ÖYKÜ

Çağrı Dahbest 







Vanya & İvanov


Camdan dışarıya baktığımda yine yağmur yağıyordu. Ben yine öylece karşımdaki binaya, binanın içindeki ölü insanlar da bana doğru bakmaya devam ediyordular. Belki de bakmıyordular ama baktıklarına inanmam gerekiyordu. Her defasında olmayanı, bir şekilde oldurmak gibiydi! Bu da tıpkı aklımda herkesi öldürmem, unutmam, bir şekilde yok olmalarını bilme gereksinimi gibiydi! Çünkü tutunamıyordum. Ne bir gün daha ne de bir dakika. Neden ölüyordular? Nedendi bu olanlar? Hani tanrı herkese kaldıracağı yükleri verirdi? Tanrı gerçekten böyle bi’ yalnızlığı verir miydi? Yoksa kendisi de var-olmadan var-olmuşluğunun yalnızlığıyla bir şeyler yaratarak kendi acısını mı dindirmek istiyor? Gerçekten yağmur taneleri tanrının acısından çıkan göz yaşları mıydı? Yoksa insanın acıları bu sorulara bi’ cevap verebilmek için kendi egosuna yenilerek uydurduğu birkaç cümleden ibaret miydi? Sanki bu sorular ara sokakların unutulmuş duvarlarına yazılan istemsiz, bozuk, berduş kafaların titrek elleriyle yazılıp-çizilen sözler ve şekiller gibiydi!

O gece, Vanya ve İvanon yağmurdan kaçarak evlerine doğru koştuklarını çok net hatırlıyorum. O anda aklımda öldürmem gereken insanların infazlarının sebebini daha iyi anlamıştım. İnsanları aklımda öldürmek, esasen onların bir gün aklımda yaşıyor oluşlarını kendime inandırmam içindi. Yalnız kalamazdım. Kalamaz. Her yalnız kalışımda bi’ şekilde durgun suya düşü vermiş taş parçası oluyor, her kalabalığa içine girişimde bir şekilde düştüğüm durgun suyun içinde boğulan taş parçası gibiydim. Bi’ taş parçası boğulabilir miydi? Gerçekten şu karanlık tavanın altında hafifçe yayılan tütünün dumanı gözlerimi acıtırken, boğulabilir miyim? Gerçekten insan, bazen insan dediklerinin yanında taş kesilir, üzerine sıcak bi’ havada soğuk su dökülmüş gibi taş kesilir işte. Ve öylece boğulur, boğuldukça ölümünü kendi gözleriyle görür, hisseder! Varlığım, kalabalığın içinde var-olan bi’ yalnızlıktı, demekten başka çarem kalmıyor.

Yine de bilinmez bi’ sokağın, bilinmez bi’ dairesinde yaşayan insanlardık sonuçta. Hani bazı öyküler neva nehrinin kenarında, bazıları rüzgâra karşı usulce takırdayan at arabasının betimleyişinde, en ihtişamlı olanları ise trenin şehre getirdiği yeni bi’ yolcuyla başlardı. Fark ediyordum ki anlattığım çoğu öyküde olduğu gibi bu öyküde de bir başlangıcın olmadığı; hep bir şekilde başlamış ve bitmek üzere olan öykülerden olduğunu anlıyorum. Bu niye böyleydi, diyemiyorum artık. Çünkü demem de gerekmiyor! İnsan kendi kendisinin anlama bürünmüş haline yine anlam veremez. Bu anlamsızlık tamamen, insanın, insan olarak kendi kendisine yetemeyişindendir. Çünkü her şeyin bi’ var-oluşu olduğunu kendi kendisiyle anlayıp, üzerine kendi kendisinin var-lığının da anlayıp, buna anlam katamayandır insan. Ancak bu denli yalnız oluşuyla ilintilidir bu hal! Anlayıp, anlam katamamak, sanki âşık olup karanlık tavanın altında âşık olunan kadına aşkını hayallerinde en ihtişamlı şiirlerle itiraf etmek gibidir.

