ÖYKÜ

Berivan Kaya  







Dipsiz


Bugün de kahırlıydı yüzü, patlayacak bir yağmur bulutu gibi kızgın, vesveseli bakıyordu, belki de kızgın değildi, çünkü kaşları düne göre az çatılmıştı diye düşündüm. Ağaç dallarının gölgesiydi yüzündeki ve çokça sıkıştıran kalbini, o dallardı diye düşündüm.

Benim dışımda da işin farkında olanlar vardı, yakın köylerin birinde oturan yaşlı bir kadın su ararken kuyuyu bulmuş, sonra, nasıl olduysa onu fark edivermişti. Kocaman, kıpırtısız duran karartıyı önce cin sanmış, can havliyle kaçmak şöyle dursun cengâverce çıkrığı çevirmeye yeltenmiş, ‘ne olacak ki fukara bir cinin ağırlığından, sürer gelir kendini bakracın içinde, ya derdini anlatır cince ya da bu susuzlukta suyun başına çöreklenmenin kaç bucak olduğunu görür’ diye düşünmüş. Ağırlığına gücü yetmeyince cin olmadığına emin olmuş ve büyük bir su kaplumbağası olduğunu düşünmüş, açlıktan ölmesin diye bir sürü marul, kıvırcık getirmiş, kafasından boca etmiş. Kocakarı baş edemeyince ortalığa veryansın etmiş, tüm ahali kuyunun başına üşüşüşmüş, bağıranlar çağıranlar, ana avrat düz gidenler… Kimi inini şaşıran vahşi bir hayvandır diye düşünmüş, kimi kendi başına düşünmemiş de, Allahın hikmetinden zuhur etmiş bir hilkat garibesi veya cenabet olmuşlardan peydahlanmış bir günah meyvesidir diye düşünenler gibi düşünmüş. Birisi uzun bir çomak bulmuş, sokmuş, kurcalamış hoyratça kuyunun içini, bazıları koca koca taşları fırlatmışlar acımadan, çocuklar iyice çığırından çıkmışlar, çaputları ateşe verip tıkamışlar kuyunun ağzını, nasıl olduysa kuyudaki su fışkırmış, söndürmüş alevleri. Ne yaptılarsa baş gelememişler, çıkmak bir yana inatla daha da aşağılara indirmiş ipi. Çıkrığı çevirmişler sırayla; en kuvvetli delikanlılar el atmışlar işe, dalyan gibi yiğitler… Ama garip bir şekilde çıkrık hep boşa dönüyormuş. En sonunda yılmışlar hepsi, bırakıp gitmişler.

Fakat kocakarı garip bir şekilde arada gelmeye devam ediyordu, nedense kanı ısınmıştı ona. Bir çuvala sefer tasında yiyecekler doldurup getiriyor, çıkrığın üzerine bir iple bağlıyor, gidiyordu. Elde hususi börek açıyordu onun için, geri dönen sefer taslarındaki artıklara göre onun sevdiği ve sevmediği yiyeceklere karar veriyordu. Hiçbir karşılık beklemeden yapıyordu bütün bunları, atadan, dededen edinilmiş bir bilginin öze, kalbe işlemiş izleri gibi. Kıskanıyordum içten içe bu bağlılığı, kocakarıyı kabullenmişti, konuşmasa, benimsemese bile getirdiği yiyecekleri afiyetle yiyip içiyor, hediyelerini de geri çevirmiyordu. Bir keresinde kendi elleriyle ördüğü bir kazak getirmişti Dipsiz’e; adını asla söylemedi bana, Dipsiz koydum ben de.

