ANLATI

Semih Özcan  







GULLİVER DEVLER / CÜCELER ÜLKESİNDE


AZRAİLLE SATRANÇ OYNAMAK

                                                                                                     - Sekizinci Bölüm –


Ne gözlerimi bağladılar ne de iteleyip tekmelediler. Garipsedim. Hiç alışkın olmadığımız bir durum.

Üstelik, ne idüğü belirsiz bir yer de değildi geldiğimiz mekan. Düpedüz Emniyet Genel Müdürlüğü binası işte… kafamda bit yenikleri.

Orta katlardan bir odaya sokuldum. İzbe, karanlık bir yer değil. ‘Sorgulama’ için hiç mi hiç uygun değil. Sanırım yalnızca ‘delirtmek’ için. Derken bir polis ortada bir alana getiriyor beni, tam ortasında da bir fotoğraf makinesi. Boynuma yafta asılıyor. Marketlerde satılan mallar üzerinde gördüğümüz türden barkot var üzerinde..onun altında da bir numara. Önden ve yandan yüz fotoğrafım çekiliyor. Sonra da parmak izim alınıyor. Kafamdaki bit yeniklerinin sayısı artıyor.

Bu fişleme daha önce Mamak’ta yapıldı çünkü. Şimdi bu da neyin nesi? Yeniden sorguya ya da Mamak için geldilerse bu nezaket niye? Yok, Emniyet için unuttular da ayrıca bir fişleme gereği duydularsa o zaman da yolda polisin sözleri anlamını yitiriyor. Henüz ‘yanmaya’ başlamadım.

Derken bir başka odaya alınıyorum. Önümdeki masanın ardındaki polisin elinde bir zarf var. Yanımdaki, yolda geleceğimi okuyan polis, araya girerek zarfı alıyor. Yırtıp, sırıtarak bana uzatıyor. ‘Yanışımı ve bitişimi’ görme sabırsızlığı içinde. Elimdeki zarfa bakıyorum. Sarı zarf. Yani yine sıkıyönetimin 1402’lik bildirimlerinden biri. Bu işi otomatiğe bağladılar artık. 1402 sayısına vardılar ya uzun çözümlerden sonra, bağla her kararı oraya. Kağıdı okumaya başlıyorum:
‘’Ankara’da bulunmanız komutanlığımızca sakıncalı bulunmuştur. Bu nedenle Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı’nın 1402 sayılı kararı gereğince 5 ay süreyle Ankara il sınırları dışına çıkarılmanıza karar verilmiştir.’’

O an yanımdaki polise dönerek ben ondan çok daha fazla sırıtmaya başlıyorum. Sırıtmak ne kelime, neredeyse kahkaha atacağım. Hatta bir an için sevincimden adama sarılmak bile geldi açıkçası içimden. Ben yine büyük bir bela beklerken, sınır dışı edilmek içimi ferahlatmıştı. Gülerek ‘Zaten bağlasanız durmam bu kentte bir daha’ dedim sevinçle. Dedim demesine ama nedense çok kısa süre sonra bu sevinç yüreğimde çok daha büyük bir hüzne bıraktı yerini. Önce bildiriyi aldığıma ilişkin tutanağı imzalattılar. Sonra da benden ikametgah olarak adres vermemi istediler. Aslında yalnızca sınır dışı kararıydı bu ancak bir sürgün gibi adres ve o adreste de her gün gidip imza vermem isteniyordu. Devekuşuyla karşı karşıyaydım anlayacağınız. Bir tür zorunlu/gönüllü sürgün. 12 Eylül’ün yeni buluşu. Ailem nedeniyle, yeni yerleşim yerimi İzmir olarak gösterdim kuşkusuz.

