Camdan dışarıya baktığımda yine yağmur yağıyordu. Ben yine öylece
karşımdaki binaya, binanın içindeki ölü insanlar da bana doğru bakmaya
devam ediyordular. Belki de bakmıyordular ama baktıklarına inanmam
gerekiyordu. Her defasında olmayanı, bir şekilde oldurmak gibiydi! Bu da
tıpkı aklımda herkesi öldürmem, unutmam, bir şekilde yok olmalarını bilme
gereksinimi gibiydi! Çünkü tutunamıyordum. Ne bir gün daha ne de bir
dakika. Neden ölüyordular? Nedendi bu olanlar? Hani tanrı herkese
kaldıracağı yükleri verirdi? Tanrı gerçekten böyle bi’ yalnızlığı verir
miydi? Yoksa kendisi de var-olmadan var-olmuşluğunun yalnızlığıyla bir
şeyler yaratarak kendi acısını mı dindirmek istiyor? Gerçekten yağmur
taneleri tanrının acısından çıkan göz yaşları mıydı? Yoksa insanın
acıları bu sorulara bi’ cevap verebilmek için kendi egosuna yenilerek
uydurduğu birkaç cümleden ibaret miydi? Sanki bu sorular ara sokakların
unutulmuş duvarlarına yazılan istemsiz, bozuk, berduş kafaların titrek
elleriyle yazılıp-çizilen sözler ve şekiller gibiydi!
O gece, Vanya ve İvanon yağmurdan kaçarak evlerine doğru koştuklarını çok
net hatırlıyorum. O anda aklımda öldürmem gereken insanların infazlarının
sebebini daha iyi anlamıştım. İnsanları aklımda öldürmek, esasen onların
bir gün aklımda yaşıyor oluşlarını kendime inandırmam içindi. Yalnız
kalamazdım. Kalamaz. Her yalnız kalışımda bi’ şekilde durgun suya düşü
vermiş taş parçası oluyor, her kalabalığa içine girişimde bir şekilde
düştüğüm durgun suyun içinde boğulan taş parçası gibiydim. Bi’ taş
parçası boğulabilir miydi? Gerçekten şu karanlık tavanın altında hafifçe
yayılan tütünün dumanı gözlerimi acıtırken, boğulabilir miyim? Gerçekten
insan, bazen insan dediklerinin yanında taş kesilir, üzerine sıcak bi’
havada soğuk su dökülmüş gibi taş kesilir işte. Ve öylece boğulur,
boğuldukça ölümünü kendi gözleriyle görür, hisseder! Varlığım,
kalabalığın içinde var-olan bi’ yalnızlıktı, demekten başka çarem
kalmıyor.
Yine de bilinmez bi’ sokağın, bilinmez bi’ dairesinde yaşayan insanlardık
sonuçta. Hani bazı öyküler neva nehrinin kenarında, bazıları rüzgâra
karşı usulce takırdayan at arabasının betimleyişinde, en ihtişamlı
olanları ise trenin şehre getirdiği yeni bi’ yolcuyla başlardı. Fark
ediyordum ki anlattığım çoğu öyküde olduğu gibi bu öyküde de bir
başlangıcın olmadığı; hep bir şekilde başlamış ve bitmek üzere olan
öykülerden olduğunu anlıyorum. Bu niye böyleydi, diyemiyorum artık. Çünkü
demem de gerekmiyor! İnsan kendi kendisinin anlama bürünmüş haline yine
anlam veremez. Bu anlamsızlık tamamen, insanın, insan olarak kendi
kendisine yetemeyişindendir. Çünkü her şeyin bi’ var-oluşu olduğunu kendi
kendisiyle anlayıp, üzerine kendi kendisinin var-lığının da anlayıp, buna
anlam katamayandır insan. Ancak bu denli yalnız oluşuyla ilintilidir bu
hal! Anlayıp, anlam katamamak, sanki âşık olup karanlık tavanın altında
âşık olunan kadına aşkını hayallerinde en ihtişamlı şiirlerle itiraf
etmek gibidir.