Altı üstü bir Dipsiz diyordum, tek başına dipte yaşamayı seven bir su faresi! Bu ne kibir, bu ne afra tafra... Altı üstü şu kuyuda bir tek kendi soluğu… Altı üstü bir sahipsiz… Ne bir maharet, ne bir cazibe!.. Arayan soran, merak eden var mı bir Allahın kulu, var mı bir tek varlık ona sevinçle kollarını açan, ondan küçücük bir iyilik dileyen, -kocakarıyı bir yana koyarsak- tabii benden başka. Oysa o beni görmezden geliyor, suskun, kayda almaz tavırlarıyla sürekli iteliyordu, alaycı ve küstahtı, asla konuşmuyordu benimle... Başlarda, kuyuya eğiliyor saatlerce aşağı bakıyordum, hakkında sorular soruyordum, o, duymamış gibi yapıyor, hemen gözlerini kapıyor numaradan uyuyordu. Bazen kocakarının getirdiği yiyecekleri yiyor, ağır ağır çiğniyor yeme faslını uzattıkça uzatıyordu, bir kerecik olsun ister misin diye sormadı, yine de yorgun argın bir ağacın gölgesine çekildiğimde, kendini yukarı çekip duvarın üzerine bir iki lokma bir şey bırakmasından merhametli olduğuna karar verdiğimi düşündüm. Kendi varlığımdan söz etmeyi seviyordum ona, ne var ki, hayatla ilgili düşüncelerimi, duygularımı, ruh halimi anlattığım coşkulu konuşmalarımda artık beni kesinlikle tahammül edilmez bulduğunu, hatta alttan alta düşmanlık beslediğini düşündüm; ki şu durum sık sık yaşanıyordu: hemen yüzünü öfke bulutları kaplıyor, kulaklığını takıp sırtını dönüyor uzun süre müzik dinliyordu. İlginç bir CD çaları vardı, pillerini, bittikçe kocakarı getiriyordu.

Onun, o kuyunun içindeki, o küçücük bakracın içine nasıl sığdığını deliler gibi merak ediyordum, o küçücük bakracın içine tıkıştırdığı maddi ağırlığını nasıl oluyor da kuyunun dibinden yeniden yukarı yeryüzüne çekebildiğini merak ediyordum… Bunu, hep benim ve kocakarının olmadığı zamanlarda yapardı. Sonra en önemlisi dibe çöktüğünde, suya attığında kendini, nasıl boğulmadığını, bir başına hayatta kalmayı başardığını merak ediyordum. Bu soruları defalarca… ve şaşkınca… ve tutkuyla nasıl sorduğumu ve tüm coşkumun heyecanımın nasıl büyük bir aymazlıkla kursağımda bırakıldığını düşündüm. Tüm gücümle onu kavramak ve kapsamak istiyor olduğumu düşündüm, tüm gücümle ona dönüşmek istediğimi ve tüm varlığımla onu da kendime dönüştürmek istediğimi fark edip etmediğini düşündüm.

“Ben şimdi gideceğim, ateşte kahve pişireceğim. İstersen sana da yapayım. Sen de düşün, bana diyeceğin sözleri düşün, ne olursa olsun birkaç kelime çıksın ağzından bu kez, bıktım artık sessizliğinden, zor değil, o kadar zor değil; bak! Ben de senin gibi bir insan evladıyım, etten kemikten olma, büyütme aklında beni, ne olursun bana bir şeyler söyle, başka bir şey için yalvarmıyorum, yeter ki bir kerecik olsun sesini duyayım!”

‘Büyütme aklında beni’ sözünü duyunca, günlerdir boşa kürek çekerek can hıraç çabalayan yine de kuyruğu dik tutan halime bakracında yayılmış keyifli keyifli gülümsediğini düşündüm, beni taktığı yoktu, varlığım ona yüktü, benliğim onun için dayanılmaz bir huzursuzluktu, hiçbir şey görmemek, duymamak, bilmemek için kaçıp saklandığı daracık oylumunda rahat vermiyordum ona, dört tarafı duvar, zifiri karanlık o daracık kuyu, sığıştığı o ufacık bakraç zindan değildi de her gün kuyunun başında ona aydınlık gökyüzünü, toprağın kokusunu taşıyan ben zindandım, üzerine baykuş gibi tüneyerek dünyasını karartan, huzuru bozan bir yeraltı yıkıcısıydım.