Nereye gidiyor bu anlattıklarım! Neredeydi şimdi aklım! Hangi şehrin, hangi sokağının arasında sıkışmışım. Ben bir yere sıkışmış da değilim ki! Ben kendi aklıma da sıkışmadım! Nerdeyim ben? Şu gözyaşlarım yere düşerken kim diyecek bana üzülme, diye. Gerçekten kim diyebilecek benim hissettiklerimin önemsiz, yavan olduklarını. Bildiğim, gördüğüm hatta görmediğim bunca acının içinde kim çıkıp da göğsünü gere gere Tanrı vardır, diyebilecek! Ben bunu anlayamam! Anlam da vermem! Vermek de istemem. Ellerim kırılsın... Aklım yerinden çıksın... Şu cümleleri yazarken boynuma dolan ateşin kalbime baskı uygulamasından da yorulmadım! Ama gitmiyor, insan olarak bi’ benliğe atfedilmiş ben olarak diyorum ki, olduğu yere çakılı kalmaktan ileriye gidemiyor. Sanki şu an anlatacağım şu öyküyü bir şekilde anlatabilecek, anlattıktan sonra da anlam bulacak hissi... Âh benim yavan aklım, her şey nasıl da yitip gitti! Neredeydi yaşama inancım! Neredeydi sevişme hayallerinin doruk noktalarına delice çıkma istencim. Adolf’un memur olmamak için ayaklanmasındaki inancın ihtirası bende varken, şimdi niye hiçbir şey yok! Çok gencim... Belki de çokça yaşayacak şeyim var! Niye bu gençliği yaşamak için tez olarak aklıma gençliğimi, sağlıklı oluşumu, zevkleri sunamıyorum. Olmuyor! Olmayacağını da biliyorum! Bu olmayacaklığı da bilmek acı veriyor bana! Keşke... Keşke hiç doğmamış olsaydım, keşke, demeyeceğim diye kendime defalarca söylenirken, keşke olmasaydı... Kendi kendimi bilmeseydim! Ne annem-babam bilseydi beni, ne de siz!

Vanya sessizce elbiselerini çıkarıp, karşı binaya doğru bakan pencerenin önünde dikilmeye başladı. Perdeden olsa gerek beni göremiyordu Vanya. Bu sırada İvanov beklemeden, aceleyle odanın içine daldı. Gözleri fal taşı gibi açılırken dili susuyor, gözleri konuşuyordu! İvanov, Vanya’yı gördükten sonra bu sefer gözleri sustu, dili feryat etmeye başladı,

-Eğer ki... Eğer ki Vanya... Eğer ki bi’ sınav varsa şu toprağın üzerinde bize bahşedilmiş bi’ sınav, o ancak intihar etmeden ecelini bekleyebilmek olmalıdır Vanya! Vanya böyle olmalıdır!

Vanya sessizce etrafına bakarken, yine sessizce İvanov’a doğru,

-İvanov, bu acıların mânası olamaz! Baksana her şey nasıl da gelip geçti... Hiçbir şey yokken her şey varmış gibi herkesleşmene anlam veremiyorum! Her şey İvanov! Her şey süzülüp gidiyor!

İvanov taş kesilmişti. Öylece dona kaldı odanın ortasında. Vanya’nın güzelliğini de göremiyordu! Öylece göz yaşlarının ağır ağır akışına sadece... Sadece Vanya eşlik etti. İkisini gördükten sonra, yaşamdaki en büyük saflığın ve güzelliğin, tanıdığın bir insanın gözyaşları olduğunu anlamıştım! Nasıl düşünemedim bunu önceden! Düşündüm, çok net hatırlıyorum! Daha on yaşındayken gözyaşların o ihtişamlı acısını görmüştüm! Olmayanların, olduklarını bildiğim günlerdi! Şimdi hepsi, Vanya’nın dediği gibi süzülüp gitmişti! Geriye sadece o günlerin ağırlığı ve yalnızlığı kalmıştı! En azından yarın gelecek yeni gözyaşlarına şunu diyebiliyordum, saflıkta buradaydı ya, “sen de süzülüp gideceksin, öbür günde de gelen, diğer günler de hepsi süzülüp gidecek!” Çünkü her şeyin saf haliydi güzel olan, çünkü bi’ var-oluştu gözyaşları...

