"DÜNYANIN BÜTÜN KENARLARI İÇERDEKİLERİN ÇÖPLÜĞÜDÜR"
Bu replik,Sedef Ecer’in ‘ A la Périphérie’nin can damarını oluşturuyor.
Oyunun ana ekseni, vermek istediği temel izlek.
Sedef Ecer, çocukluğunu Yeşilçam’da, ‘çocuk yıldız’ olarak geçirmiş,
ardından yine sinema ve tiyatro çalışmalarını sürdürürken, eğitim
amacıyla Fransa’ya, Paris Konservatuarı’na gitmiş ve orada yaşamını
sürdürmeye başlamış sanatçılarımızdan. Hem oyun hem de senarist ve film
öyküsü yazarı olarak çalışmalarını sürdürüyor. Bir de her ne değin
yazdıklarında bunu amaçlamasa da, yazdığı oyunlarda görev verilirse, ki
çoğunlukla veriliyor, oyuncu olarak da varlığını duyuruyor.
‘A Péripherie’de; toplum dışına itilen, kıyıda kalmış, dışlanmış,
ötekileştirilmiş insanları ele alıyor. İstanbul’da bir gecekonduda
başlayıp, umutla Fransa’ya giden ama orada da Paris’in gettolarına
sıkışan, umduğunu bulamayan, hiçbir yerin ‘yerlisi’ olamayan insanları…
‘A Péripherie’nin Türkçe karşılığı da buna yakın bir anlam. Ancak tam
anlamıyla hiç birinin tek başına karşıladığı söylenemez. Belki de
bunların tümünü anlamlandırıyor demek en doğrusu. Türkiye’de geçen yıl
İstanbul’da, İstanbul Şehir Tiyatroları’nın düzenlediği ’31.Genç Günler’
etkinliğinde sahnelenen ve büyük ilgi gören oyun, izleyenlere
‘Kenardakiler’ adıyla ulaştırıldı. Ancak ben yine de Sedef Ecer’in
anlatmak istediğini kendisinden öğrenmek istedim :
[
Semih Özcan ] Geçen yıl yoğun ilgi gören oyununuz ‘A la Periphere’i
Türkçe’de hangi sözcük ya da sözcüklerle algılayacağız? ‘Kıyıdakiler’
olarak mı; ‘itilmişler’ mi; ‘ötekileştirilenler’ mi; ‘dışlananlar’ mı?
Sahneye taşımak istediğiniz kimlerdi?
[
Sedef Ecer ] Biraz hepsi. Fransızca’da “Périphérie’de” deyince işin içine
hem geometrik, hem urbanistik, hem sosyal bir anlam giriyor:
Merkez-çeper-kenar-köşe, falan, hepsini barındıran bir kavram gibi
geliyor kulağa. Türkçede tam karşılığını bulamadım. Ama sahneye taşımak
istediğim “dışlanan insanlardı” veya “bütün kıyıdakilerdi” gibi bir şey
söyleyemem. Genelleme yapmak sosyologların, tarihçilerin,
siyaset-bilimcilerin işi. Benim işim seçtiğim belli karakterlerin
hayatlarındaki belli bir kesiti anlatmak. Yani ben bütün kıyıdakileri
değil, altı karakterin hikayesini anlattım: Azad, Tamar, Sultan, Dilşa,
Bilo ve Kibele. Çok da gerçekçi olsun istemedim, masalsı ögeler
kullandım. Müzik de bu natüralizm-üstü duruşa katkıda bulundu. Özellikle
de çok sıkı bir ekiple çalıştığımı belirteyim. Ben romancı değilim ve
tiyatro yazarı olmak demek, iyi bir ekip olmadan hiç bir şey anlatamamak
demek. O yönetmen, o oyuncular, o müzisyenler, o kostümcü, o ışıkçı
olmasa benim metnim bambaşka bir oyun olurdu. Zaten diğer Fransız
versiyonlarında, Alman prodüksiyonunda ya da Amerika’daki okumasında da
çok farklı işler olmuş.
***
Ecer’in de belirttiği gibi oyun çok seçkin ve nitelikli bir ekiple
kotarılmış bir müzikal. Roman havaları, Anadolu türküleri, Fransız
şansonları, Macar geleneksel şarkıları, ilk bakışta Yeşilçam
melodramlarını andıran ancak ‘sınıfsal’ özünü de bozmadan veren bir oyun.
