Bugün de kahırlıydı yüzü, patlayacak bir yağmur bulutu gibi kızgın,
vesveseli bakıyordu, belki de kızgın değildi, çünkü kaşları düne göre az
çatılmıştı diye düşündüm. Ağaç dallarının gölgesiydi yüzündeki ve çokça
sıkıştıran kalbini, o dallardı diye düşündüm.
Benim dışımda da işin farkında olanlar vardı, yakın köylerin birinde
oturan yaşlı bir kadın su ararken kuyuyu bulmuş, sonra, nasıl olduysa onu
fark edivermişti. Kocaman, kıpırtısız duran karartıyı önce cin sanmış,
can havliyle kaçmak şöyle dursun cengâverce çıkrığı çevirmeye yeltenmiş,
‘ne olacak ki fukara bir cinin ağırlığından, sürer gelir kendini bakracın
içinde, ya derdini anlatır cince ya da bu susuzlukta suyun başına
çöreklenmenin kaç bucak olduğunu görür’ diye düşünmüş. Ağırlığına gücü
yetmeyince cin olmadığına emin olmuş ve büyük bir su kaplumbağası
olduğunu düşünmüş, açlıktan ölmesin diye bir sürü marul, kıvırcık
getirmiş, kafasından boca etmiş. Kocakarı baş edemeyince ortalığa
veryansın etmiş, tüm ahali kuyunun başına üşüşüşmüş, bağıranlar
çağıranlar, ana avrat düz gidenler… Kimi inini şaşıran vahşi bir
hayvandır diye düşünmüş, kimi kendi başına düşünmemiş de, Allahın
hikmetinden zuhur etmiş bir hilkat garibesi veya cenabet olmuşlardan
peydahlanmış bir günah meyvesidir diye düşünenler gibi düşünmüş. Birisi
uzun bir çomak bulmuş, sokmuş, kurcalamış hoyratça kuyunun içini,
bazıları koca koca taşları fırlatmışlar acımadan, çocuklar iyice
çığırından çıkmışlar, çaputları ateşe verip tıkamışlar kuyunun ağzını,
nasıl olduysa kuyudaki su fışkırmış, söndürmüş alevleri. Ne yaptılarsa
baş gelememişler, çıkmak bir yana inatla daha da aşağılara indirmiş ipi.
Çıkrığı çevirmişler sırayla; en kuvvetli delikanlılar el atmışlar işe,
dalyan gibi yiğitler… Ama garip bir şekilde çıkrık hep boşa dönüyormuş.
En sonunda yılmışlar hepsi, bırakıp gitmişler.
Fakat kocakarı garip bir şekilde arada gelmeye devam ediyordu, nedense
kanı ısınmıştı ona. Bir çuvala sefer tasında yiyecekler doldurup
getiriyor, çıkrığın üzerine bir iple bağlıyor, gidiyordu. Elde hususi
börek açıyordu onun için, geri dönen sefer taslarındaki artıklara göre
onun sevdiği ve sevmediği yiyeceklere karar veriyordu. Hiçbir karşılık
beklemeden yapıyordu bütün bunları, atadan, dededen edinilmiş bir
bilginin öze, kalbe işlemiş izleri gibi. Kıskanıyordum içten içe bu
bağlılığı, kocakarıyı kabullenmişti, konuşmasa, benimsemese bile
getirdiği yiyecekleri afiyetle yiyip içiyor, hediyelerini de geri
çevirmiyordu. Bir keresinde kendi elleriyle ördüğü bir kazak getirmişti
Dipsiz’e; adını asla söylemedi bana, Dipsiz koydum ben de.
Altı üstü bir Dipsiz diyordum, tek başına dipte yaşamayı seven bir su
faresi! Bu ne kibir, bu ne afra tafra... Altı üstü şu kuyuda bir tek
kendi soluğu… Altı üstü bir sahipsiz… Ne bir maharet, ne bir cazibe!..