Her hareketinde dışarı vuruyordu bana karşı nefretini ama ben ne olursa olsun vazgeçmeyecektim, kararlıydım, onun yalnızlığını deşmek, onu yeryüzüyle yeniden buluşturmak için her yolu deniyor, tanık olduğum hiçbir sözü, görüntüyü kaçırmıyor, bildiğimi, okuduğumu sakınmıyor, insanlığa dair her türlü gevezeliği yapıyordum. Ayaklı bir gazete olmuş çıkmıştım, çoğunlukla iç karartıcı kötü haberlerdi anlattıklarım. Son zamanlarda iyi şeyler çok az vukuu buluyordu, ortalık yangın yeri gibiydi, insan öldürmüşlerdi yine, iki gün içinde onlarca insan, çocuk insandı çoğu, yakın zamanda vurmuşlardı onları, özgürlük için yollarda yürüdükleri için kurşun yağmuruna tutmuşlardı, acım tazeydi ve aktarırken zorlanıyordum. Duyar duymaz gözlerini sımsıkı kapadı, arkasını döndü, kollarıyla kavradığı dizlerini karnına doğru çekti, büzüştükçe büzüştü, küçüldükçe küçüldü, bir cenine dönüştü adeta... Bu değişimler onun acı fazlarıydı bir tür, şekilden şekle giriyor, toplanıyor, kasılıyor, kıvranıyor en son bir cenin pozisyonunda kendini suya atıyordu. İlk tanık olduğumda boğulacağını düşünmüş, suyun üstünde görünmediği o dakikalar boyunca derin bir üzüntü ve pişmanlık hissetmiştim. Bir süre sonra tekrar belirdiğinde, tümüyle canlandığını, yenilendiğini, yüzüne renk geldiğini sezebiliyordum. Su onun hayat aşısıydı. Anlattığım gerçeklerden acı çektiğini biliyordum ama yalan söylemek, rol yapmak, yeryüzünü güllük gülistanlık göstermek, gerçekleri gizlemek en büyük merhametsizlikti, bir insana yapılacak en büyük kötülüktü. Bazen güzel şeylerden de bahsetmeye çalışıyordum, gökyüzünün maviliğinden, denizin yakamozlarından, yaprakların hışırtılarından, rüzgârın sesinden... Bunlardan da hoşlandığı söylenemezdi, hemen gözlerini yumuyor, hırsla arkasını dönüyor, çok sıkıldığında ve sinirlendiğinde kocakarının sefer taslarını kafama fırlatıyordu.

İlgisini çekmek, benimle bağ kurmasını sağlamaktı tek amacım aslında. Az önce anlattığım, yusufçuk böceği ile aramda geçenler tuhaf bir şekilde ilgisini çekmişti, bir ilk sayılabilirdi bu durum, arkasını dönmedi, kulaklığını takmadı, aksine sırt üstü uzandı, gözlerini bana dikti. Ayışığında, kuyunun karanlığındaki gözleri birer yakamoz gibi parıldıyordu.

