Bir öncekinin ardından kaç dakika geçtiğini hesaplayacak durumda
değildik. Yine de çok geçmediğini biliyorduk. Kulak tırmalayan o metalik
ses yeniden doldurdu bulunduğumuz yeri:
Sırtımız soğukça bir duvara dayalı, bacaklarımızı düz bir biçimde
uzatmamıza izin verilerek yan yana oturtulmuştuk. Kaç kişi olduğumuzu;
yanımızda yöremizde oturanların kimler olduğunu, neye benzediklerini,
nasıl bir yerde bulunduğumuzu bilmiyorduk. Gözlerimizi açmamızın
söylendiği o ilk andan bu yana herhangi bir şeyi görmeye olanak vermeyen
tuhaf bir karanlığın içindeydik. Yalnız olmadığımızı biliyor, pek çoğuyla
bir arada bir duvarın dibine oturtulduğumuzu anlıyor, hiç konuşmuyorduk.
Arada bir yakından, az ilerden ya da daha ileriden geldiği fark edilen
sesli soluklanmalar, aksırıklar, iç geçirmeler işitiliyordu yalnızca.
Birilerinin sessiz sessiz ağladığını sandığımız da oluyordu. Derken o
metalik ses canhıraş bir çığlık gibi doluyordu kulaklarımıza.
Ses, bulunduğumuz mekâna yayılıyor, ardından gelip her birimize tek tek
çarpıyordu. Sese bedenimin verdiği tepkinin, yarı dik bedeni
olabildiğince dikleştirip, yapabildiğince geriye yaslanmak olduğunu
biliyordum. Ve yalnız olmadığımı da. İki yanıma oturtulmuş, kim
olduklarına dair hiçbir bilgi sahibi olmadığım diğer ikisinin de benzer
bir tepki verdiklerini anlayabiliyordum. Muhtemelen onlar ve onların
yanlarındaki insanlar da benzer bir algı içindeydiler. Her neredeysek,
kaç kişiysek, kimsek; hepimiz sesle birlikte bedenlerimizin üst kısmını
dikleştirip zaten yaslanmış olduğumuza iyice dayanarak, sesin bize
yaptığını katlanılır kılmaya çalışıyorduk.
Sırtımızı yasladıkları duvar soğuktu. Soğuğa şükrettiğimi anımsıyorum.
Görmüyor, neredeyse hiç işitmiyor, koku almıyor ve ağzımızı açmıyorduk.
Duyumsayabildiğimiz tek şey sırtımızdan ciğerlerimize işleyen soğuktu.
Duvarın soğuğu. Maruz bırakıldığımız yetersiz uyarımın bizlere
yapabileceklerinin önündeki tek engeldi duvarın varlığı. O sıra
bedenlerimizin ısısının bir süre sonra soğuğu duyumsamamızın önüne
geçebileceği fikri gelip yerleşince aklıma, paniklemiş olmalıyım.
Ellerimin kendiliğinden harekete geçerek yanımdakilere doğru yol
almasının başka açıklaması yok çünkü. Sağımdakinin bacağına, solumdakinin
ise koluna temas edişimle, her ikisinin de belirgin bir biçimde
kasılmaları anlaşılır bir tepkiydi. Ardından onlarda peyda olan belli
belirsiz titreyişin parmaklarıma sirayet edişi de. Başına buyruk eller
derhal ait oldukları alana geri çekilirken, küfretmek için açılan ağzımın
bizi yeniden yerimizden sıçratan o sesle kapanıvermesi bir olmuştu.
Direktiflerden en az birini ihlal etmişliğimin tedirginliği ile duvara
her zamankinden biraz daha fazla dayanışım, soğuğun yanına kendini
hafifçe belli eden bir sızı eklemişti. Sırtımda bir bölgenin küçük bir
sıyrık kazandığına emindim. Emir cümleleri sona erdi, önce duvarımıza
yapıştık ardından biraz rahatladık, bir iki kişi burnunu çekti;
talihsizliğine şahitlik edebileceğimiz belirsiz biri hıçkırmaya başladı.