Arayan soran, merak eden var mı bir Allahın kulu, var mı bir tek varlık
ona sevinçle kollarını açan, ondan küçücük bir iyilik dileyen,
-kocakarıyı bir yana koyarsak- tabii benden başka. Oysa o beni görmezden
geliyor, suskun, kayda almaz tavırlarıyla sürekli iteliyordu, alaycı ve
küstahtı, asla konuşmuyordu benimle... Başlarda, kuyuya eğiliyor
saatlerce aşağı bakıyordum, hakkında sorular soruyordum, o, duymamış gibi
yapıyor, hemen gözlerini kapıyor numaradan uyuyordu. Bazen kocakarının
getirdiği yiyecekleri yiyor, ağır ağır çiğniyor yeme faslını uzattıkça
uzatıyordu, bir kerecik olsun ister misin diye sormadı, yine de yorgun
argın bir ağacın gölgesine çekildiğimde, kendini yukarı çekip duvarın
üzerine bir iki lokma bir şey bırakmasından merhametli olduğuna karar
verdiğimi düşündüm. Kendi varlığımdan söz etmeyi seviyordum ona, ne var
ki, hayatla ilgili düşüncelerimi, duygularımı, ruh halimi anlattığım
coşkulu konuşmalarımda artık beni kesinlikle tahammül edilmez bulduğunu,
hatta alttan alta düşmanlık beslediğini düşündüm; ki şu durum sık sık
yaşanıyordu: hemen yüzünü öfke bulutları kaplıyor, kulaklığını takıp
sırtını dönüyor uzun süre müzik dinliyordu. İlginç bir CD çaları vardı,
pillerini, bittikçe kocakarı getiriyordu.
Onun, o kuyunun içindeki, o küçücük bakracın içine nasıl sığdığını
deliler gibi merak ediyordum, o küçücük bakracın içine tıkıştırdığı maddi
ağırlığını nasıl oluyor da kuyunun dibinden yeniden yukarı yeryüzüne
çekebildiğini merak ediyordum… Bunu, hep benim ve kocakarının olmadığı
zamanlarda yapardı. Sonra en önemlisi dibe çöktüğünde, suya attığında
kendini, nasıl boğulmadığını, bir başına hayatta kalmayı başardığını
merak ediyordum. Bu soruları defalarca… ve şaşkınca… ve tutkuyla nasıl
sorduğumu ve tüm coşkumun heyecanımın nasıl büyük bir aymazlıkla
kursağımda bırakıldığını düşündüm. Tüm gücümle onu kavramak ve kapsamak
istiyor olduğumu düşündüm, tüm gücümle ona dönüşmek istediğimi ve tüm
varlığımla onu da kendime dönüştürmek istediğimi fark edip etmediğini
düşündüm.
“Ben şimdi gideceğim, ateşte kahve pişireceğim. İstersen sana da yapayım.
Sen de düşün, bana diyeceğin sözleri düşün, ne olursa olsun birkaç kelime
çıksın ağzından bu kez, bıktım artık sessizliğinden, zor değil, o kadar
zor değil; bak! Ben de senin gibi bir insan evladıyım, etten kemikten
olma, büyütme aklında beni, ne olursun bana bir şeyler söyle, başka bir
şey için yalvarmıyorum, yeter ki bir kerecik olsun sesini duyayım!”
‘Büyütme aklında beni’ sözünü duyunca, günlerdir boşa kürek çekerek can
hıraç çabalayan yine de kuyruğu dik tutan halime bakracında yayılmış
keyifli keyifli gülümsediğini düşündüm, beni taktığı yoktu, varlığım ona
yüktü, benliğim onun için dayanılmaz bir huzursuzluktu, hiçbir şey
görmemek, duymamak, bilmemek için kaçıp saklandığı daracık oylumunda
rahat vermiyordum ona, dört tarafı duvar, zifiri karanlık o daracık kuyu,
sığıştığı o ufacık bakraç zindan değildi de her gün kuyunun başında ona
aydınlık gökyüzünü, toprağın kokusunu taşıyan ben zindandım, üzerine
baykuş gibi tüneyerek dünyasını karartan, huzuru bozan bir yeraltı
yıkıcısıydım.
