edişi de. Başına buyruk eller derhal ait oldukları alana geri çekilirken, küfretmek için açılan ağzımın bizi yeniden yerimizden sıçratan o sesle kapanıvermesi bir olmuştu.

     - Gözlerinizi açmayın!
     - Konuşmayın!
     - Kıpırdamayın!

Direktiflerden en az birini ihlal etmişliğimin tedirginliği ile duvara her zamankinden biraz daha fazla dayanışım, soğuğun yanına kendini hafifçe belli eden bir sızı eklemişti. Sırtımda bir bölgenin küçük bir sıyrık kazandığına emindim. Emir cümleleri sona erdi, önce duvarımıza yapıştık ardından biraz rahatladık, bir iki kişi burnunu çekti; talihsizliğine şahitlik edebileceğimiz belirsiz biri hıçkırmaya başladı. Yuttuğum küfürler içimde patladı patlayacak diye düşünürken, sağ yanımdakinin hareketsizliği ve solumdakinin belirgin kıpırdanışları yüzünden tüm dikkatim onlara yöneldi. Bu kez ellerimdeki kıpırdanışı tanımıştım. Derin bir soluk aldım. Çok korkana mı yoksa bir kapı açsam oradan geçmeye meyilli olana mı yönelmem gerektiğini düşünmekte olduğumu fark ettim hayretle. Zor, kolaydan çekicidir; bunu herkes bilir. Ve zor’u çekici bulduğu halde kolaya yönelen varlıklar olduğumuzu da. Kendine meydan okumanın anlamsız olduğu bilgisindendir belki de. Zaten zordaydık. Zaten zordaydım. Ellerime izin verdim. Solumdakinin işimi kolaylaştırmak için elimin hemen yanına yerleştirdiği eline ulaşmam düşündüğümden kolay oldu.

Ayası yere dayanmış elinin üst kısmını kapladım elimle. Benimkilerden iri ve kemikliydi ve teması kabul edişini ilan eden kıpırdanışla dönerek avucunda benimkini kaybedivermişti bir anda. Hafifçe sıktı elindeki elimi. Önce şaşkınlıkla kalakaldım. Tenin bir ses ihtiyaç duymaksızın bir başka tene temas ederek konuşabileceğine inanmazlığımla bir süre durdum.

Korkuyorsun biliyorum. Ben de korkuyorum, diyordu eli elime.

Parmaklarımı parmaklarının arasından geçirdim ve onların sesinin yanımdakine ulaşışını izledim sevinçle.

Artık daha az korkuyorum.

Ben de, yanıtı geldi parmaklarımı kavrayan parmaklarından.

Oraya getirildiğimizden bu yana ilk kez gülümsedim. Çok şey değil belki ama yine de bir şey, dedim kendime. Ve bu bir şeye diğerleri de sahip olmalı. Sağımdaki kıpırtısıza gitti aklım. Diğer elim solumdakinin avucuna kazanılmış bir güvenlik hissi ile serilmişken, sağ koluma hareket izni verdim. Elim bir süre boşlukta ilerledi. Elini sakınıyor olmalı, diye düşündüm. Bir başkasından sakınılan bir eli tutmaya çabalamanın doğru olup olmadığı sorusu geçti aklımdan. Solumdakinin başparmağının elimin üzerinde dolanışının verdiği hissi düşününce, soruyu da cevabı da boş verdim. Usulca sağıma kaykılıp yanımdakinin bedeninin herhangi bir kısmına değebilmeye çabaladım. Omuzuna temas eden kolumu hisseder etmez irkildi. İkimiz de bir süre soluksuz bekledik. Solumdakinin eli cesaret vermek ister gibi varlığını her an belli ediyor, vazgeçmemi engelliyordu. Onun da kendi solundakine yol almış olduğunu bilmek sağımdakine yönelmiş elimin ilerleyişini kararlı kılıyordu. Nihayetinde yakaladığım el küçük bir direnişin ardından teslim olduğunda, temasın dilini sökebilmesi için biraz bekledim. Benimkine eşit bir eldi bu. Yumuşaklığı, parmaklarının inceliği ve küçüklüğü ile tanıdık gelmişti.

Daha az korkabiliriz, dedi elim sımsıkı tuttuğum eline.

Neden korktuğunu bilmeden daha az veya daha çok korkmak mümkün değil, diye karşılık verdi onunki.

Haklı, diye düşünürken ses yeniden çınladı:

     - Gözlerinizi açmayın!
     - Konuşmayın!
     - Kıpırdamayın!

Elini parmaklarımla sardım.