Yalnızca Türkiye’de değil Fransa’da da yoğun ilgi görmüş. 2011’de
Guerande Ulusal Tiyatro Metni Yarışmasında 1.lik, ertesi yıl da lise
öğrencilerinin en sevdiği oyun seçildi. Thomas Bellorini’nin yönettiği;
Anahita Gohari, Lou de Laage, Zsuzanna Varkony, Adrien Noblet ve Sedef
Ecer’in rol aldığı oyun Fransa’nın en saygın sahnelerinden Théatre de
Suresnes Jean Vilar’da sahnelendi ve turnelerle Fransa’nın birçok
bölgesini dolaştı. Almanya ve İngiltere’de de repertuarlara alındı.
Henüz üç yaşındayken sahne ve sinemayla tanışan Sedef Ecer o dönemde
yirmi beş filmde rol aldı. Bu filmlerde; Ayhan Işık, Fatma Girik, Hülya
Koçyiğit, Filiz Akın, Cüneyt Arkın, Yılmaz Güney, Yıldırım Önal..gibi
birçok tanınmış oyuncularla birlikte oldu. Bu kadar küçük yaşta sinemaya
başlaması, ona önemli bir avantaj sağlamıştı. ‘’ Çocukluğum sinema
hikayeleriyle, hikaye anlatmakla geçti’ diyor bu nedenle ve kendisini de
bir ‘hikaye anlatıcısı’ olarak tanımlıyor.
Paris’e ilk gidişi, Galatasaray Lisesi’ndeki öğrencilik yıllarında yaz
kampları sayesinde oluyor ancak gerçek anlamda Paris yaşamına girmesi,
lise sonrasında Paris’e konservatuar öğrenimi görmek amacıyla oluyor.
Baştan bu yönde bir planı olmasa da, kendisini oraya yerleşmiş bir kişi
olarak buluyor sonrasında..Bilmediği sokaklarda, tanımadığı mekanlarda
saatlerce dolaşmayı seven bir kişi olarak belki de bu özelliği nedeniyle
kendini hem çok iyi bir İstanbullu hem de yine çok iyi bir Parisli olarak
görüyor. Ancak aslında o Paris’te bir İstanbullu, İstanbul’da bir
Parislidir.
Bu arada önemli bir notu da ekleyeyim; Paris’te her yıl 9 kadın yazarın
katılımıyla yapılan ‘Paris des Femmes’ tiyatro festivali, bu yıl 9 Ocak
2015 tarihinde Ecer’in ‘Fırst Lady’ oyunuyla açıldı.Oyunu yıllardır
Comédie Française’de çalışmış olan Jean- Philippe Puymart sahneye koydu.
Sedef Ecer aralık başında İzmir’de TAKSAV’ın düzenlediği 4. Uluslar arası
Tiyatro Festivali’nin konukları arasında.. Bu yıl ‘Özgürlük’ temalı 40’a
yakın yerli ve yabancı oyunun sergileneceği; iki oyunuyla Aziz Nesin’in
100.doğum yılının kutlanacağı; Nilüfer Açıkalın’ın ‘Cahide Sonku
Müzikali’yle açılışı yapılacak olan festivalde Sedef Ecer de ‘sosyal
medya’ konulu, ‘Tiyatro ve Transmedya Atölyesi’ gerçekleştirecek. Bu
çalışmada bir ilk de denenecek ve kurs sonunda gençlerden oluşan tiyatro
topluluğu çalışmalarını internet ortamında sürdürecek :
[
Semih Özcan ] TAKSAV’da yapacağınız atölye çalışmasında bir ilki de
gerçekleştireceksiniz. Festival sonrasında gençlerden oluşturacağınız
kadro, ‘internet tiyatrosu’ olarak çalışmalarını sürdürecek. Bu konudaki
kafanızdaki projeyi biraz daha açabilir misiniz?
[
Sedef Ecer ] Bugün artık dijitalleşme her şeyi etkilediği gibi, hikaye anlatma
biçimlerini de etkiledi. Mesela tiyatro sahnesi için bir oyun
yazıyorsunuz ama o oyundaki yan karakterin başrol olduğu bir de internet
hikayesi yazıyorsunuz diyelim. Oyundan çıkan onun uzantısını tabletinde
ya da telefonunda izlemeye devam ediyor. Yeterli teknolojiyi kurabilirsek
Fransa’daki versiyonda seyirciyle interaktif bir ilişki de kuracağız.
