Ne gözlerimi bağladılar ne de iteleyip tekmelediler. Garipsedim. Hiç
alışkın olmadığımız bir durum.
Üstelik, ne idüğü belirsiz bir yer de değildi geldiğimiz mekan. Düpedüz
Emniyet Genel Müdürlüğü binası işte… kafamda bit yenikleri.
Orta katlardan bir odaya sokuldum. İzbe, karanlık bir yer değil.
‘Sorgulama’ için hiç mi hiç uygun değil. Sanırım yalnızca ‘delirtmek’
için. Derken bir polis ortada bir alana getiriyor beni, tam ortasında da
bir fotoğraf makinesi. Boynuma yafta asılıyor. Marketlerde satılan mallar
üzerinde gördüğümüz türden barkot var üzerinde..onun altında da bir
numara. Önden ve yandan yüz fotoğrafım çekiliyor. Sonra da parmak izim
alınıyor. Kafamdaki bit yeniklerinin sayısı artıyor.
Bu fişleme daha önce Mamak’ta yapıldı çünkü. Şimdi bu da neyin nesi?
Yeniden sorguya ya da Mamak için geldilerse bu nezaket niye? Yok, Emniyet
için unuttular da ayrıca bir fişleme gereği duydularsa o zaman da yolda
polisin sözleri anlamını yitiriyor. Henüz ‘yanmaya’ başlamadım.
Derken bir başka odaya alınıyorum. Önümdeki masanın ardındaki polisin
elinde bir zarf var. Yanımdaki, yolda geleceğimi okuyan polis, araya
girerek zarfı alıyor. Yırtıp, sırıtarak bana uzatıyor. ‘Yanışımı ve
bitişimi’ görme sabırsızlığı içinde. Elimdeki zarfa bakıyorum. Sarı zarf.
Yani yine sıkıyönetimin 1402’lik bildirimlerinden biri. Bu işi otomatiğe
bağladılar artık. 1402 sayısına vardılar ya uzun çözümlerden sonra, bağla
her kararı oraya. Kağıdı okumaya başlıyorum:
‘’Ankara’da bulunmanız komutanlığımızca sakıncalı bulunmuştur. Bu nedenle
Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı’nın 1402 sayılı kararı gereğince 5 ay
süreyle Ankara il sınırları dışına çıkarılmanıza karar verilmiştir.’’
O an yanımdaki polise dönerek ben ondan çok daha fazla sırıtmaya
başlıyorum. Sırıtmak ne kelime, neredeyse kahkaha atacağım. Hatta bir an
için sevincimden adama sarılmak bile geldi açıkçası içimden. Ben yine
büyük bir bela beklerken, sınır dışı edilmek içimi ferahlatmıştı. Gülerek
‘Zaten bağlasanız durmam bu kentte bir daha’ dedim sevinçle. Dedim
demesine ama nedense çok kısa süre sonra bu sevinç yüreğimde çok daha
büyük bir hüzne bıraktı yerini. Önce bildiriyi aldığıma ilişkin tutanağı
imzalattılar. Sonra da benden ikametgah olarak adres vermemi istediler.
Aslında yalnızca sınır dışı kararıydı bu ancak bir sürgün gibi adres ve o
adreste de her gün gidip imza vermem isteniyordu. Devekuşuyla karşı
karşıyaydım anlayacağınız. Bir tür zorunlu/gönüllü sürgün. 12 Eylül’ün
yeni buluşu. Ailem nedeniyle, yeni yerleşim yerimi İzmir olarak gösterdim
kuşkusuz.
Dediğim gibi içimdeki ilk andaki sevinç yerini hızla hüzne bırakmıştı.