Dediğim gibi içimdeki ilk andaki sevinç yerini hızla hüzne bırakmıştı. Bana kalsa kısa sürede, en azından dinlenmek amacıyla zaten İzmir’e gidecektim. Ama bunun bir sıkıyönetim kararıyla olması tepemin tasını attırmış, bu kez alabildiğine direniyordum. Öyle ki sanki beş ay değil de, sürekli bir sürgüne gider gibiydim. Bir daha Ankara’yı hiç göremeyecek gibi bir duyguya kapılmıştım anında..Gözyaşlarımı zor tutuyordum. ‘Ne zaman gidiyoruz?’ dedim. ‘Biz götürmeyeceğiz. Sen gideceksin’ dediler. ‘Hemen.’ ‘Hemen gidemem’ dedim. ‘Param yok’ diye de salladım. ‘Evden para getirtmem lazım.’ ‘Yarın sabah o zaman’ dediler. ‘O da olmaz, ne zaman gelirse o zaman giderim. En az üç gün buradayım’ diye de ekledim. Bir tanesi yüzüme bakıp, sertçe ‘hiçbir sorun çıkarmadan en kısa sürede gideceksin. Yoksa buraya gelirsin’ dedi. Ben de aynı sertlikle yineledim ‘en az üç gün buradayım’. Ve polislerle geldiğim binayı, kızgınlık içinde tek başıma terk ettim.

Beynim ve yüreğim bir türlü Ankarasızlığı kaldıramıyordu. Yüreğim vücudumdan sökülüp zorla alınırcasına acı içinde, neredeyse kıvranıyordum. Bu üç günü doya doya yaşamalıydım Ankara’da.

Kızılay’a gelir gelmez Sakarya’ya attım kendimi. Ve nedense içimden gelen ses beni, öğrenci gençliğinden aydın, yazar çizer takımına dek çoğumuzun yaşamında önemli yer tutan Ekspres birahanesine itti.. Doğal olarak henüz erken olduğu için tanıdık kimseler yoktu. İki bira içerek kendime gelmeye çalıştım. Sonra kalkıp, rastgele yürümeye başladım Sakarya sokaklarını. Lokanta, birahane benzeri bir yer bulup yiyecek bir şeyler getirttim. Aç olmama karşın boğazıma dizilen lokmaları yutmakta zorlanarak tanımsız bir iç sıkıntısı içinde bir bira söyledim kendime isteksizce. Bir sen eksiktin dercesine karşımda yine o. Gelip masama çöreklendi.

Doğru ya, ben size onu geçen bölümde anlatmayı unuttum. Eeee, bunca yıldan sonra anılar zamansız düşüyor usuma. Hani önceki bölümde, Sakarya’da ‘Şeytanın Mağarası’na oturmuştum ya. Doğal olarak atmosferin güzelliği nedeniyle size o güzel ortamı anlatmış, onu söylemeyi es geçmiştim. Şimdi yeniden konuyu açayım. Şeytanın Mağarası’nda otururken şeytanın aklına gelmeyen bizim istihbaratçıların aklına gelmiş ve bana bir ‘yakın koruma’ göndermişlerdi. Masamda tek başıma düşlere dalmış otururken, karşı masadan bir tip kalkıp yanıma geldi. Elaleme başka masalardan meyve tabağı, içki gelir, bana da gele gele istihbaratçı geldi. Traşından giyimine, davranışlarına dek asker olduğunu bas bas bağıran bir tip. Yalnız olduğunu, sohbet etmek istediğini söyledi. ‘Yabancı olmadığını’ anlayınca otur dedim, ne diyeyim? Bir süre hoş sohbetten sonra bu başladı konuşmaya, benim içerden çıktığımı anlamış, kim bilir ne işkencelerden geçmişim ama asla bunu başka yerlerde söyleyerek kendimi küçültmemeliymişim, kimselere söylememişim türü nutuklar dinledim gece boyu.