Ayrıca ben diğer yazarlardan farklı olarak karakterlerimin akıllı
telefonlarındaki uygulamaları, mesajları falan da sahneye taşıyorum,
onlara gerçek insanlarmış gibi Facebook profilleri yaratıyorum falan.
***
Sinema bir ekip işi. Üstelik diğer sanatlara göre daha çok parasal kaynak
ve iyi bir iletişim ve dağıtım ağı isteyen bir sanat dalı. Bu nedenle
gerek yapıldığı ülkede gerekse dünyadaki gelişmelerden de oldukça
etkilenen bir sanat dalı. Örneğin; savaşlardan… Avrupa sinemasını
yakından tanıyan bir kişi olduğu için Sedef Ecer’e bunu sorma gereğini
duyuyorum :
[
Semih Özcan ] İkinci Dünya Savaşı boyunca Avrupa hatta dünya sineması büyük bir
çöküş yaşadı. Kimi ülkelerde sinema sanatı tümüyle durma noktasına
gelirken kimilerinde de Nazi Almanyası’nın güdümünde kaldı. O dönemlerde
yalnızca İsveç sineması varlığını ve gelişimini sürdürebildi. Günümüzde
de adı konmasa da sürekli savaşlarla, katliamlarla varlığını sürdüren bir
dünyada yaşıyoruz. Türkiye’de sinemanın içinde bulunduğu çıkmaz ve devasa
sorunlar malum. Gerek dünya gerekse Avrupa sinemasının da içinde
bulunduğu çıkmaz sokaklar var mı? Örneğin Fransa’da durum ne?
[
Sedef Ecer ] Yine aynı cevabı vereceğim: Genellemeler yapmak benim için
imkansız. Fransa yılda yüzlerce uzun metraj üreten, bunun çoğunu da
vizyona sokabilen bir ülke. “Fransız sineması” değil, “Fransız
sinemaları” diyebiliriz ancak. O farklı sinemalar içinde de çıkmaz
sokaklara giren senaryolar var elbette. Ama ferah feza caddeler de var
diyeyim. Ticari sinema, intimist bir film veya siyasi yanı olan bir
senaryo, bunların hepsi farklı kulvarlarda giden şeyler.
***
Bu sorunun ardından, sizlere bu yazı/söyleşiyi hazırlarken, sadece
Paris’te değil tüm dünyada şok yaratan katliam haberiyle sarsılıyoruz.
Paris, yaşamında ilk kez, tarihinin en büyük terör saldırısını yaşıyor.
Üstelik bu saldırıların bir bölümü Sedef Ecer’in oturduğu bölgede olur.
Kendisi bu katliamı, merkezinde yaşayan bir kişidir. Sorduğum soru özel
bir anlam kazanıyor.
[
Semih Özcan ] Ve az önceki sorunun hemen ardından akşam saatlerinde Paris’in
çeşitli bölgelerinden saldırı, buna katliam da diyebiliriz, haberleri
gelmeye başladı. Ve çok sayıda ölü var. Bu olay örneğin, sanat ve aydın
kesiminde nasıl tepki doğuracak? Bir yanda bu olayın ister istemez
doğuracağı travma, bir yandan özgürlüklere düşkün bir Avrupa başkenti
büyük olasılıkla bir süre ‘olağanüstü hal’ uygulamaları yaşayabilecek..
Belki biraz erken ama bu konuda bir gözleminiz var mı? Bir sosyolog ya da
gazeteci değilsiniz belki ama, gözlem gücü yüksek bir öykücü olarak, bu
olayın Fransa toplumuna ne tür yansımaları olacağını düşünüyorsunuz? Ve
sizde örneğin, bir travma yaşattı mı bu olay? Bu tür olaylar karşısında
sanatın ve sanatçının bir işlevi olabileceğini düşünüyor musunuz?