Bana kalsa kısa sürede, en azından dinlenmek amacıyla zaten İzmir’e
gidecektim. Ama bunun bir sıkıyönetim kararıyla olması tepemin tasını
attırmış, bu kez alabildiğine direniyordum. Öyle ki sanki beş ay değil
de, sürekli bir sürgüne gider gibiydim. Bir daha Ankara’yı hiç
göremeyecek gibi bir duyguya kapılmıştım anında..Gözyaşlarımı zor
tutuyordum. ‘Ne zaman gidiyoruz?’ dedim. ‘Biz götürmeyeceğiz. Sen
gideceksin’ dediler. ‘Hemen.’ ‘Hemen gidemem’ dedim. ‘Param yok’ diye de
salladım. ‘Evden para getirtmem lazım.’ ‘Yarın sabah o zaman’ dediler. ‘O
da olmaz, ne zaman gelirse o zaman giderim. En az üç gün buradayım’ diye
de ekledim. Bir tanesi yüzüme bakıp, sertçe ‘hiçbir sorun çıkarmadan en
kısa sürede gideceksin. Yoksa buraya gelirsin’ dedi. Ben de aynı
sertlikle yineledim ‘en az üç gün buradayım’. Ve polislerle geldiğim
binayı, kızgınlık içinde tek başıma terk ettim.
Beynim ve yüreğim bir türlü Ankarasızlığı kaldıramıyordu. Yüreğim
vücudumdan sökülüp zorla alınırcasına acı içinde, neredeyse
kıvranıyordum. Bu üç günü doya doya yaşamalıydım Ankara’da.
Kızılay’a gelir gelmez Sakarya’ya attım kendimi. Ve nedense içimden gelen
ses beni, öğrenci gençliğinden aydın, yazar çizer takımına dek çoğumuzun
yaşamında önemli yer tutan Ekspres birahanesine itti.. Doğal olarak henüz
erken olduğu için tanıdık kimseler yoktu. İki bira içerek kendime gelmeye
çalıştım. Sonra kalkıp, rastgele yürümeye başladım Sakarya sokaklarını.
Lokanta, birahane benzeri bir yer bulup yiyecek bir şeyler getirttim. Aç
olmama karşın boğazıma dizilen lokmaları yutmakta zorlanarak tanımsız bir
iç sıkıntısı içinde bir bira söyledim kendime isteksizce. Bir sen
eksiktin dercesine karşımda yine o. Gelip masama çöreklendi.
Doğru ya, ben size onu geçen bölümde anlatmayı unuttum. Eeee, bunca
yıldan sonra anılar zamansız düşüyor usuma. Hani önceki bölümde,
Sakarya’da ‘Şeytanın Mağarası’na oturmuştum ya. Doğal olarak atmosferin
güzelliği nedeniyle size o güzel ortamı anlatmış, onu söylemeyi es
geçmiştim. Şimdi yeniden konuyu açayım. Şeytanın Mağarası’nda otururken
şeytanın aklına gelmeyen bizim istihbaratçıların aklına gelmiş ve bana
bir ‘yakın koruma’ göndermişlerdi. Masamda tek başıma düşlere dalmış
otururken, karşı masadan bir tip kalkıp yanıma geldi. Elaleme başka
masalardan meyve tabağı, içki gelir, bana da gele gele istihbaratçı
geldi. Traşından giyimine, davranışlarına dek asker olduğunu bas bas
bağıran bir tip. Yalnız olduğunu, sohbet etmek istediğini söyledi.
‘Yabancı olmadığını’ anlayınca otur dedim, ne diyeyim? Bir süre hoş
sohbetten sonra bu başladı konuşmaya, benim içerden çıktığımı anlamış,
kim bilir ne işkencelerden geçmişim ama asla bunu başka yerlerde
söyleyerek kendimi küçültmemeliymişim, kimselere söylememişim türü
nutuklar dinledim gece boyu.
İşte ‘yakın koruma’m yine bulmuştu beni. Bu kez de o dönemler iktidarda
olan ANAP’ın demokrat hatta sol bir parti olduğu, bu nedenle desteklemem
gereği üzerine kafa ütülemeye başladı. Dalga geçerek ‘kim var sol
olarak?’ dedim. ‘Aaaa, olmaz mı hiç. Tınaz Titiz var. Ben varım’ dedi. Bu
bana yetti. Önümde bir türlü içemediğim birayı bir anda dikip hadi bana
eyvallah, dedim. En iyisi yine Mülkiye’ye tüymekti, koruma olmadan
güvenle oturabileceğim tek yer olması açısından.