İşte ‘yakın koruma’m yine bulmuştu beni. Bu kez de o dönemler iktidarda olan ANAP’ın demokrat hatta sol bir parti olduğu, bu nedenle desteklemem gereği üzerine kafa ütülemeye başladı. Dalga geçerek ‘kim var sol olarak?’ dedim. ‘Aaaa, olmaz mı hiç. Tınaz Titiz var. Ben varım’ dedi. Bu bana yetti. Önümde bir türlü içemediğim birayı bir anda dikip hadi bana eyvallah, dedim. En iyisi yine Mülkiye’ye tüymekti, koruma olmadan güvenle oturabileceğim tek yer olması açısından.

‘Asker koruma’mda o gece kurtulmuştum ama ondan sonra da yaklaşık iki yıl ‘polis koruma’mla birlikte yaşadım. Sorguda gözlerim bağlıyken bana işkence eden polislerden biriyle iki yıl köşe kapmaca oynadım. Gözlerim bağlı olduğu için tanımayacağımı sanarak rahatça her an her yerde bir gölge gibi izledi beni ama eski püskü bağdan herkesi çok net gördüğüm için her yerde tanıdım onu. Aklınca kimi kez farklı tiplerde bitiyordu yanımda ama yine de kendini ele veriyordu. Kimi zaman işportacı oldu, kimi zaman bir kahvede oturan herhangi bir vatandaş. Cep telefonları olmadığı dönemlerde Ankaralılar bilir, özellikle Yüksel Caddesi’nden Konur’a uzanan hat boyunca karaborsa telefon jetonu satıcıları dizilirdi. Çokluk orada jeton ve bazen de otobüs bileti satardı Mülkiye’ye takıldığım dönemlerde dikizlemek için. Kimi zaman da özellikle İzmir’de olduğum dönemlerde, İzmir’de de o çoktu o dönemler, sigara tombalacılığı kılığında çıkardı karşıma. Az sigarasını almadım. Bizde böyle..bedeli koruma öder, korunan değil.

Doğrusunu söylemek gerekirse ben de elimden gelen konukseverliği gösterdim kendisine. Sayemde Foça’da, Bodrum’da tatil yapma olanağı bile buldu.Ama bir tek konuda üzgünüm, galiba istemeyerek kumarbaz yaptım. O dönemler at yarışlarından hiç mi hiç hazzetmezdim. Bir gün baktım yine peşimde. Sırf iş olsun diye önümdeki ilk ganyan bayiine daldım. Bitene dek at yarışı oynadım orada. Tabii, benimle birlikte o da. Kötü oldu. Bazen o ganyan bayiine gittiğimde benden önce oraya gidip oyuna daldığını görmeye başlamıştım.

Yıllar sonra yakın korumamın kimliğini de öğrendim. Bir TV programında Reha Muhtar’ın sunduğu, 12 Eylül dönemini işleyen bir tartışma programında, dönemin polislerinden biri olarak bu da vardı. O sırada konuklardan biri olan Hasan Fehmi Güneş bizimkine dönerek aynen şöyle dedi: ‘’Ben seni tanıdım. Sen Emniyet’in istihbarat


bölümündensin. Sen istihbaratçı Mustafa’sın.’ İstihbaratçı Mustafa, 2 yıl kadar benim de ‘yakın korumam’ olmuştu.

Ne zaman aklıma yakın korumalı günlerim gelse, gözümün önüne iki kare gelir. İlkinde o unutulmaz filmin ‘azraille satranç oynama’ sahnesi. Diğerindeyse Behçet gelir. Behçet Aysan. Behçet Aysan yıllar önce yine Ekspres’de oturduğumuz bir sırada, üstelik konuk olarak, konuşma yapmak, şiir okumak için davet edildiği bir kasabada yanından hiç ayrılmayan, polislerden söz etmişti bir gün. Dayanamaz, bunalım içinde belki kurtulurum
umuduyla bir meyhaneye atar kendini. Kurtulamaz. Ardından bir gölge gibi peşinden giden polis de girer. Girer ama meyhanede belki de içki içmeyen tek tiptir. Dayanamaz, masasına davet eder. ‘Sağol abi’ der polis, ‘görev başındayken içemem.’ ‘Beni izliyorsun değil mi?’ ‘Evet abi, özür dilerim. Emir böyle, mecburum.’ ‘Peki benim içmemin sakıncası var mı?’ ‘Yok abi, sen keyfine bak…’