[
Sedef Ecer ] Şu anda kendimi müthiş bir travma içinde hissediyorum, ailemin ve
arkadaşlarımın da aynı durumda olduğunu algılıyorum. Özellikle de
olayların olduğu mekanlar çok iyi bildiğim, hep gittiğim yerler olduğu
için. Sokaktaki insanlar da şoke olmuş durumda. Birisinin gözlerine
bakınca karşılıklı ağlıyorsunuz. Bunun Charlie saldırısından ya da siyasi
mitinglere yapılan saldırılardan farkı, son derece apolitik mekanlara
yapılmış olması. Rock konserindeki gençler ve hava iyi diye 3-4 kafenin
lokantanın kaldırımında oturan insanlar takır takır tarandı. Bundan sonra
artık “Bir daha sefere piyango kime vuracak?” gibi bir psikoza gireceğiz
herhalde. Ama Fransızlar polisine güvendiği için tepki göstermeden yüksek
güvenlik önlemlerini kabullenecek bence. Sorunuzun ikinci bölümüne
gelince: Sanatın işlevi olmaz mı hiç? Sanatçı olup da bunlardan
etkilenmeyen birisi olabilir mi? Yaratı, tema, biçim öncelikleri
değişecek bence. Ama sanatçılıktan önce insan olarak bir hazmedelim
bakalım önce. Daha çok yeni. Duygusal şok geçmedi henüz. Kesin olan şu
ki, bu gibi durumlarda sanata sığınmak bir lüks değil, aksine su gibi
ekmek gibi bir ihtiyaç.
***
Yine sizlere bu çalışmayı hazırlarken Sedef Ecer üzerine yaptığım
araştırmada bir bilgiyi yanlış algılıyorum. Kendisinin Fransa’da
tiyatrolara maddi destek sağlayan komisyonda görevli olduğunu sanıp,
Türkiye’de de bu sorun yıllardır tiyatromuzun baş sorunu olduğu için,
oradaki durumu öğrenmek istiyorum. Ancak aldığım yanıt karşısında bir kez
daha şok oluyorum. Bırakın tiyatro topluluklarını, bizde hemen tüm
alanlarda yayın dünyası can çekişirken, orada tiyatro oyunu kitaplarına,
yazarlarına devlet desteği verildiğini öğrendiğimde anlamakta güçlük
çekiyor ne denli ‘ayrı dünyalarda’ yaşadığımızı daha iyi kavrıyorum :
[
Semih Özcan ] Türkiye’de tiyatro çok büyük sorunlarla boğuşuyor şu dönem. Salon
sorunu, ekonomik sorunlar..siyasal baskılar.. Devlet ve Şehir
Tiyatrolarının neredeyse yok edilmesine yönelik
uygulamalar..televizyonlardaki dizi film enflasyonu…Fransa’da durum
nasıl? Bir de, Fransa’da tiyatrolara devlet yardımı yapılan komisyonun
üyesi olduğunuzu öğrendim. Orada kriterler ne? Ya da şöyle
diyelim,Fransa’da devletin tiyatroya yaklaşımı ne?
[
Sedef Ecer ]Tiyatrolara değil, tiyatro yayınlarına ve tiyatro yazarlarına
verilen sübvansiyon komisyonundayım. Yılda üç kez toplanıyoruz. İki ay
önceden belgeler elimize geçmiş oluyor. Ben kendi adıma sanatçının
işlerini de çok araştırıyorum ki, haksızlık etmeyeyim. Herkes üç sanatçı
hakkında uzun bir rapor yazıyor ve komisyon önünde ya verilmesini ya da
verilmemesini savunuyor. Verilecekse miktar belirleniyor. Bazen iyi bir
projesi olan bir yazara bütün yıl başka şey yapmayıp oyununu yazabileceği
kadar büyük bir destek verdiğimiz bile oluyor. Yani önemli bir
sorumluluk. O yüzden mesela eğer tanıdıklarımız sözkonusuysa “Bu kişiyi
ben değerlendirmeyeyim, objektif olamayabilirim” diyoruz, başka bir üyeye
veriyoruz. Ben mesela başka bir komisyondan iki kez 8 ay yaşayabilecek
kadar destek aldım. Başvurularım iki kez kabul edildi ve iki kez 2009 ve
2013’te sekiz aylık süreler sonunda birer metin ortaya çıkarttım.
Fransa’da devletin tiyatroya yaklaşımı ise çok köklü bir mesele. Şu anda
devletin kasaları tamtakır olduğundan sıkıntı çekiyoruz ama normalde
öncelik verilen ve çok saygı gösterilen bir sanat. Her çocuk bir kaç
klasiği iyi bir prodüksiyonla sahnede görmüş olarak, okulda okumuş olarak
büyür burada. Çağdaş yazarlara çok kıymet verilir. Benim oyunlarımın
okutulduğu, davet edildiğim okul sayısını unuttum bile. Derse gittiğimde
karşıma oyunumu çok iyi bilen çocuklar çıkıyor. Fransızca dersinde
çalışmış oluyorlar, akıllı sorular soruyorlar, aktörlük yeteneği olan
öğrenciler oyunları dışardan genç yönetmenlerle çalışıyorlar. Ben ayda en
az 10 oyuna giden bir insanım ve bugün tiyatrolarda çok büyük bir
çeşitlilik sözkonusu.
***
Türkiye’yle ilişkisini hiç kesmeyen Sedef Ecer, Gezi olaylarına da destek
verenlerden. Gezi’yi, Fransa’nın en önemli radyo kanallarından biri olan
France Culture için, ‘’İstanbul’da Üç Ağaç’’ adıyla on bölüm olarak
dizileştirdi. Son sorumda Gezi vardı :
[
Semih Özcan ] ‘Gezi’ olaylarına yakın ilgi gösterdiniz ve bunu dizi olarak
radyoya taşıdınız. Bunun arkası gelecek mi? Yani, bu olayı bir kitaba,
sahneye ya da sinemaya taşımayı da düşünüyor musunuz? Tiyatro, sinema,
edebiyat ve televizyon-radyo dünyasının içinde bir kişi olarak yakın
dönemdeki çalışmalarınızın ağırlık merkezini ne tür bir çalışma
oluşturacak?
[
Sedef Ecer ] Evet ama Gezi’yi anlatan “İstanbul’da üç ağaç” adlı diziyi çok
yorum katmadan yazdım. İlk günden itibaren meydanda bulunan 50 kadar
tanıktan dinlediğim hikayelere bir dramatürji yaratıp kurguladım.
Fransızların en prestijli ulusal kanalında oynandı. Aynı radyoya yeni bir
dizi yazdım ama henüz düzeltmeleri bitmedi. Ayrıca kayıt için hazırlık ve
prodüksiyon dönemi de burada çok uzun sürüyor. Kasting, efekt, internet
sayfası derken bir kaç ayı bulur. Bu kez yazdığım dizinin Türkiye ile bir
alakası yok. Ölüp öteki tarafa giden dünyanın her tarafından karakterler
var.
Onun dışında şu anda dönen oyunlarım var, Temmuz’da ve Ağustos’ta
Fransa’da prömiyer yapacak iki yeni oyunum var, eski oyunumun
hazırlanmakta olan yeni bir Almanya prodüksiyonu var. Yeni oyunlardan
birisi büyük bir prodüksiyon olacak. Tunus’un eski lideri Bin Ali’nin
karısı Leyla, Esat’ın karısı Esma, Marie Antoinette, Eva Peron gibi
devrilmiş First Lady’lerden bir karışım yaptım. Hatta antik Yunan, Sümer,
Mısır First Lady’lerinden de alıntılar var. Kadının hayatının son bir
saatini grotesk şekilde anlattım. Çok önemli bir yönetmen büyük
imkanlarla sahneye koyuyor, ben de helikopterler, hayvanat bahçesinden
kaçan aslanlar falan, aklıma ne geldiyse kendimi kısıtlamadan yazdım.
Bakalım sahneye nasıl koyacak?
***
A la Péripherie’de Dilcha karakteri şöyle der oyunun bir yerinde:
‘’Azıcık patladı mı çok güzel oluyor çöpler. Havai fişek gibi böyle. Tam
olarak ne bilmiyorum ama kimyasal bir şeyler oluyormuş çöplerin içinde,
patlayınca böyle mavi şimşekler çakıyordu. Çok güzeldi. ……… Lunapark gibi
oluyordu çöpler tutuşunca. Çocuklar bir yandan korkuyordu bir yandan da
bayılıyordu. ‘Metan geliyor, metan geliyor’ diye bağırıyordu. Biz de
alışmıştık. ‘Yaramazlık edersen metan patlar’ diyorduk onlara.’’