‘Asker koruma’mda o gece kurtulmuştum ama ondan sonra da yaklaşık iki yıl
‘polis koruma’mla birlikte yaşadım. Sorguda gözlerim bağlıyken bana
işkence eden polislerden biriyle iki yıl köşe kapmaca oynadım. Gözlerim
bağlı olduğu için tanımayacağımı sanarak rahatça her an her yerde bir
gölge gibi izledi beni ama eski püskü bağdan herkesi çok net gördüğüm
için her yerde tanıdım onu. Aklınca kimi kez farklı tiplerde bitiyordu
yanımda ama yine de kendini ele veriyordu. Kimi zaman işportacı oldu,
kimi zaman bir kahvede oturan herhangi bir vatandaş. Cep telefonları
olmadığı dönemlerde Ankaralılar bilir, özellikle Yüksel Caddesi’nden
Konur’a uzanan hat boyunca karaborsa telefon jetonu satıcıları dizilirdi.
Çokluk orada jeton ve bazen de otobüs bileti satardı Mülkiye’ye
takıldığım dönemlerde dikizlemek için. Kimi zaman da özellikle İzmir’de
olduğum dönemlerde, İzmir’de de o çoktu o dönemler, sigara tombalacılığı
kılığında çıkardı karşıma. Az sigarasını almadım. Bizde böyle..bedeli
koruma öder, korunan değil.
Doğrusunu söylemek gerekirse ben de elimden gelen konukseverliği
gösterdim kendisine. Sayemde Foça’da, Bodrum’da tatil yapma olanağı bile
buldu.Ama bir tek konuda üzgünüm, galiba istemeyerek kumarbaz yaptım. O
dönemler at yarışlarından hiç mi hiç hazzetmezdim. Bir gün baktım yine
peşimde. Sırf iş olsun diye önümdeki ilk ganyan bayiine daldım. Bitene
dek at yarışı oynadım orada. Tabii, benimle birlikte o da. Kötü oldu.
Bazen o ganyan bayiine gittiğimde benden önce oraya gidip oyuna daldığını
görmeye başlamıştım.
Yıllar sonra yakın korumamın kimliğini de öğrendim. Bir TV programında
Reha Muhtar’ın sunduğu, 12 Eylül dönemini işleyen bir tartışma
programında, dönemin polislerinden biri olarak bu da vardı. O sırada
konuklardan biri olan Hasan Fehmi Güneş bizimkine dönerek aynen şöyle
dedi: ‘’Ben seni tanıdım. Sen Emniyet’in istihbarat
bölümündensin. Sen istihbaratçı Mustafa’sın.’ İstihbaratçı Mustafa, 2 yıl
kadar benim de ‘yakın korumam’ olmuştu.
Ne zaman aklıma yakın korumalı günlerim gelse, gözümün önüne iki kare
gelir. İlkinde o unutulmaz filmin ‘azraille satranç oynama’ sahnesi.
Diğerindeyse Behçet gelir. Behçet Aysan. Behçet Aysan yıllar önce yine
Ekspres’de oturduğumuz bir sırada, üstelik konuk olarak, konuşma yapmak,
şiir okumak için davet edildiği bir kasabada yanından hiç ayrılmayan,
polislerden söz etmişti bir gün. Dayanamaz, bunalım içinde belki
kurtulurum
umuduyla bir meyhaneye atar kendini. Kurtulamaz. Ardından bir gölge gibi
peşinden giden polis de girer. Girer ama meyhanede belki de içki içmeyen
tek tiptir. Dayanamaz, masasına davet eder. ‘Sağol abi’ der polis, ‘görev
başındayken içemem.’ ‘Beni izliyorsun değil mi?’ ‘Evet abi, özür dilerim.