-Kölen ve düşmanınım Vanya. Ve hepsi bi’ düş gibiydi, bi’ düş!

-Bazı düşler çok soğuk! Bu soğukluk beni korkutuyor İvanov, geçenlerde bizim gibi sessiz, soğuk, sanki Petersburg’un soğuk sokaklarında paltosunu kaybetmiş bir insanın donarak ölümünden sonra sokağın girişine toplanan kabalığın, donan adama karşı soğukta donarak öldü zavallı, deyişleri kadar yavan-alçak ama bir o kadar da soğuktan değil de yalnızlıktan öldüğünü bilememiş olmaları kadar gerçek bi’ şiir okumuştuk.

İvanov parmaklarını saçlarının arasına sokarak sıkmaya başladı, bu sırada da konuşuyordu,

-Vanya neden gerçekler böyledir? Neden şu karanlık tavanın altında sana bakarken hissettiğim mutluluğu sen yokken bulamıyorum!

-Belki de mutluluk sahtekarca bir şeydir İvanov! Belki insan, özgür seçimlerin belirlenmiş kaderinde boğulan bi’ yaratıktır! Şu yaşamda neyimiz var ki İvanov, öylece ellerimizin veya aklımızın nasır tutuşundan başka ne bırakabileceğiz! Gerçi bıraksak dahi ne değişecek. Böyle bi’ hayatta mutlu olmak dahi fazlalıktır insan için. Ben insanın haddini bilmesini, bu haddin ancak şu odanın içinde içilen birer tütün ve kahveden ibaret oluşunda buluyorum. Bu da bi’ huzur değil mi İvanov! Mutluluk, dediğimiz şey tamamen insanın kendi kendisinin yaşama karşı sunduğu bi’ silahıdır! Bu silahı bulabilmek için insanlar nasıl birbirlerini kovalıyorlar! Nasıl da birbirleriyle yarışıyorlar! Görüyorsun ya, spor dedikleri şey dahi artık anlamını yitirdi! Kazanmaya ve kaybetmeye geldi! Zaten insan, cevabı sever olmuş! Ama bu alçaklık değil midir? İnsan, cevaba giden yoldan haz alması gerekmez mi?

İvanov, Vanya’nın sözünü keserek araya girmişti,

-Vanya, sen diyorsun ya, mutluluk değil, huzur diye! İyi de mutluluk için dahi bi’ çabalama var. Sen dahi ne dediğini bilmezken nasıl olacak bu arayış?

Vanya araya girerken sanki bu soruyu duyacağını biliyordu,

-İvanov, hasat toz tutmaz. Çünkü hasadın olduğu yer tozludur! Kendisinden olan şey, asla kendisinden bahsedemez! Sadece bizim toz anlamımız farklıdır! Hepsi bu işte! Onlar da çabaladığını sanıyorlar. Bu sanışa yükledikleri anlamdan ibaret bu çabalayış, hepsi bu!

İvanov, birkaç saniye sessiz kalıp. Arkasındaki sandalyeye oturdu. Bu sırada Vanya’da cama doğru yürüdü. Karşısındaki binaya bakarken arada çatıların arasına sıkışmış gökyüzüne bakıyordu! İvanov’da Vanya’nın beline doğru uzanan düz ve ırmak gibi parlayan saçlarına bakmaya başladı.

-Vanya, yanıma oturur musun? Yüzüne düşmüş ay ışığını ve seni görmek istiyorum bu düşün içinde.

-Neden düş, dedin İvanov.

-Bilmiyorum! Seninle olduğum her an düş gibi! Gerçeklik dedikleri anların adiliğine atfedemiyorum seninle yaşadığım anları.

Vanya hafifçe yüzünü şehirden çekip, İvanov’un yüzüne baktı. Ağır ağır İvanon’un sandalyesine yaklaşırken eteğine dolan soğuk rüzgâr onu dansa kaldırıyordu. Vanya, İvaonov’un gözlerine bakarken gülümsemişti! İvanov her zamanki gibi gözlerini alamadı Vanya'dan.