Behçet’le tanışıklığım ve dostluğum 80 ortalarına dayanıyor. O yıllarda Ekspres’in müdavimleri arasındaydık. Sonra bir süre ayrı kaldık, sıklıkla görüşemez olduk. Ardından da kısa bir küslük dönemi girdi aramıza. Şu an nedenini gerçekten anımsamıyorum. Bu gibi durumlarda her zaman rastlanan sıradan, incir çekirdeğini doldurmayan bir nedenle olduğu kesin. Büyük olasılıkla şiir anlayışı konusunda küçük bir görüş ayrılığındandır.Zaten bu gibi durumlarda hep Mehmed Kemal’in sözü gelir aklıma ‘şairler dövüşür.’

Yıllar sonra bir gece yine Ekspres’deyim. Az ötemdeki masada Behçet Aysan. Bir o bana bakıyor bir ben ona. Sonunda dayanamadı, laf attı. ‘Biz seninle tanışıyorduk de mi?’, gıcıkça yanıtladım ‘Benim aklımda takışıyoruz gibi kaldı?’, ‘Hangi konuda takışmıştık seninle?’, ‘Ne bileyim’ dedim, ‘aklıma gelse devam ettireceğim.’ ‘Hadi hadi, bırak inadı, gel masaya.. ‘İyi de ben niye geliyorum, sen gel’ dedim. Bir süre birbirimizi süzdük. Sonra başladık karşılıklı gülmeye. Masasına otururken de ‘İlle de bira ısmarlamakta ısrar ediyorsun yani. Hadi söyle’ demeyi de ihmal etmedim..

Bu şekilde iki-üç ay daha, eskisinden de daha da samimi sürdü dostluğumuz. Hemen her gece gecenin ilerleyen saatlerine dek Ankara’da takılmadığımız mekan bırakmadık. Çoğu zaman başka arkadaşlar da olurdu aramızda. Kimi zaman da her yeri kapatmış olur, sabahı Kuğulu’da yapardık elimizde son ‘cila’ şişeleriyle.

İki-üç ay sonra ben İzmir’e döndüm. Döndükten bir hafta sonra da Sivas katliamı yaşandı. Yıllar sonra yeniden bulduğum çok sevdiğim dostumu, iğrenç bir faşist katliam sonucu bu kez süresiz olarak kaybettim..
O günden sonra tüm ilişkilerimde küslüğü yaşamımdan sildim. Yine muhalifim, yine sorunum, yine kızdığımda bağırıp çağırıyorum, biliyorum..ama benim olduğu kadar karşımdakinin de bağırma hakkı olduğunu kabullendim. Demokrasi dediğimiz de bu değil mi?

Sivas’da beni kahreden ikinci isim de Asaf’dı. Asaf Koçak. Onunla 80 sonu ya da 81 başında tanışmıştık. Sonraları adı Sanat Kurumu’na dönüşen Sanatseverler Derneği’nde ilk kişisel sergisini açacaktı. Çalıştığım derginin yani Yankı’nın dizgicisi olan arkadaşımız Saim Açıkalın’ın arkadaşıydı. O götürmüştü sergisinden bir gün önce Sanatsevenler’e. Hep beraber karikatürlerini, duvarlara asarak sergiye hazır hale getirmiştik bir gece önceden. Bu ilk sergisinde onun hakkındaki ilk yazıyı da ben yazmış oldum. Sonra da yıllarca sürecek dostluğumuz sürdü.