Emir böyle, mecburum.’ ‘Peki benim içmemin sakıncası var mı?’ ‘Yok abi,
sen keyfine bak…’
Behçet’le tanışıklığım ve dostluğum 80 ortalarına dayanıyor. O yıllarda
Ekspres’in müdavimleri arasındaydık. Sonra bir süre ayrı kaldık, sıklıkla
görüşemez olduk. Ardından da kısa bir küslük dönemi girdi aramıza. Şu an
nedenini gerçekten anımsamıyorum. Bu gibi durumlarda her zaman rastlanan
sıradan, incir çekirdeğini doldurmayan bir nedenle olduğu kesin. Büyük
olasılıkla şiir anlayışı konusunda küçük bir görüş ayrılığındandır.Zaten
bu gibi durumlarda hep Mehmed Kemal’in sözü gelir aklıma ‘şairler
dövüşür.’
Yıllar sonra bir gece yine Ekspres’deyim. Az ötemdeki masada Behçet
Aysan. Bir o bana bakıyor bir ben ona. Sonunda dayanamadı, laf attı. ‘Biz
seninle tanışıyorduk de mi?’, gıcıkça yanıtladım ‘Benim aklımda
takışıyoruz gibi kaldı?’, ‘Hangi konuda takışmıştık seninle?’, ‘Ne
bileyim’ dedim, ‘aklıma gelse devam ettireceğim.’ ‘Hadi hadi, bırak
inadı, gel masaya.. ‘İyi de ben niye geliyorum, sen gel’ dedim. Bir süre
birbirimizi süzdük. Sonra başladık karşılıklı gülmeye. Masasına otururken
de ‘İlle de bira ısmarlamakta ısrar ediyorsun yani. Hadi söyle’ demeyi de
ihmal etmedim..
Bu şekilde iki-üç ay daha, eskisinden de daha da samimi sürdü
dostluğumuz. Hemen her gece gecenin ilerleyen saatlerine dek Ankara’da
takılmadığımız mekan bırakmadık. Çoğu zaman başka arkadaşlar da olurdu
aramızda. Kimi zaman da her yeri kapatmış olur, sabahı Kuğulu’da yapardık
elimizde son ‘cila’ şişeleriyle.
İki-üç ay sonra ben İzmir’e döndüm. Döndükten bir hafta sonra da Sivas
katliamı yaşandı. Yıllar sonra yeniden bulduğum çok sevdiğim dostumu,
iğrenç bir faşist katliam sonucu bu kez süresiz olarak kaybettim..
O günden sonra tüm ilişkilerimde küslüğü yaşamımdan sildim. Yine
muhalifim, yine sorunum, yine kızdığımda bağırıp çağırıyorum,
biliyorum..ama benim olduğu kadar karşımdakinin de bağırma hakkı olduğunu
kabullendim. Demokrasi dediğimiz de bu değil mi?
Sivas’da beni kahreden ikinci isim de Asaf’dı. Asaf Koçak. Onunla 80 sonu
ya da 81 başında tanışmıştık. Sonraları adı Sanat Kurumu’na dönüşen
Sanatseverler Derneği’nde ilk kişisel sergisini açacaktı. Çalıştığım
derginin yani Yankı’nın dizgicisi olan arkadaşımız Saim Açıkalın’ın
arkadaşıydı. O götürmüştü sergisinden bir gün önce Sanatsevenler’e. Hep
beraber karikatürlerini, duvarlara asarak sergiye hazır hale getirmiştik
bir gece önceden. Bu ilk sergisinde onun hakkındaki ilk yazıyı da ben
yazmış oldum. Sonra da yıllarca sürecek dostluğumuz sürdü.
Asaf’ı son gördüğümde Bahçelievler’deydim. Gece saat on civarı. Durakta
araba bekliyorum, çok beklemiş olmalıyım ki bir yandan da sıkkın bir
biçimde gözüm yollarda taksi kovalıyorum. Bir ara caddenin karşısından
yanıma doğru Asaf’ın geldiğini gördüm. ‘Deprem oldu la duydun mu?’