Her hareketinde dışarı vuruyordu bana karşı nefretini ama ben ne olursa
olsun vazgeçmeyecektim, kararlıydım, onun yalnızlığını deşmek, onu
yeryüzüyle yeniden buluşturmak için her yolu deniyor, tanık olduğum
hiçbir sözü, görüntüyü kaçırmıyor, bildiğimi, okuduğumu sakınmıyor,
insanlığa dair her türlü gevezeliği yapıyordum. Ayaklı bir gazete olmuş
çıkmıştım, çoğunlukla iç karartıcı kötü haberlerdi anlattıklarım. Son
zamanlarda iyi şeyler çok az vukuu buluyordu, ortalık yangın yeri
gibiydi, insan öldürmüşlerdi yine, iki gün içinde onlarca insan, çocuk
insandı çoğu, yakın zamanda vurmuşlardı onları, özgürlük için yollarda
yürüdükleri için kurşun yağmuruna tutmuşlardı, acım tazeydi ve aktarırken
zorlanıyordum. Duyar duymaz gözlerini sımsıkı kapadı, arkasını döndü,
kollarıyla kavradığı dizlerini karnına doğru çekti, büzüştükçe büzüştü,
küçüldükçe küçüldü, bir cenine dönüştü adeta... Bu değişimler onun acı
fazlarıydı bir tür, şekilden şekle giriyor, toplanıyor, kasılıyor,
kıvranıyor en son bir cenin pozisyonunda kendini suya atıyordu. İlk tanık
olduğumda boğulacağını düşünmüş, suyun üstünde görünmediği o dakikalar
boyunca derin bir üzüntü ve pişmanlık hissetmiştim. Bir süre sonra tekrar
belirdiğinde, tümüyle canlandığını, yenilendiğini, yüzüne renk geldiğini
sezebiliyordum. Su onun hayat aşısıydı. Anlattığım gerçeklerden acı
çektiğini biliyordum ama yalan söylemek, rol yapmak, yeryüzünü güllük
gülistanlık göstermek, gerçekleri gizlemek en büyük merhametsizlikti, bir
insana yapılacak en büyük kötülüktü. Bazen güzel şeylerden de bahsetmeye
çalışıyordum, gökyüzünün maviliğinden, denizin yakamozlarından,
yaprakların hışırtılarından, rüzgârın sesinden... Bunlardan da hoşlandığı
söylenemezdi, hemen gözlerini yumuyor, hırsla arkasını dönüyor, çok
sıkıldığında ve sinirlendiğinde kocakarının sefer taslarını kafama
fırlatıyordu.
İlgisini çekmek, benimle bağ kurmasını sağlamaktı tek amacım aslında. Az
önce anlattığım, yusufçuk böceği ile aramda geçenler tuhaf bir şekilde
ilgisini çekmişti, bir ilk sayılabilirdi bu durum, arkasını dönmedi,
kulaklığını takmadı, aksine sırt üstü uzandı, gözlerini bana dikti.
Ayışığında, kuyunun karanlığındaki gözleri birer yakamoz gibi
parıldıyordu.
Ah dipsiz!.. gün olmuyor ki yeryüzünde bir acı daha yaşanmasın, gün
olmuyor ki birileri, daha fazla zenginlik için durmadan orada burada
şurada, insanlara toplu halde kıymasın... yanlış anlama, seyirci değilim
olup bitene, hiçbir eylemi kaçırmıyorum, bir gün düşebilme ihtimalimi
bildiğim ve senden saklayamayacağım, düpedüz korktuğum halde yine de
gidiyorum. O gün de şehrin çeşitli yerlerinden kalabalıklar halinde
yürüyenlerin arasına katıldım, doğrusunu istersen kalabalıklar gitgide
azalıyor, canım sıktın biraz bu duruma, çoğalması gerekirdi oysa, değil
mi?.. Uzatmayayım, uzun süre yürüdük, bağırdık, haykırdık; üzerimize
geldiler; ilkin TOMA’larla, sonra gaz bombası ve mermiler... taş attık...