Vanya,

-Hadi bir kez daha oku şiiri,

İvanov hafifçe gülümseyip, başıyla onayladı. Sağ dirseğini masaya koyup, avucunu çenesine yapıştırarak hafifçe okumaya başladı,

Ey arşa yükselmeden arştan bakan ulu ma’bûd;
Bil ki, bileceklerim değildir, diyeceğim,
Ancak hissettiklerimdir diyeceğim.
Görürsün ki, hayata, hayal-i yaşam derler,
Bil ki, o arş sana ancak, sana ma’bûd’luk ilintileyenlerle birlikte hayal-i dünyanın başına yıkılmasından ibaret kalacaktır.
Olmayacaktır ulu ma’bûd, olmazlığının içinde olmaz olanlar vardır artık,
Aklım ücra yolundayken, dilim a’la-yı illiyyin-in seherini görmezdir artık,
Nasıl da ferah bi’ rüzgârın inletisi var,
Nasıl da kokuyor ortalık ay ışığıyla,

Ve nasıl da bi’ ananın oğlu tarafından tecavüze uğrama ihtimali varken bu yaşamda, nasıl da yaşamı meşru kılmak için çırpınarak, “yaşam-ı hayal,” cümleleri sıçrıyor ortalığa, nasıl da saçılan saçmalıklar hava tanelerinin içinden kulak zerrelerime düşüyor.

Olmaz ey ma’bûd, olmaz artık seninle benim varlığımın aşkı aynı yerde. Ve bilirim, ben kimim ki dostluğumuz olsun ve çok da iyi bilirim, asla bu ellerin bahtı, asla da birleşmez bu gözlerin önünde.

Ey ma’bûd, sadece, senin olan bendekileri de veriyorum, artık bu benlik zikri, seherini kendisi gibi olan gözlerine katacağı gözlerin esareti ile yaşayacak.

Sakın da unutma ulu ma’bûd, senin benden alacağın tek şey, bendeki senin senliğinden kalan tek bi’ kelimeden ibarettir.

Ve asla da unutma ulu ma’bûd, seni unutacağımı asla unutma!

İşitiyorsun ya, şimdi esiyor o lodos Bursa’nın ağırlığının üzerinden hafifçe sessiz gözlerime doğru,

Bunlar olurken de sadece işiteceğim her şeyin arştan değil de, kendisi gibi olan gözlerden geldiğini.


Vanya gözyaşlarını silmeden İvanov’un gözlerine bakarak,

-Yine de... -susmuştu. Tekrar kendine gelip.- Nasıl iğrenç bi' düşün içindeyiz İvanov,

-Vanya, böyle söyleme lütfen, çöplüğün içinde dahi olsak senin gözlerin yetiyor bana...

Vanya ağlak yüzüyle kıkırdamıştı,

-Rolleri değiştik baksana, şimdi de sen düşlerde olmak istemiyorsun!

İvanov’da bunun üzerine gülümsemişti! Sanki iki insanın gülüşü, birbirlerinin gözyaşları, birlikte olan her şey... Belki de her şey böyleydi! Çünkü sevmek gerektiğini bilmek! Bilginin kendisinden öteydi!

Vanya huzurla ama ağlayan gözleriyle,

-İvanov... Her şeye rağmen seni sevdiğimi ve seveceğimi bilmeni istiyorum.

-Her zaman seni sevdiğimi ve seveceğimi bildiğim gibi biliyorum Vanya...

Vanya olduğu yerde taş kesilmişti. Nasıl kesilmesin ki, yaşama karşı taş kesilenler niyeyse hep durgun bi’ suya düşüvermiş taş parçası gibiydi...

Aradan uzun yıllar geçmişti! Belki günler, haftalar hatta yıllar! Yine de İvanov her gece,

“Sanki seninle göz göze gelirken, yaşama akan gözyaşlarımız arşa çıkıp tüm hidayetini üzerimize döküyor Vanya... Oradasın, biliyorum. Ve asla bu gözlerin bahtı, senden başkasını görmeyecek.”


içindekiler    üst    geri    ileri   




 27