‘Saçmalama’ dedim ‘’Ankara’da deprem olmaz.’ ‘’Valla oldu. Az önce. İyi
salladı.’ ‘İyi sallayan’ depremin 4 büyüklüğünde olduğunu sonradan
öğrendik. Bir İzmirli için rutin bir rakam olan 4’ün, Ankaralı için
büyüklüğünü bir kez daha görmüş olduk.
‘Buradan araba geçeceği yok’ dedim Asaf’a. ‘Hadi ısmarla bir taksi de
binelim.’ ‘Yok ollum para, ne taksisi?’ ‘Sen bilirsin’ dedim ‘’Taksiyi
sen tutarsan Mülkiye’de ben de sana rakı ısmarlayacaktım. O zaman taksi
benden Mülkiye senden.’ Ben daha sözümü bitirmeden nereden ortaya
çıktıysa zınk diye önümde taksi durdu. ‘Dikilip durmasana orada öyle’
dedi Asaf, ‘hadi çabuk atla da gidelim.’
Güzel bir gece daha geçirmiştik onunla o gece Mülkiye’nin bahçesinde,
rakı eşliğinde. O onunla olan son geceydi.
Kuşkusuz Sıvas’ta ölenlerin her birinin değeri çok büyük. Yakın
samimiyetim olmasa bile şahsen tanıdığım Uğur Kaynar’ı, Metin Altıok’u ve
her biri pırlanta kadar değerli gencecik arkadaşları unutmak mümkün
değil. Ancak benim için 2 Temmuz’un Behçet ve Asaf sayesinde, yüreğime
hiç silinmemecesine kazınan bir acısı var. Eğer Ankara’da bir hafta daha
kalıp İzmir’e dönmeseydim, kesinlikle onlarla birlikte olacaktım. O
tarihte orada olsaydım onlarla Sivas’da olmamam olanaksızdı. Ve çok büyük
bir olasılıkla da Behçet’le Asaf’ın olduğu alt katta olurdum. Başka
nerede olabilirdim ki? Yıllarca bu acıyı hep taşıdım, hep yaşadım.
Kendimi, bir tür onlarla birlikte orada ölmediğim için hep suçlu gibi
gördüm. Katiller sürüsünün olmayan utancını ben hep içimde taşıdım. İşte
bu nedenle 2 Temmuz’u bana hiçbir güç unutturamaz. Şeriatçı faşizme ve
buna yol açan 12 Eylül faşizmine olan nefretimi hiçbir güç ortadan
kaldıramaz. Aziz Nesin’in şiirinde belirttiği gibi, 2 Temmuz ‘Hançer
nakışı’ gibi yıllardır kanar durur içimde bir Sivas işi olarak.
Asker korumamdan kurtulur kurtulmaz soluğu can havliyle Mülkiyelilerde
aldım yine. Kaldığım otel yeterince ayağa düşmüştü. İlk işim sonradan
otel olan bizim misafirliğe yerleşmek oldu. Eşyalarımı otelden alıp
yerleştirdim. Bir süre sonra akşam yemeğine, restoranta geçtim. O dönemki
şef garsonumuz Devlet ( ben ve birçoğumuza göre bu ülkede sevdiğimiz tek
devlettir) siparişi almaya geldi. Kalabalık bir menü ısmarladım. ‘’35’lik
de yazıyorum’’ dedi Devlet. ‘’Hayır’’ dedim, ‘’70’lik istiyorum.
Ankara’da son demlerimi yaşıyorum. Bu gece yıkılasıya dek içmek
istiyorum. Hem nasılsa bu gece gelen giden çok olur masaya. Yetmez bile.
Sen 70’lik getir.’’
Gerçekten de gelen giden eksik olmadı masamda. İçerden çıktığımı duyan
geldi. Ankara’dan kovulduğumu duyanlar ayrıca geldi. Çok güzel ve biraz
da hüzünlü bir gece oldu. Zaman zaman ben de elime kadehi alıp yan
masalardaki tanıdıklara ziyarete gidiyordum. Bir süre sonra masalar da
karıştı.
O gece, 12 Eylül öncesinin son seçilmiş ve doğal dekanımız özelliğini
taşıyan Cevat hoca da oradaydı. Cevat Geray. Hele onunla birbirimize
sarılıp öpüşmelerimiz gece boyunca sürdü. ‘Sen haklıydın’ dedi bir ara
Cevat hoca. Bu herifler geldiğinde hepimiz toplu halde istifa
etmeliydik.’ O zamanlar benim ona ve bazı hocalara yaptığım baskılardan
biriydi toplu istifa. Nasılsa hepinizi temizleyecekler yavaş yavaş. Hep
birlikte topluca istifa edin. Hem birdenbire yerinize adam
koyamayacakları için güç durumda kalırlar hem de okulu kapatmak zorunda
kalıp dünyaya rezil olurlar’ diyordum. Kabul ettiremedim. Herkesi yavaş
yavaş, yerlerine emeklilerden, yeni yetmelerden adamlar yerleştirerek
attılar.
Belki son gecemdi ama o gece yaşamımın en güzel gecelerinden birini
yaşadım.
1979’da okula ilk geldiğimde, ilk tanıştığım arkadaşlarımdan biri
Deniz’di. Son tanıştığım arkadaşımın adı da Deniz’di. Malum, adlar Deniz
de olunca o gece yine şairliğim tuttu. İki Deniz arası geçen yıllarım,
acı- tatlı anlarım, aşklarım sevdalarım. Bir garip burkuldu
yüreğim.İçimde aynı anda kaynar sular başımdan dökülüyor, iliklerime dek
buzlar altında kalmışçasına titriyordum. Bir süre sonra yine Cevat
hocanın masasına daldım. ‘Hocam bak, yaşadığım bu dönemin şiirini yazdım’
diyerek. Başladım okumaya:
‘ Denizle başlamıştı her şey
Yine Denizle bitti
Mavi kaldı coşkusu
Dalgaları da derin.
Önce kar yağdı
Sonra kor
Aşındı çıkmaz sokaklarım.’
Şiirin ardından bir kez daha kucaklaştık. Sonra da ben yine dizelerime
gömüldüm sabaha dek.
Ankara’da Emniyet’e söz verdiğim gibi üç günümü de son saatlere dek
değerlendirip ayrıldım. Gidesiye dek, Ankara’da oturduğum, gezdiğim ne
kadar mekan varsa hepsine girip çıktım teker teker. Bir daha asla
görüşemeyecek sevgililer gibiydik. Ankara’mı son kez yaşadım.
Kalkış saatinde arabama bindim. Her zamanki gibi yine cam kenarıydı. Cama
iyice yasladım başımı. Hiç kimselere görünmemek için alabildiğine cama
yapıştırdım yüzümü. İçimdeki ölümlere mezarlar yetişmiyordu.
Tam ben hüznün o güzelliğiyle, Müjgan’la baş başa ağlaşma düşleri
kurarken.. nerdeeee? Bir süre sonra tanıdık bir silüet çarptı gözüme.
Gülümsedim. Hemen aşağıya indim. Bagaja bakan muavin tanıdık silüete,
nerede ineceğini soruyor. ‘İzmir’ diye yanıtlıyor bizimkisi. Ben de onun
tam arkasındayım. Derken işi bitip arkasını dönünce yüzümle baş başa
kalıyor. Gülümsüyorum.
Ben gülümsedikçe onun yüzü asılıyor. Asılmak ne, renkten renge giriyor.