taş attım.. gaz giderek fazlalaştı, her saniye ateşliyorlardı gaz
fişeklerini, artık nefes alamaz olduğumda koştum, ortalığı yoğun bir gaz
bulutu kaplamıştı, rüzgârın etkisiyle hızla yayılıyordu, zorlanarak da
olsa koştum, temiz, havadar bir bölgeye ulaşmaya çalışıyordum, sürekli
öksürdüğüm için yavaşlıyordum, yine de ara vermiyordum, sonunda bir su
kenarında buldum kendimi. Su köpürürcesine akıyordu, yol boyunca birçok
kuş ölüsüne rastladım... kuşlar, kelebekler, arılar, sincaplar,
böcekler... hepsi ölmüşlerdi. Akan su beni bir şelaleye çıkardı. Oldukça
yüksekten dökülen beş kollu bir şelaleydi, rahat nefes alabiliyordum
artık, gaz etkisini kaybetmişti, gök yavaş yavaş açılıyordu. Yorulmuştum,
olduğum yere, bir taşın üstüne çöktüm. Yerde pek çok yusufçuk böceği
ölüsü vardı... yeşil, mavi kocaman kanatlarıyla öyle çoktular ki, yolboyu,
durmadan uzayan mavi ve yeşilden bir halıya dönüşmüştü. Etrafta suyun
akışından, şelalenin dökülüşünden başka canlılık belirtisi yoktu. Bir
anda uçuşan bir şey gördüm... bu, koca, mavi kanatlı bir yusufçuktu, pır
pır kanat çırparak etrafımda pervane gibi dönüyordu, belki de tek canlı
kalabilen yusufçuk olduğu için çırpınıyordu, ağlıyordu... ve orada o an
olan tek canlıya; bana, içini döküyor dertleşmeye çalışıyordu... bir süre
daha etrafımda uçar, gider diye düşündüm, ama o gelip koluma kondu, kanat
çırpması durdu, kafasını eğdi, sessizce tepkimi bekledi, ne yapacağımı
şaşırmıştım, elimi çevirdim, avucumu açtım, bu kez kaydı avucumun içine
yerleşti... ben ve avucumda yusufçuk uzun süre birbirimizin yüreğini
dinledik... evet, öyle garip bakma Dipsiz, doğru söylüyorum, birbirimizin
yürek atışını duyabiliyorduk... ben... ve o... ve su... hâlâ canlıydık...
Sızılıydı yürek sesi, anlıyordum, herkes öldü diyordu, şelalede hiç kimse
kalmadı, zehirlendi burası, yaşamak için uygun değil artık, uçacağım uzak
diyarlara, başka yusufçuklara katılacağım diyordu. Böylece yeni bir
şelale, belki de on kollusunu bulmak daha kolay olur diyordu... Benim
neden yalnız olduğumu sordu, değilim dedim, çoğuz biz de, ama sizin kadar
rahat bir araya gelemiyoruz, şelaleyi ancak, tümüyle birlik olduğumuzda
bulacağımızın farkında değiliz henüz...
Dipsiz dikkatle dinliyordu beni, fakat son cümlelerim hoşuna gitmemişti,
o esnada her zaman yaptığı üzere kulaklığını takıp söylediklerimi
duymamaya gayret etti ve ben duruma öfkelenip daha yüksek sesle kuyunun
içine haykırırken o da misilleme olarak müziğin sesini sonuna kadar açtı.