Yuttuğum küfürler içimde patladı patlayacak diye düşünürken, sağ
yanımdakinin hareketsizliği ve solumdakinin belirgin kıpırdanışları
yüzünden tüm dikkatim onlara yöneldi. Bu kez ellerimdeki kıpırdanışı
tanımıştım. Derin bir soluk aldım. Çok korkana mı yoksa bir kapı açsam
oradan geçmeye meyilli olana mı yönelmem gerektiğini düşünmekte olduğumu
fark ettim hayretle. Zor, kolaydan çekicidir; bunu herkes bilir. Ve zor’u
çekici bulduğu halde kolaya yönelen varlıklar olduğumuzu da. Kendine
meydan okumanın anlamsız olduğu bilgisindendir belki de. Zaten zordaydık.
Zaten zordaydım. Ellerime izin verdim. Solumdakinin işimi kolaylaştırmak
için elimin hemen yanına yerleştirdiği eline ulaşmam düşündüğümden kolay
oldu.
Ayası yere dayanmış elinin üst kısmını kapladım elimle. Benimkilerden iri
ve kemikliydi ve teması kabul edişini ilan eden kıpırdanışla dönerek
avucunda benimkini kaybedivermişti bir anda. Hafifçe sıktı elindeki
elimi. Önce şaşkınlıkla kalakaldım. Tenin bir ses ihtiyaç duymaksızın bir
başka tene temas ederek konuşabileceğine inanmazlığımla bir süre durdum.
Korkuyorsun biliyorum. Ben de korkuyorum, diyordu eli elime.
Parmaklarımı parmaklarının arasından geçirdim ve onların sesinin
yanımdakine ulaşışını izledim sevinçle.
Artık daha az korkuyorum.
Ben de, yanıtı geldi parmaklarımı kavrayan parmaklarından.
Oraya getirildiğimizden bu yana ilk kez gülümsedim. Çok şey değil belki
ama yine de bir şey, dedim kendime. Ve bu bir şeye diğerleri de sahip
olmalı. Sağımdaki kıpırtısıza gitti aklım. Diğer elim solumdakinin
avucuna kazanılmış bir güvenlik hissi ile serilmişken, sağ koluma hareket
izni verdim. Elim bir süre boşlukta ilerledi. Elini sakınıyor olmalı,
diye düşündüm. Bir başkasından sakınılan bir eli tutmaya çabalamanın
doğru olup olmadığı sorusu geçti aklımdan. Solumdakinin başparmağının
elimin üzerinde dolanışının verdiği hissi düşününce, soruyu da cevabı da
boş verdim. Usulca sağıma kaykılıp yanımdakinin bedeninin herhangi bir
kısmına değebilmeye çabaladım. Omuzuna temas eden kolumu hisseder etmez
irkildi. İkimiz de bir süre soluksuz bekledik. Solumdakinin eli cesaret
vermek ister gibi varlığını her an belli ediyor, vazgeçmemi engelliyordu.
Onun da kendi solundakine yol almış olduğunu bilmek sağımdakine yönelmiş
elimin ilerleyişini kararlı kılıyordu. Nihayetinde yakaladığım el küçük
bir direnişin ardından teslim olduğunda, temasın dilini sökebilmesi için
biraz bekledim. Benimkine eşit bir eldi bu. Yumuşaklığı, parmaklarının
inceliği ve küçüklüğü ile tanıdık gelmişti.
Daha az korkabiliriz, dedi elim sımsıkı tuttuğum eline.
Neden korktuğunu bilmeden daha az veya daha çok korkmak mümkün değil,
diye karşılık verdi onunki.
Birlikte korkarsak daha az korkarız, dediğimi anlasın istedim. Anlamıştı
ama inanmamışlığını vurgulayan bir kasılmayla cevap verdi. Kendi
sağındakine yönelmeye ikna olması için daha kaç dokunuş gerekeceğini
düşünürken, bulunduğumuz yerin havasının yavaş yavaş değişmeye
başladığını ancak fark edebilmiştim. Adına umut demeyi ancak umut
edebileceğim sessiz bir tını dolaşıyordu havada. Solumdakinin
parmaklarının parmaklarıma dolanmış neşesini sağımdakine aktarabilmenin
bir yolu olsa, diye hayıflanırken birden nereden çıktığı belirsiz bir
arzunun yükselmeye başladığını fark ediverdim. Onları görebilsem.