Birlikte korkarsak daha az korkarız, dediğimi anlasın istedim. Anlamıştı ama inanmamışlığını vurgulayan bir kasılmayla cevap verdi. Kendi sağındakine yönelmeye ikna olması için daha kaç dokunuş gerekeceğini düşünürken, bulunduğumuz yerin havasının yavaş yavaş değişmeye başladığını ancak fark edebilmiştim. Adına umut demeyi ancak umut edebileceğim sessiz bir tını dolaşıyordu havada. Solumdakinin parmaklarının parmaklarıma dolanmış neşesini sağımdakine aktarabilmenin bir yolu olsa, diye hayıflanırken birden nereden çıktığı belirsiz bir arzunun yükselmeye başladığını fark ediverdim. Onları görebilsem. Solumdakini ve sağımdakini. Güveni ve güvensizliği çıplak gözle görebilsem. Gözlerinizi açmayın, demişlerdi. Her on dakikada bir gözlerinizi açmayın diye haykırıyor çirkin bir ses. Gözlerimizi de açabilir miyiz, kıpırdamayın emrini çiğnediğimiz gibi?

Tırnaklarımı sağımdakinin avcuna batırdım usulca.

Gözlerimiz bağlı mı, diye soruyordu tırnak uçlarım avcuna. Aynı anda solumdakinin işaret parmağı aynı soruyla kıpırdanıyordu elimin ayasında. Gözlerimiz bağlı mı?

İtiraz ve direnç kabul etmez bir sesin, gözlerini açma, diye haykırışı canlanıyor o anda belleğimde. Ömrüm boyunca duyduğum en korkunç ses. Gözlerimi açmak bir yana kapatabildiğimce kapatmış olmalıyım. Sonrasında tek hatırlayabildiğim sırtımı dayadığım duvarın soğuğu.

Tüm zihinlerin büyük ve tek bir soru işaretine dönüşmesinin esintisiyle soğuyor bir anda olduğumuz yer. Cevaba muhtaçlığımızın, elden ele geçen umudu hiçleyen gücü altında ezilir gibi oluyoruz. Yüksek sesle sorulamayan soruların birden çok ama soruyu karşılayıp karşılamadığından asla emin olunamayan cevabı olur. Kim hangi cevabı beğenirse, kimin hangi cevap işine gelirse onu alıp basar merakın sızım sızım sızlattığı yerlerine. Avunabilir mi peki?

Solumdakinin omzuma yaslanan omzu hiç sırası değil bunun, der gibiydi. Avunmanın sırası değil. Huzursuzluk soluk alıp verişlerde görünür kılmıştı kendini. Ellerle başlayan temas, bedenin mümkün her yeriyle sürüyor; daha öncekine benzemez bir endişeyi bütün bir duvar dibi boyunca dalgalandırıyordu.

Öncekilerden daha yüksek, daha sert ve daha korkutucuydu bu kez metalin sesi:

     - Gözlerinizi açmayın!
     - Konuşmayın!
     - Kıpırdamayın!

Gerildik, dikleştik, soluğumuzu tuttuk. Öfke ilkin solumdakinin iri ve kemikli ellerinde filiz verdi. Benden sağımdakine aktı. Orada öylece durdu birkaç saniye. Birkaç uzun saniye, orada öylece duruşunda nefesimi kesen bir şey vardı. Elime eş elindeki kasılış önce boğazında bir refleks hırıltı ardından da umulmadık bir seslenişe dönüştü:

Gözlerimizi açtık mı ki hiç, diye bağırıyordu. Gözlerimiz açık oldu mu bu güne dek? Ya da gerçekten konuştuğumuz oldu mu? Oldu mu, olan biteni görebilmeye muktedir olup olmadığımızı bile bilmezken yerimizden kıpırdadığımız?



Her neredeysek, kaç kişiysek, kimsek; sağımdakinin haykırışının ortalığa savurduğu bu sorulara utançla zihin evimizden baktık. Kim hangisini beğenirse, kimin hangisi işine gelirse, onu alıp merakın sızım sızım sızlattığı yerlerine basacağı cevapların bir gün tükeneceğini hesap etmemişliğimizin avunulacak yanı kalmadığını anlıyorduk.

Gözlerimizi açmadık.
Konuşmadık.
Kıpırdamadık.

O yüzden buradaydık. Parmak uçlarımızdan medet umup diğerinin teninde umudu ve avuntuyu aramayı sürdürecektik.

Öfkesine yenik düşen sağımdaki elini elimden hışımla çekerken, ben başımı solumdakinin omzuna yaslayıp düş dolu bir uyku diledim. Diğerleri ne yaptı, hiç bilmiyorum…



dizin    üst    geri    ileri  

 



 11 

 SÜJE  /  Melek Ekim Yıldız   /  yirmi beş mart iki bin on beş     9