Nereye gidiyor bu anlattıklarım! Neredeydi şimdi aklım! Hangi şehrin,
hangi sokağının arasında sıkışmışım. Ben bir yere sıkışmış da değilim ki!
Ben kendi aklıma da sıkışmadım! Nerdeyim ben? Şu gözyaşlarım yere
düşerken kim diyecek bana üzülme, diye. Gerçekten kim diyebilecek benim
hissettiklerimin önemsiz, yavan olduklarını. Bildiğim, gördüğüm hatta
görmediğim bunca acının içinde kim çıkıp da göğsünü gere gere Tanrı
vardır, diyebilecek! Ben bunu anlayamam! Anlam da vermem! Vermek de
istemem. Ellerim kırılsın... Aklım yerinden çıksın... Şu cümleleri
yazarken boynuma dolan ateşin kalbime baskı uygulamasından da yorulmadım!
Ama gitmiyor, insan olarak bi’ benliğe atfedilmiş ben olarak diyorum ki,
olduğu yere çakılı kalmaktan ileriye gidemiyor. Sanki şu an anlatacağım
şu öyküyü bir şekilde anlatabilecek, anlattıktan sonra da anlam bulacak
hissi... Âh benim yavan aklım, her şey nasıl da yitip gitti! Neredeydi
yaşama inancım! Neredeydi sevişme hayallerinin doruk noktalarına delice
çıkma istencim. Adolf’un memur olmamak için ayaklanmasındaki inancın
ihtirası bende varken, şimdi niye hiçbir şey yok! Çok gencim... Belki de
çokça yaşayacak şeyim var! Niye bu gençliği yaşamak için tez olarak
aklıma gençliğimi, sağlıklı oluşumu, zevkleri sunamıyorum. Olmuyor!
Olmayacağını da biliyorum! Bu olmayacaklığı da bilmek acı veriyor bana!
Keşke... Keşke hiç doğmamış olsaydım, keşke, demeyeceğim diye kendime
defalarca söylenirken, keşke olmasaydı... Kendi kendimi bilmeseydim! Ne
annem-babam bilseydi beni, ne de siz!
Vanya sessizce elbiselerini çıkarıp, karşı binaya doğru bakan pencerenin
önünde dikilmeye başladı. Perdeden olsa gerek beni göremiyordu Vanya. Bu
sırada İvanov beklemeden, aceleyle odanın içine daldı. Gözleri fal taşı
gibi açılırken dili susuyor, gözleri konuşuyordu! İvanov, Vanya’yı
gördükten sonra bu sefer gözleri sustu, dili feryat etmeye başladı,
-Eğer ki... Eğer ki Vanya... Eğer ki bi’ sınav varsa şu toprağın üzerinde
bize bahşedilmiş bi’ sınav, o ancak intihar etmeden ecelini bekleyebilmek
olmalıdır Vanya! Vanya böyle olmalıdır!
Vanya sessizce etrafına bakarken, yine sessizce İvanov’a doğru,
-İvanov, bu acıların mânası olamaz! Baksana her şey nasıl da gelip
geçti... Hiçbir şey yokken her şey varmış gibi herkesleşmene anlam
veremiyorum! Her şey İvanov! Her şey süzülüp gidiyor!
İvanov taş kesilmişti. Öylece dona kaldı odanın ortasında. Vanya’nın
güzelliğini de göremiyordu! Öylece göz yaşlarının ağır ağır akışına
sadece... Sadece Vanya eşlik etti. İkisini gördükten sonra, yaşamdaki en
büyük saflığın ve güzelliğin, tanıdığın bir insanın gözyaşları olduğunu
anlamıştım! Nasıl düşünemedim bunu önceden! Düşündüm, çok net
hatırlıyorum! Daha on yaşındayken gözyaşların o ihtişamlı acısını
görmüştüm! Olmayanların, olduklarını bildiğim günlerdi! Şimdi hepsi,
Vanya’nın dediği gibi süzülüp gitmişti! Geriye sadece o günlerin ağırlığı
ve yalnızlığı kalmıştı! En azından yarın gelecek yeni gözyaşlarına şunu
diyebiliyordum, saflıkta buradaydı ya, “sen de süzülüp gideceksin, öbür
günde de gelen, diğer günler de hepsi süzülüp gidecek!” Çünkü her şeyin
saf haliydi güzel olan, çünkü bi’ var-oluştu gözyaşları...