Ah dipsiz!.. gün olmuyor ki yeryüzünde bir acı daha yaşanmasın, gün olmuyor ki birileri, daha fazla zenginlik için durmadan orada burada şurada, insanlara toplu halde kıymasın... yanlış anlama, seyirci değilim olup bitene, hiçbir eylemi kaçırmıyorum, bir gün düşebilme ihtimalimi bildiğim ve senden saklayamayacağım, düpedüz korktuğum halde yine de gidiyorum. O gün de şehrin çeşitli yerlerinden kalabalıklar halinde yürüyenlerin arasına katıldım, doğrusunu istersen kalabalıklar gitgide azalıyor, canım sıktın biraz bu duruma, çoğalması gerekirdi oysa, değil mi?.. Uzatmayayım, uzun süre yürüdük, bağırdık, haykırdık; üzerimize geldiler; ilkin TOMA’larla, sonra gaz bombası ve mermiler... taş attık... taş attım.. gaz giderek fazlalaştı, her saniye ateşliyorlardı gaz fişeklerini, artık nefes alamaz olduğumda koştum, ortalığı yoğun bir gaz bulutu kaplamıştı, rüzgârın etkisiyle hızla yayılıyordu, zorlanarak da olsa koştum, temiz, havadar bir bölgeye ulaşmaya çalışıyordum, sürekli öksürdüğüm için yavaşlıyordum, yine de ara vermiyordum, sonunda bir su kenarında buldum kendimi. Su köpürürcesine akıyordu, yol boyunca birçok kuş ölüsüne rastladım... kuşlar, kelebekler, arılar, sincaplar, böcekler... hepsi ölmüşlerdi. Akan su beni bir şelaleye çıkardı. Oldukça yüksekten dökülen beş kollu bir şelaleydi, rahat nefes alabiliyordum artık, gaz etkisini kaybetmişti, gök yavaş yavaş açılıyordu. Yorulmuştum, olduğum yere, bir taşın üstüne çöktüm. Yerde pek çok yusufçuk böceği ölüsü vardı... yeşil, mavi kocaman kanatlarıyla öyle çoktular ki, yolboyu, durmadan uzayan mavi ve yeşilden bir halıya dönüşmüştü. Etrafta suyun akışından, şelalenin dökülüşünden başka canlılık belirtisi yoktu. Bir anda uçuşan bir şey gördüm... bu, koca, mavi kanatlı bir yusufçuktu, pır pır kanat çırparak etrafımda pervane gibi dönüyordu, belki de tek canlı kalabilen yusufçuk olduğu için çırpınıyordu, ağlıyordu... ve orada o an olan tek canlıya; bana, içini döküyor dertleşmeye çalışıyordu... bir süre daha etrafımda uçar, gider diye düşündüm, ama o gelip koluma kondu, kanat çırpması durdu, kafasını eğdi, sessizce tepkimi bekledi, ne yapacağımı şaşırmıştım, elimi çevirdim, avucumu açtım, bu kez kaydı avucumun içine yerleşti... ben ve avucumda yusufçuk uzun süre birbirimizin yüreğini dinledik... evet, öyle garip bakma Dipsiz, doğru söylüyorum, birbirimizin yürek atışını duyabiliyorduk... ben... ve o... ve su... hâlâ canlıydık...

Sızılıydı yürek sesi, anlıyordum, herkes öldü diyordu, şelalede hiç kimse kalmadı, zehirlendi burası, yaşamak için uygun değil artık, uçacağım uzak diyarlara, başka yusufçuklara katılacağım diyordu. Böylece yeni bir şelale, belki de on kollusunu bulmak daha kolay olur diyordu... Benim neden yalnız olduğumu sordu, değilim dedim, çoğuz biz de, ama sizin kadar rahat bir araya gelemiyoruz, şelaleyi ancak, tümüyle birlik olduğumuzda bulacağımızın farkında değiliz henüz...


Dipsiz dikkatle dinliyordu beni, fakat son cümlelerim hoşuna gitmemişti, o esnada her zaman yaptığı üzere kulaklığını takıp söylediklerimi duymamaya gayret etti ve ben duruma öfkelenip daha yüksek sesle kuyunun içine haykırırken o da misilleme olarak müziğin sesini sonuna kadar açtı. Kuyu ağır, karamsar fakat yüksek perdeden bir senfonik müzikle çınlıyordu, kulaklarım bir anda sağır olacaklarmış gibi yırtıldılar, hemen kaçmak kurtulmak istedim o ölümcül ortamdan ama cihazı öyle güçlüydü ki, ses tüm bölgeyi sarmıştı, nereye gitsem o korkunç senfoniden çıkan notalar arkamdan kovalıyor, hücum ediyor, kurşun gibi beynime saplanıyorlardı. Ölüm ve hiçlik hissi uyandıran bir müzikle savaşıyor, acıdan ve öfkeden kuduruyordum, ışıldağı kaptığım gibi kuyunun içine eğildim, ışığı sonuna kadar açıp yüzüne odakladım, büyük bir çığlık attı, aşağıda acı içinde kıvrandığını gördüm, ışıktan nefret ederdi, göz kapakları güçlü ışığın etkisiyle kırpışıp duruyor, gözlerinde şimşekler çakıyordu, feci şekilde acı çektiğini duyumsuyordum.