Çok yakın bir silüet bu. Tanıştırayım. Mamak’tan tahliye olduğumuz gün
metrelerce gerinerek zıplayıp bana cop vuran bıdık boy. Hani yıllar
sonra, 12 Eylül davası başlayınca bir halt olacağını sanarak gazetelere
demeçler verip günah çıkarmaya kalkışan vatandaş. Garibim, herhalde
yıllık iznine çıktı.Karşımda beti benzi atmış vaziyette, arabaya binip
yerine oturuyor. Ben de.. farklı yerlerde oturuyoruz ama görüş açılarımız
çok iyi. Birbirimizi çok iyi kesiyoruz. Ben zaten gözümü ondan hiç
ayırmıyorum. Yol boyunca gözümü dikmiş gözbebeklerine nokta bakışları
fırlatıyorum. O da her defasında ürkerek başını önüne eğiyor.
Bu iş hoşuma gidiyor. Hazır ürkütmüşken daha da üstüne varmak gerek de
nasıl? Yanımda en küçük bir silah taşıyan bir tip değilim. Üstümü
kurcaladım. Bula bula bir tırnak makası buldum. Gülmemeye çalışarak onun
törpü bölümünü açığa çıkardım. Yüzüme ürkekçe baktığı bir sıra onu yüzüne
karşı hafif hafif sallamaya başladım. Bir yandan da boynuma götürüp
‘törpülemeye’ başladım. Bu kahkahalarla gülünecek oyunum işe yaradı.
Bavullarını İzmir’de inecekler bölümüne koyduran vatandaşımız yarı yolda
Kula’da indi.
Sabahın erken saatlerinde İzmir’e vardım. İlk sürgün günüm. Ve askerliği
de sürgün olarak yapmamak için, kesintilerle de olsa 13 yıl sürecek olan
kaçak olarak yaşama başlamamın da ilk günü. 13 yıl boyunca, güvenlik
güçleriyle saklambaç oynadığım, başta onların beni izlemesiyle başlasa da
aslında yıllarca benim onları izlediğim ve ona göre saklandığım
yıllarımın ilk günü.
12 Eylül İzmir’e taşıdığım iki iz bırakmıştı bende. Biri geçici diğeri
kalıcı. Kalıcı olanın pek bir önemi yok. Yalnızca sağ kolum sola göre çok
da rahatsız etmese de daha zayıf şimdi. Sanırım bir lif ya da kas
zedelenmesi ya da kopması. Sağ kolum çok çabuk yoruluyor örneğin. Bu da
sorun olmadı. Çünkü doğuştan olmasa da sonradan olma iyi bir solak oldum.
Solum güçlendi. Hem de çok. Geçici olan daha önemliydi. Geçiciydi ama
bana yaklaşık 3-4 yıl sürecek bi travma yaşattı. Özellikle geceleri araba
gürültülerinden, araba kornalarından
ürktüğüm bir dönem yaşadım. Özellikle gece yarıları on birden sonra
kapımın önünden bir araba geçecek olsa, yüreğim küt küt atmaya
başlıyordu. Hele gecenin ıssızlığında sesler daha da net duyulur. O
araba, örneğin gecenin birinde evimin önünde duracak olsa, birden aklıma
Emniyetin demir kapı gıcırtısı gelir, o malum misafiri ürkerek beklemeye
başlardım, yürek çarpıntılarım artarak.
Şimdi? Şimdiyse artık hiç biri umurumda değil. Aksine, bir insanın
yaşayabilmesi için tüm düşüncelerini, eylemlerini özgürce, şeffafça
açıklayabilmesinden yanayım. İnsana, topluma ve halka düşman olan her tür
yönetime karşı çıkmayı hatta ayaklanma hakkını bile hukuki ve demokratik
bir hak olarak görüyorum.
Bu nedenle de bir gün böyle bir örgütlenme içinde olursam, bırakın
kaçmayı ya da gizliliği, hiç kuşkunuz olmasın, çalışma ofisini Emniyet’in
ta karşısında hatta mümkünse aynı binada kuracağım. Dilerse araba
gürültüleri, klakson sesleri hiç susmasın.
Benim sesim her zaman daha gür çıkar.
Sonuç olarak, İzmir’le birlikte devler/cüceler ülkesine yapmış olduğum
yolculuk, bitmedi, asıl şimdi yeni başlıyor.