-Kölen ve düşmanınım Vanya. Ve hepsi bi’ düş gibiydi, bi’ düş!
-Bazı düşler çok soğuk! Bu soğukluk beni korkutuyor İvanov, geçenlerde
bizim gibi sessiz, soğuk, sanki Petersburg’un soğuk sokaklarında
paltosunu kaybetmiş bir insanın donarak ölümünden sonra sokağın girişine
toplanan kabalığın, donan adama karşı soğukta donarak öldü zavallı,
deyişleri kadar yavan-alçak ama bir o kadar da soğuktan değil de
yalnızlıktan öldüğünü bilememiş olmaları kadar gerçek bi’ şiir okumuştuk.
İvanov parmaklarını saçlarının arasına sokarak sıkmaya başladı, bu sırada
da konuşuyordu,
-Vanya neden gerçekler böyledir? Neden şu karanlık tavanın altında sana
bakarken hissettiğim mutluluğu sen yokken bulamıyorum!
-Belki de mutluluk sahtekarca bir şeydir İvanov! Belki insan, özgür
seçimlerin belirlenmiş kaderinde boğulan bi’ yaratıktır! Şu yaşamda
neyimiz var ki İvanov, öylece ellerimizin veya aklımızın nasır tutuşundan
başka ne bırakabileceğiz! Gerçi bıraksak dahi ne değişecek. Böyle bi’
hayatta mutlu olmak dahi fazlalıktır insan için. Ben insanın haddini
bilmesini, bu haddin ancak şu odanın içinde içilen birer tütün ve
kahveden ibaret oluşunda buluyorum. Bu da bi’ huzur değil mi İvanov!
Mutluluk, dediğimiz şey tamamen insanın kendi kendisinin yaşama karşı
sunduğu bi’ silahıdır! Bu silahı bulabilmek için insanlar nasıl
birbirlerini kovalıyorlar! Nasıl da birbirleriyle yarışıyorlar!
Görüyorsun ya, spor dedikleri şey dahi artık anlamını yitirdi! Kazanmaya
ve kaybetmeye geldi! Zaten insan, cevabı sever olmuş! Ama bu alçaklık
değil midir? İnsan, cevaba giden yoldan haz alması gerekmez mi?
İvanov, Vanya’nın sözünü keserek araya girmişti,
-Vanya, sen diyorsun ya, mutluluk değil, huzur diye! İyi de mutluluk için
dahi bi’ çabalama var. Sen dahi ne dediğini bilmezken nasıl olacak bu
arayış?
Vanya araya girerken sanki bu soruyu duyacağını biliyordu,
-İvanov, hasat toz tutmaz. Çünkü hasadın olduğu yer tozludur! Kendisinden
olan şey, asla kendisinden bahsedemez! Sadece bizim toz anlamımız
farklıdır! Hepsi bu işte! Onlar da çabaladığını sanıyorlar. Bu sanışa
yükledikleri anlamdan ibaret bu çabalayış, hepsi bu!
İvanov, birkaç saniye sessiz kalıp. Arkasındaki sandalyeye oturdu. Bu
sırada Vanya’da cama doğru yürüdü. Karşısındaki binaya bakarken arada
çatıların arasına sıkışmış gökyüzüne bakıyordu! İvanov’da Vanya’nın
beline doğru uzanan düz ve ırmak gibi parlayan saçlarına bakmaya başladı.
-Vanya, yanıma oturur musun? Yüzüne düşmüş ay ışığını ve seni görmek
istiyorum bu düşün içinde.
-Neden düş, dedin İvanov.
-Bilmiyorum! Seninle olduğum her an düş gibi! Gerçeklik dedikleri anların
adiliğine atfedemiyorum seninle yaşadığım anları.