Müzik susmuştu.

Mahler’i seviyorum dedi birdenbire çığlık atarak.
Kız arkadaşın mı dedim gülerek…


İlk defa konuştuğu halde, şaşkınlıktan nutkumun nasıl tutulmadığını, böylesine rahat, keyifli hatta mizah duygusuna sahip olabildiğimi düşündüğünü düşündüm, ama ben sesini çoktan hayranlıkla ruhumun içine almıştım; yumuşacıktı, okşayıcıydı, rahatlatıcıydı. Sesi tüm acılı tınısına rağmen aşk gibiydi, nicedir susuzluk çektiğim bu güzellikle buluşmanın hazzına varmakla büyük bir sevince gark olacağımı, şaşırmakla vakit kaybetmeyeceğimi anladığını ama anlamazlıktan geldiğini düşündüm.

Bir esriklik sarmıştı vücudumu, sanki kuyunun derinlerine dalıp gitmiş, orada, onun ruhunun içine hapsetmiştim kendimi, sanki içi dingin, saran, yatıştıran bir denizdi, kıvranışlarını, çığlıklarını bile fark edemez olmuş, ışıldağı çekmeyi akıl edememiştim.

Ve birden hiç gerçekleşmeyeceğini düşündüğüm tuhaf bir şey oldu!..

Dipsiz kuyudan çıkmış karşımda dikiliyordu... Bir an ağaçların arkasında kocakarının siluetini görür gibi oldum, başparmağı yukarıda, ‘işte bu... çok iyi’ der gibi bir işaret yapıyordu...

Bunu nasıl başarmıştım, kendini dışarıya atmasını nasıl sağlamıştım diye şaşkınlık ve sevinci bir arada yaşarken bakraçtaki ağırlıksız, küçücük halinin gittiğini, boylu poslu, yüzü anlam yüklü, güzel bir insana dönüştüğünü fark ettiğimi düşündüm.

İlk kez yüz yüze bakıyorduk, ilk kez bu kadar yakındık... Neredeyse boşluk yoktu aramızda, soluğunu duyabiliyordum.

Mahler’i seviyorum diye tekrarladı
Ben de severim ama bu senfonisini asla, ölüm gibiydi dedim
Her şey ölüm gibidir dedi
Karşı çıktım hemen: ölüm ölüm gibidir, kuyu ölüm gibidir, kuyunun senfonisi ölüm gibidir!
İnsan ölüm gibidir dedi
Korkudur ölüm, karanlıktır ölüm, kaçılan düşülen sığışılan yerdir dedim ölüm...
Dışarıda yaşadığını mı sanıyorsun dedi
Yaşam var dedim
Hani dedi


Elimi saçlarına değdirdim, irkildi birden, sonra yüzüne, gözlerine, dudaklarına, boynuna, göğsüne, kollarına, ayaklarına... Soğuk, üşümüş bedeni yavaş yavaş ısınıyordu...

Sensin dedim... “yaşam sensin”
O bakracın içine nasıl sığdığımın cevabını bulmuşsun dedi...
Ve nasıl boğulmadığının da dedim...

Sarıldık ve ağaran göğün altında birlikte tekrarladık:

Yaşam biziz...



dizin    üst    geri    ileri  

 



 13 

 SÜJE  /  Berivan Kaya  /  yirmi yedi kasım iki bin on dört     7