Asaf’ı son gördüğümde Bahçelievler’deydim. Gece saat on civarı. Durakta araba bekliyorum, çok beklemiş olmalıyım ki bir yandan da sıkkın bir biçimde gözüm yollarda taksi kovalıyorum. Bir ara caddenin karşısından yanıma doğru Asaf’ın geldiğini gördüm. ‘Deprem oldu la duydun mu?’ ‘Saçmalama’ dedim ‘’Ankara’da deprem olmaz.’ ‘’Valla oldu. Az önce. İyi salladı.’ ‘İyi sallayan’ depremin 4 büyüklüğünde olduğunu sonradan öğrendik. Bir İzmirli için rutin bir rakam olan 4’ün, Ankaralı için büyüklüğünü bir kez daha görmüş olduk.

‘Buradan araba geçeceği yok’ dedim Asaf’a. ‘Hadi ısmarla bir taksi de binelim.’ ‘Yok ollum para, ne taksisi?’ ‘Sen bilirsin’ dedim ‘’Taksiyi sen tutarsan Mülkiye’de ben de sana rakı ısmarlayacaktım. O zaman taksi benden Mülkiye senden.’ Ben daha sözümü bitirmeden nereden ortaya çıktıysa zınk diye önümde taksi durdu. ‘Dikilip durmasana orada öyle’ dedi Asaf, ‘hadi çabuk atla da gidelim.’

Güzel bir gece daha geçirmiştik onunla o gece Mülkiye’nin bahçesinde, rakı eşliğinde. O onunla olan son geceydi.


Kuşkusuz Sıvas’ta ölenlerin her birinin değeri çok büyük. Yakın samimiyetim olmasa bile şahsen tanıdığım Uğur Kaynar’ı, Metin Altıok’u ve her biri pırlanta kadar değerli gencecik arkadaşları unutmak mümkün değil. Ancak benim için 2 Temmuz’un Behçet ve Asaf sayesinde, yüreğime hiç silinmemecesine kazınan bir acısı var. Eğer Ankara’da bir hafta daha kalıp İzmir’e dönmeseydim, kesinlikle onlarla birlikte olacaktım. O tarihte orada olsaydım onlarla Sivas’da olmamam olanaksızdı. Ve çok büyük bir olasılıkla da Behçet’le Asaf’ın olduğu alt katta olurdum. Başka nerede olabilirdim ki? Yıllarca bu acıyı hep taşıdım, hep yaşadım. Kendimi, bir tür onlarla birlikte orada ölmediğim için hep suçlu gibi gördüm. Katiller sürüsünün olmayan utancını ben hep içimde taşıdım. İşte bu nedenle 2 Temmuz’u bana hiçbir güç unutturamaz. Şeriatçı faşizme ve buna yol açan 12 Eylül faşizmine olan nefretimi hiçbir güç ortadan kaldıramaz. Aziz Nesin’in şiirinde belirttiği gibi, 2 Temmuz ‘Hançer nakışı’ gibi yıllardır kanar durur içimde bir Sivas işi olarak.

Asker korumamdan kurtulur kurtulmaz soluğu can havliyle Mülkiyelilerde aldım yine. Kaldığım otel yeterince ayağa düşmüştü. İlk işim sonradan otel olan bizim misafirliğe yerleşmek oldu. Eşyalarımı otelden alıp yerleştirdim. Bir süre sonra akşam yemeğine, restoranta geçtim. O dönemki şef garsonumuz Devlet ( ben ve birçoğumuza göre bu ülkede sevdiğimiz tek devlettir) siparişi almaya geldi. Kalabalık bir menü ısmarladım. ‘’35’lik de yazıyorum’’ dedi Devlet. ‘’Hayır’’ dedim, ‘’70’lik istiyorum. Ankara’da son demlerimi yaşıyorum. Bu gece yıkılasıya dek içmek istiyorum. Hem nasılsa bu gece gelen giden çok olur masaya. Yetmez bile. Sen 70’lik getir.’’

Gerçekten de gelen giden eksik olmadı masamda. İçerden çıktığımı duyan geldi. Ankara’dan kovulduğumu duyanlar ayrıca geldi. Çok güzel ve biraz da hüzünlü bir gece oldu. Zaman zaman ben de elime kadehi alıp yan masalardaki tanıdıklara ziyarete gidiyordum. Bir süre sonra masalar da karıştı.

O gece, 12 Eylül öncesinin son seçilmiş ve doğal dekanımız özelliğini taşıyan Cevat hoca da oradaydı. Cevat Geray. Hele onunla birbirimize sarılıp öpüşmelerimiz gece boyunca sürdü. ‘Sen haklıydın’ dedi bir ara Cevat hoca. Bu herifler geldiğinde hepimiz toplu halde istifa etmeliydik.’ O zamanlar benim ona ve bazı hocalara yaptığım baskılardan biriydi toplu istifa. Nasılsa hepinizi temizleyecekler yavaş yavaş. Hep birlikte topluca istifa edin. Hem birdenbire yerinize adam koyamayacakları için güç durumda kalırlar hem de okulu kapatmak zorunda kalıp dünyaya rezil olurlar’ diyordum. Kabul ettiremedim. Herkesi yavaş yavaş, yerlerine emeklilerden, yeni yetmelerden adamlar yerleştirerek attılar.

Belki son gecemdi ama o gece yaşamımın en güzel gecelerinden birini yaşadım.

1979’da okula ilk geldiğimde, ilk tanıştığım arkadaşlarımdan biri Deniz’di. Son tanıştığım arkadaşımın adı da Deniz’di. Malum, adlar Deniz de olunca o gece yine şairliğim tuttu. İki Deniz arası geçen yıllarım, acı- tatlı anlarım, aşklarım sevdalarım. Bir garip burkuldu yüreğim.İçimde aynı anda kaynar sular başımdan dökülüyor, iliklerime dek buzlar altında kalmışçasına titriyordum. Bir süre sonra yine Cevat hocanın masasına daldım. ‘Hocam bak, yaşadığım bu dönemin şiirini yazdım’ diyerek. Başladım okumaya:

      ‘ Denizle başlamıştı her şey
        Yine Denizle bitti
        Mavi kaldı coşkusu
        Dalgaları da derin.

        Önce kar yağdı
        Sonra kor
        Aşındı çıkmaz sokaklarım.’

Şiirin ardından bir kez daha kucaklaştık. Sonra da ben yine dizelerime gömüldüm sabaha dek.

Ankara’da Emniyet’e söz verdiğim gibi üç günümü de son saatlere dek değerlendirip ayrıldım. Gidesiye dek, Ankara’da oturduğum, gezdiğim ne kadar mekan varsa hepsine girip çıktım teker teker. Bir daha asla görüşemeyecek sevgililer gibiydik. Ankara’mı son kez yaşadım.

Kalkış saatinde arabama bindim. Her zamanki gibi yine cam kenarıydı. Cama iyice yasladım başımı. Hiç kimselere görünmemek için alabildiğine cama yapıştırdım yüzümü. İçimdeki ölümlere mezarlar yetişmiyordu.

Tam ben hüznün o güzelliğiyle, Müjgan’la baş başa ağlaşma düşleri kurarken.. nerdeeee? Bir süre sonra tanıdık bir silüet çarptı gözüme. Gülümsedim. Hemen aşağıya indim. Bagaja bakan muavin tanıdık silüete, nerede ineceğini soruyor. ‘İzmir’ diye yanıtlıyor bizimkisi. Ben de onun tam arkasındayım. Derken işi bitip arkasını dönünce yüzümle baş başa kalıyor. Gülümsüyorum.

Ben gülümsedikçe onun yüzü asılıyor. Asılmak ne, renkten renge giriyor. Çok yakın bir silüet bu. Tanıştırayım. Mamak’tan tahliye olduğumuz gün metrelerce gerinerek zıplayıp bana cop vuran bıdık boy. Hani yıllar sonra, 12 Eylül davası başlayınca bir halt olacağını sanarak gazetelere demeçler verip günah çıkarmaya kalkışan vatandaş. Garibim, herhalde yıllık iznine çıktı.Karşımda beti benzi atmış vaziyette, arabaya binip yerine oturuyor. Ben de.. farklı yerlerde oturuyoruz ama görüş açılarımız çok iyi. Birbirimizi çok iyi kesiyoruz. Ben zaten gözümü ondan hiç ayırmıyorum. Yol boyunca gözümü dikmiş gözbebeklerine nokta bakışları fırlatıyorum. O da her defasında ürkerek başını önüne eğiyor.