Solumdakini ve sağımdakini. Güveni ve güvensizliği çıplak gözle
görebilsem. Gözlerinizi açmayın, demişlerdi. Her on dakikada bir
gözlerinizi açmayın diye haykırıyor çirkin bir ses. Gözlerimizi de
açabilir miyiz, kıpırdamayın emrini çiğnediğimiz gibi?
Tırnaklarımı sağımdakinin avcuna batırdım usulca.
Gözlerimiz bağlı mı, diye soruyordu tırnak uçlarım avcuna. Aynı anda
solumdakinin işaret parmağı aynı soruyla kıpırdanıyordu elimin ayasında.
Gözlerimiz bağlı mı?
İtiraz ve direnç kabul etmez bir sesin, gözlerini açma, diye haykırışı
canlanıyor o anda belleğimde. Ömrüm boyunca duyduğum en korkunç ses.
Gözlerimi açmak bir yana kapatabildiğimce kapatmış olmalıyım. Sonrasında
tek hatırlayabildiğim sırtımı dayadığım duvarın soğuğu.
Tüm zihinlerin büyük ve tek bir soru işaretine dönüşmesinin esintisiyle
soğuyor bir anda olduğumuz yer. Cevaba muhtaçlığımızın, elden ele geçen
umudu hiçleyen gücü altında ezilir gibi oluyoruz. Yüksek sesle
sorulamayan soruların birden çok ama soruyu karşılayıp karşılamadığından
asla emin olunamayan cevabı olur. Kim hangi cevabı beğenirse, kimin hangi
cevap işine gelirse onu alıp basar merakın sızım sızım sızlattığı
yerlerine. Avunabilir mi peki?
Solumdakinin omzuma yaslanan omzu hiç sırası değil bunun, der gibiydi.
Avunmanın sırası değil. Huzursuzluk soluk alıp verişlerde görünür
kılmıştı kendini. Ellerle başlayan temas, bedenin mümkün her yeriyle
sürüyor; daha öncekine benzemez bir endişeyi bütün bir duvar dibi boyunca
dalgalandırıyordu.
Öncekilerden daha yüksek, daha sert ve daha korkutucuydu bu kez metalin
sesi:
Gerildik, dikleştik, soluğumuzu tuttuk. Öfke ilkin solumdakinin iri ve
kemikli ellerinde filiz verdi. Benden sağımdakine aktı. Orada öylece
durdu birkaç saniye. Birkaç uzun saniye, orada öylece duruşunda nefesimi
kesen bir şey vardı. Elime eş elindeki kasılış önce boğazında bir refleks
hırıltı ardından da umulmadık bir seslenişe dönüştü:
Gözlerimizi açtık mı ki hiç, diye bağırıyordu. Gözlerimiz açık oldu mu bu
güne dek? Ya da gerçekten konuştuğumuz oldu mu? Oldu mu, olan biteni
görebilmeye muktedir olup olmadığımızı bile bilmezken yerimizden
kıpırdadığımız?
Her neredeysek, kaç kişiysek, kimsek; sağımdakinin haykırışının ortalığa
savurduğu bu sorulara utançla zihin evimizden baktık. Kim hangisini
beğenirse, kimin hangisi işine gelirse, onu alıp merakın sızım sızım
sızlattığı yerlerine basacağı cevapların bir gün tükeneceğini hesap
etmemişliğimizin avunulacak yanı kalmadığını anlıyorduk.
Gözlerimizi açmadık.
Konuşmadık.
Kıpırdamadık.
O yüzden buradaydık. Parmak uçlarımızdan medet umup diğerinin teninde
umudu ve avuntuyu aramayı sürdürecektik.
Öfkesine yenik düşen sağımdaki elini elimden hışımla çekerken, ben başımı
solumdakinin omzuna yaslayıp düş dolu bir uyku diledim. Diğerleri ne
yaptı, hiç bilmiyorum…