Vanya hafifçe yüzünü şehirden çekip, İvanov’un yüzüne baktı. Ağır ağır
İvanon’un sandalyesine yaklaşırken eteğine dolan soğuk rüzgâr onu dansa
kaldırıyordu. Vanya, İvaonov’un gözlerine bakarken gülümsemişti! İvanov
her zamanki gibi gözlerini alamadı Vanya'dan.
Ey arşa yükselmeden arştan bakan ulu ma’bûd;
Bil ki, bileceklerim değildir, diyeceğim,
Ancak hissettiklerimdir diyeceğim.
Görürsün ki, hayata, hayal-i yaşam derler,
Bil ki, o arş sana ancak, sana ma’bûd’luk ilintileyenlerle birlikte
hayal-i dünyanın başına yıkılmasından ibaret kalacaktır.
Olmayacaktır ulu ma’bûd, olmazlığının içinde olmaz olanlar vardır artık,
Aklım ücra yolundayken, dilim a’la-yı illiyyin-in seherini görmezdir
artık,
Nasıl da ferah bi’ rüzgârın inletisi var,
Nasıl da kokuyor ortalık ay ışığıyla,
Ve nasıl da bi’ ananın oğlu tarafından tecavüze uğrama ihtimali varken bu
yaşamda, nasıl da yaşamı meşru kılmak için çırpınarak, “yaşam-ı hayal,”
cümleleri sıçrıyor ortalığa, nasıl da saçılan saçmalıklar hava
tanelerinin içinden kulak zerrelerime düşüyor.
Olmaz ey ma’bûd, olmaz artık seninle benim varlığımın aşkı aynı yerde. Ve
bilirim, ben kimim ki dostluğumuz olsun ve çok da iyi bilirim, asla bu
ellerin bahtı, asla da birleşmez bu gözlerin önünde.
Ey ma’bûd, sadece, senin olan bendekileri de veriyorum, artık bu benlik
zikri, seherini kendisi gibi olan gözlerine katacağı gözlerin esareti ile
yaşayacak.
Sakın da unutma ulu ma’bûd, senin benden alacağın tek şey, bendeki senin
senliğinden kalan tek bi’ kelimeden ibarettir.
Ve asla da unutma ulu ma’bûd, seni unutacağımı asla unutma!
İşitiyorsun ya, şimdi esiyor o lodos Bursa’nın ağırlığının üzerinden
hafifçe sessiz gözlerime doğru,
Bunlar olurken de sadece işiteceğim her şeyin arştan değil de, kendisi
gibi olan gözlerden geldiğini.
-Yine de... -susmuştu. Tekrar kendine gelip.- Nasıl iğrenç bi' düşün
içindeyiz İvanov,
-Vanya, böyle söyleme lütfen, çöplüğün içinde dahi olsak senin gözlerin
yetiyor bana...
Vanya ağlak yüzüyle kıkırdamıştı,
-Rolleri değiştik baksana, şimdi de sen düşlerde olmak istemiyorsun!
İvanov’da bunun üzerine gülümsemişti! Sanki iki insanın gülüşü,
birbirlerinin gözyaşları, birlikte olan her şey... Belki de her şey
böyleydi! Çünkü sevmek gerektiğini bilmek! Bilginin kendisinden öteydi!
Vanya huzurla ama ağlayan gözleriyle,
-İvanov... Her şeye rağmen seni sevdiğimi ve seveceğimi bilmeni
istiyorum.
-Her zaman seni sevdiğimi ve seveceğimi bildiğim gibi biliyorum Vanya...
Vanya olduğu yerde taş kesilmişti. Nasıl kesilmesin ki, yaşama karşı taş
kesilenler niyeyse hep durgun bi’ suya düşüvermiş taş parçası gibiydi...
Aradan uzun yıllar geçmişti! Belki günler, haftalar hatta yıllar! Yine de
İvanov her gece,
“Sanki seninle göz göze gelirken, yaşama akan gözyaşlarımız arşa çıkıp
tüm hidayetini üzerimize döküyor Vanya... Oradasın, biliyorum. Ve asla bu
gözlerin bahtı, senden başkasını görmeyecek.”