Bu iş hoşuma gidiyor. Hazır ürkütmüşken daha da üstüne varmak gerek de nasıl? Yanımda en küçük bir silah taşıyan bir tip değilim. Üstümü kurcaladım. Bula bula bir tırnak makası buldum. Gülmemeye çalışarak onun törpü bölümünü açığa çıkardım. Yüzüme ürkekçe baktığı bir sıra onu yüzüne karşı hafif hafif sallamaya başladım. Bir yandan da boynuma götürüp ‘törpülemeye’ başladım. Bu kahkahalarla gülünecek oyunum işe yaradı. Bavullarını İzmir’de inecekler bölümüne koyduran vatandaşımız yarı yolda Kula’da indi.

Sabahın erken saatlerinde İzmir’e vardım. İlk sürgün günüm. Ve askerliği de sürgün olarak yapmamak için, kesintilerle de olsa 13 yıl sürecek olan kaçak olarak yaşama başlamamın da ilk günü. 13 yıl boyunca, güvenlik güçleriyle saklambaç oynadığım, başta onların beni izlemesiyle başlasa da aslında yıllarca benim onları izlediğim ve ona göre saklandığım yıllarımın ilk günü.

12 Eylül İzmir’e taşıdığım iki iz bırakmıştı bende. Biri geçici diğeri kalıcı. Kalıcı olanın pek bir önemi yok. Yalnızca sağ kolum sola göre çok da rahatsız etmese de daha zayıf şimdi. Sanırım bir lif ya da kas zedelenmesi ya da kopması. Sağ kolum çok çabuk yoruluyor örneğin. Bu da sorun olmadı. Çünkü doğuştan olmasa da sonradan olma iyi bir solak oldum. Solum güçlendi. Hem de çok. Geçici olan daha önemliydi. Geçiciydi ama bana yaklaşık 3-4 yıl sürecek bi travma yaşattı. Özellikle geceleri araba gürültülerinden, araba kornalarından ürktüğüm bir dönem yaşadım. Özellikle gece yarıları on birden sonra kapımın önünden bir araba geçecek olsa, yüreğim küt küt atmaya başlıyordu. Hele gecenin ıssızlığında sesler daha da net duyulur. O araba, örneğin gecenin birinde evimin önünde duracak olsa, birden aklıma Emniyetin demir kapı gıcırtısı gelir, o malum misafiri ürkerek beklemeye başlardım, yürek çarpıntılarım artarak.

Şimdi? Şimdiyse artık hiç biri umurumda değil. Aksine, bir insanın yaşayabilmesi için tüm düşüncelerini, eylemlerini özgürce, şeffafça açıklayabilmesinden yanayım. İnsana, topluma ve halka düşman olan her tür yönetime karşı çıkmayı hatta ayaklanma hakkını bile hukuki ve demokratik bir hak olarak görüyorum.

Bu nedenle de bir gün böyle bir örgütlenme içinde olursam, bırakın kaçmayı ya da gizliliği, hiç kuşkunuz olmasın, çalışma ofisini Emniyet’in ta karşısında hatta mümkünse aynı binada kuracağım. Dilerse araba gürültüleri, klakson sesleri hiç susmasın.

Benim sesim her zaman daha gür çıkar.

Sonuç olarak, İzmir’le birlikte devler/cüceler ülkesine yapmış olduğum yolculuk, bitmedi, asıl şimdi yeni başlıyor.



                                                                                                                      - sürecek -

dizin    üst    geri    ileri  

 



 29 

 SÜJE  / Semih Özcan   /  yirmi yedi kasım iki bin on dört     7