Kuyu ağır, karamsar fakat yüksek perdeden bir senfonik müzikle
çınlıyordu, kulaklarım bir anda sağır olacaklarmış gibi yırtıldılar,
hemen kaçmak kurtulmak istedim o ölümcül ortamdan ama cihazı öyle
güçlüydü ki, ses tüm bölgeyi sarmıştı, nereye gitsem o korkunç senfoniden
çıkan notalar arkamdan kovalıyor, hücum ediyor, kurşun gibi beynime
saplanıyorlardı. Ölüm ve hiçlik hissi uyandıran bir müzikle savaşıyor,
acıdan ve öfkeden kuduruyordum, ışıldağı kaptığım gibi kuyunun içine
eğildim, ışığı sonuna kadar açıp yüzüne odakladım, büyük bir çığlık attı,
aşağıda acı içinde kıvrandığını gördüm, ışıktan nefret ederdi, göz
kapakları güçlü ışığın etkisiyle kırpışıp duruyor, gözlerinde şimşekler
çakıyordu, feci şekilde acı çektiğini duyumsuyordum.
İlk defa konuştuğu halde, şaşkınlıktan nutkumun nasıl tutulmadığını,
böylesine rahat, keyifli hatta mizah duygusuna sahip olabildiğimi
düşündüğünü düşündüm, ama ben sesini çoktan hayranlıkla ruhumun içine
almıştım; yumuşacıktı, okşayıcıydı, rahatlatıcıydı. Sesi tüm acılı
tınısına rağmen aşk gibiydi, nicedir susuzluk çektiğim bu güzellikle
buluşmanın hazzına varmakla büyük bir sevince gark olacağımı, şaşırmakla
vakit kaybetmeyeceğimi anladığını ama anlamazlıktan geldiğini düşündüm.
Bir esriklik sarmıştı vücudumu, sanki kuyunun derinlerine dalıp gitmiş,
orada, onun ruhunun içine hapsetmiştim kendimi, sanki içi dingin, saran,
yatıştıran bir denizdi, kıvranışlarını, çığlıklarını bile fark edemez
olmuş, ışıldağı çekmeyi akıl edememiştim.
Ve birden hiç gerçekleşmeyeceğini düşündüğüm tuhaf bir şey oldu!..
Dipsiz kuyudan çıkmış karşımda dikiliyordu... Bir an ağaçların arkasında
kocakarının siluetini görür gibi oldum, başparmağı yukarıda, ‘işte bu...
çok iyi’ der gibi bir işaret yapıyordu...
Bunu nasıl başarmıştım, kendini dışarıya atmasını nasıl sağlamıştım diye
şaşkınlık ve sevinci bir arada yaşarken bakraçtaki ağırlıksız, küçücük
halinin gittiğini, boylu poslu, yüzü anlam yüklü, güzel bir insana
dönüştüğünü fark ettiğimi düşündüm.
İlk kez yüz yüze bakıyorduk, ilk kez bu kadar yakındık... Neredeyse
boşluk yoktu aramızda, soluğunu duyabiliyordum.
Mahler’i seviyorum diye tekrarladı Ben de severim ama bu senfonisini asla, ölüm gibiydi dedim Her şey ölüm gibidir dedi Karşı çıktım hemen: ölüm ölüm gibidir, kuyu ölüm gibidir, kuyunun
senfonisi ölüm gibidir! İnsan ölüm gibidir dedi Korkudur ölüm, karanlıktır ölüm, kaçılan düşülen sığışılan yerdir dedim
ölüm... Dışarıda yaşadığını mı sanıyorsun dedi Yaşam var dedim Hani dedi
Elimi saçlarına değdirdim, irkildi birden, sonra yüzüne, gözlerine,
dudaklarına, boynuna, göğsüne, kollarına, ayaklarına... Soğuk, üşümüş
bedeni yavaş yavaş ısınıyordu...
Sensin dedim... “yaşam sensin” O bakracın içine nasıl sığdığımın cevabını bulmuşsun dedi... Ve nasıl boğulmadığının da dedim...
Sarıldık ve ağaran göğün altında birlikte tekrarladık: