Şu alçak duvarın üzerinde oturanı görüyor musun, dedi. Görmemiştim. Başım
ister istemez imlediğine doğru döndü. Yüzü bizden yana dönük oturuyordu;
oturuşunda, omuzlarındaki çökkünlükte, ayaklarındaki belli belirsiz
kıpırdanışta ya da parmaklarının arasında çevirdiği henüz yakılmamış
sigarada olağan dışı bir şey görmüyordum. Ne var bunda, dedim. Oturuyor
işte. Geldiğimizden beri orada, dedi. Sesinde ilgisizliğimi kınayan bir
ton varmış gibiydi. Ne istiyorsun, bırak otursun, dedim. Dedim ama
bakışlarındaki henüz anlayamadığım bir şey olduğunu sezdirir ışık içime
kurt düşürmüştü bile. Dönüp bir daha baktım. Duvardaki hissetmiş gibi,
başını elindeki sigaradan kaldırıp karşılık verdi bakışlarıma. Bir
başkasının gözlerinin size yönelmiş olduğunu fark etmenin verdiği tuhaf
bir his vardır. Bu his, aynı anda ikimizin de omuzlarımızı
dikleştirmemize neden olmuştu. Gözlerimi ondan ayırmadan, bize bakıyor,
dedim. sen de ona bakıyorsun, karşılığı geldi. Sesinde eğleniyor gibi bir
hava vardı. Ve ben de size bakıyorum. Bakışlarımı duvardakinden ayırıp,
karşımdakine neler olduğunu sormanın tam zamanıydı; bir şey olduğu
ortadaydı, benim için görünür olmayan ise ne olduğuydu. Ama yapamadım.
Duvardakinin gözlerine takılı kalmış gözlerim iradeden yoksun biçimde ama
kendine içre bir güçle sabitlenmişti. Tam gözünün içine bakıyordum ve tam
gözümün içine bakıyordu. Salt gözden ibaret gibiydik ve zihnim olan
bitene anlam verecek herhangi bir veriden yoksundu.
Tanıyor musun onu, diye sordu yanımdaki.
Tanımıyorum, dedim.
Tanıyordum ama. Beni bir özneden nesneye dönüştüren büyük bir ‘keşke’nin
vücut bulmuş haliydi.
Tanıyordu beni. Onu bir özne olmaktan çıkarıp nesneleşmesine neden olan
büyük bir inattım.
Merhaba yerine geçecek hafif bir tebessüm, duvarla aramdakini kırabilir,
üçümüzü de hayatın normaline geri atabilirdi. Gözlerimi ondan
ayıramadığım gibi yüzümdeki kaslara da söz geçiremediğim aşikardı.
Gülümseme yerine geçecek küçük bir kas oynamasına bile razıydım. Hiçbir
şey olmadı. Onun da yüzünde herhangi bir hareket olmadı.
Ne hissediyorsun, sorusu yanımdakine aitti.
Bilmem, diye mırıldandım.
Biliyordum ama. Eylemsizliğime tezat bir neşenin içimden dışıma taşacak
gibi kabardığını buz gibi biliyordum.
Ne görüyorsun, diye sordu yanımdaki yine. Gözlerinde ne var?
Hiç, dedim. Hiçbir şey yok.
Vardı ama. Yüzlerce küçük parçaya bölünmüş büyük bir hikayenin sessizliği
dolmuştu baktığıma.
O senin gözlerinde ne görüyor acaba, diye soracaktı elbette yanımdaki.
Ne görecek, dedim heyecanım sesime yansımasın telaşıyla çarçabuk.
Hikayesine düşkünlüğümü gördüğünden emin olduğumu açık etmedim. Daha
fazla soru istemediğimi biliyordum bir de. Soru bana aitti o noktadan
sonra:
Ne oluyor, diye sordum. Cevabın duvardakinde de bende de olmadığı
besbelliydi.
Önce sessizlik. Bilmiyorum, diyecek gibi. Sonra bir kağıt hışırtısı.
Oku, dedi. Oku.
Okuyamam, dedim.
Anladı. Az sonra okumaya başladı. Gözüm duvardakinde, kulağım onda.
“ Ah keşke şurada bir bakış, öznenin bakışı olsaydı, keşke
fotoğraflardaki biri bana bakıyor olsaydı! Çünkü fotoğrafta bu güç tam
gözünün içine bakma gücü vardır.” *
Duyduğumu sindirmek zaman aldı. O bir fotoğraf mı yani, diye sorabildim
nice sonra.
Asıl sorun, diye cevapladı. Onun sana bakan bir fotoğraf olmasının mümkün
olması kadar, senin ona bakan bir fotoğraf olma imkanının eşit olması.
Açıklamanın saçmalığı kadar akla yatkın gelmesi gibi diye düşünürken o
sözlerini sürdürdü:
Daha da beteri, dedi. Benim ikinize bakan bir fotoğraf olma olasılığım.
Bir an soluksuz kaldım.
Canını sıkma, dedim. En azından birimiz için bir ‘keşke’ gerçeğe dönüyor.
Haklısın, dediğini duyduğum sırada dakikalardır çabaladığım gülümseyiş
nihayet yüzümde belirirken, duvardakinin de bana gülümsediğini gördüm. Ne
fark eder kimin ne olduğu, diye düşündüm. Hiç fark etmezdi…