Zeycan; komiser Oğuz, sıcaktan, kapısı, penceresi açık bırakılmış
muhasebe müdürü odasına, çekine çekine girdiğinde, askılı, açık
elbisesinin üzerine şalını sarmaya, uçuşan saçlarını toplamaya
çalışıyordu. Az önce resepsiyondan aramışlar, emniyetten bir misafiri
olduğunu bildirmişlerdi. Bir kadının odasına, çekine çekine girecek
kadar nezaket göstermesi karşılığında, güleryüzle karşıladı onu
Zeycan;
"Hoşgeldiniz... Lütfen buyurun oturun... "
Komiserin oturmakta tereddüt ettiğini fark ettiğinde, kendisi de
ayağa kalkıp ısrarcı oldu. "Lütfen buyurun... Ne içerdiniz?" diye de
ekledi... Oğuz, onun bu rahat tavrı karşısında hafif bir şaşkınlık
yaşadı. Gözlerini kısıp, müztehzi bir gülümsemeyle, sorar gibi,
"Siz?... Siz?... Siz, benim neden geldiğimi biliyorsunuz"
"Tahmin ediyorum diyelim."
Oğuz yeniden takındığı ciddiyetle, ona gösterilen yere oturmadan
daha, cebinden, boyutlarına uygun, saydam bir naylon poşet içindeki
delili, "Yazsam, yasak bir kitaptır yaşadığım,"* yazan minik kağıdı,
masaya koyduğunda, bir kez daha içi titredi Zeycan'ın. İçinin
titremesini karşısındakine çaktırmamaya gayret ederek, komisere,
"Doğal ölüm olduğunu biliyorsunuz ama değil mi? En azından adli tıp
raporu çıkalı çok olmalı..."
"Biliyoruz... Biliyoruz... Kalp krizinden olduğunu biliyoruz..."
diye, sıcaktan bunalmış bir şekilde çöktü koltuğa Oğuz. "Varsa, bir
soğuk suyunuzu içerim... Ama... 'Neden o saatte? Neden o heykelin
başında? Neden sizin yazıp dağıtmakta olduğunuz bu dizeyle? Ve neden
bir karanfil tanesiyle?' sorularıma da, cevap istediğimi bilin."
"Tamam." diye karşılık verdi Zeycan...
Zeycan, telefonla birer sade kahve birer soğuk su söyledikten sonra,
kendiliğinden, yavaş yavaş anlattı olanları... Bir tek Sedat ile
ilgili ayrıntıya girmedi... Güzide'nin, pandemiden dolayı sokağa
çıkma yasağı olduğu bayram günlerinde, eve gidip Sedat'ı
bulamadığında telaşlanıp, "Şimdi ona küstüm diye bana gelmez bu
adam... Nerelerde acaba? Aç mı tok mu?" diye, merakla, ağlayarak,
günlerce Sedat'ı aramasını da atlayarak anlattı... Ama yine de ondan
ve Güzide'den başlayarak, Necdet'e, Ezo'ya, Telli Kadına varıp, tek
tek anlattı tüm olanları... Telli Kadının cebinden çıkan beyaz beze
sarılı o karanfil tanesini o da bilmiyordu.
Sesi soluğu kesilmişti Oğuz'un? Kederle ve düşüne düşüne, sanki kendi
kendiyle konuşur gibi, "Koruyamıyoruz çocuklarımızı... Gençleri,
kadınları da... Onlar da kendilerini korumak durumunda kalıyor... O
da yetmiyor... Korunamıyorlar... Ne yazık!"
"Maalesef." diye karşılık verdi, Zeycan da... Kendi kendine,
"Yanımıza gelmiş oturmuş, bir de böyle meseleleri sahiden dert eden,
bu efendi adama, 'Bu sizin sorumluluğunuz neden önlem almıyorsunuz?
Neden korumuyorsunuz?' diye yüklenmenin pek anlamı yok şimdi..." gibi
düşüncelerle, bir kez daha, "Maalesef." diye mırıldandı.
Oğuz konuşmayla geçen bir saati geçkin zamanda, gelen ikinci
kahvenin, son yudumu içerken, "Parmak iziniz var bizde, biliyorsunuz
değil mi?" diye sorduğunda, ki, sorudan çok parmak izinin hâlâ
saklandığına ilişkin dostça bir uyarı gibiydi... Zeycan,
boşvermişlikle, "Yapılacak bir şey yok. Hırsız değiliz uğursuz
değiliz, katil değiliz... Saklasınlar bakalım, ne olacaksa?... "
Ardından, masanın üzerinde durmakta olan küçük naylon poşeti
göstererek, "Siz de beni, o izden bulmadınız mı sanki?" diye
gülümsedi.
Oğuz, çok oturduğunu, Zeycan'ı çok meşgul ettiğini düşünerek hızlıca
toparlanmış, ayağa kalkmıştı. Zeycan da ister istemez kalktı... Oysa
misafiri, ayakta, oyalanıyor, yutkunup duruyor, bir türlü
gidemiyordu... Zeycan bekledi... Bekledi... Ve nihayet... Hep
çalışmadığı yerden gelen soru, bu kez, cinayet şubeden, bir
komiserden geldi... "Ya eğer... Çok özel bir soru olmazsa... Siz bu
dizeleri neden yazıp yazıp dağıtıyorsunuz?..." Sorduğu sorunun ne
kadar akıldışı olduğunu fark ederek tedirgin olmuştu aslında Oğuz...
Meslek hayatında belki ilk kez, bir kadına, bu kadar özel ve
soruşturmayla alakalı olmayan bir soru sormuştu. Bunun farkında
oluşunun mahcup haliyle duraladı... Şimdi gerçekten gitmek istiyor
ama gidemiyordu...
Zeycan sorulan soruyu ciddiyet ve samimiyetle karşıladı..."Kendime
veremediğim yanıtı, size nasıl vereyim?...
Durdu, durdu ve usulca ekledi,
"Ayrıca... Ayrıca... Siz... soruşturması bitmiş bir dosya ile bana
neden geldiğinizin cevabını, kendinize verebiliyor musunuz?"
Oğuz hiç bir şey demeden hızlıca çıktı, gitti... Aklında daha nice,
yanıtını merak ettiği sorular kala kala, mahcubiyetle çıktı, gitti...
Telli Teyze ile ilgili, soruşturma konusu olmayan ama yanıtını
ölesiye merak ettiği sorular vardı... Ölüm saati... Ve o... O tek
tane karanfil...
Zeycan misafiri gittikten sonra, baktı ki, kafasını toplayıp
çalışamıyor, bilgisayarı kapattı, iç hattan servisi arayıp Güzide'ye
çıkacağını haber verdi, maskesini takıp, çıktı otelden... Attı
kendini sokaklara... Vurdu yollara, sokaklardan bulvara, bulvardan
Sıhhiye'ye doğru yürüdü...
"Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim öldü
Kör oldum."
"Cemal Süreya" dedi, kendi kendine... Diline takılan bu üç dizenin
şairi, Cemal Süreya... "Yine geldin kondun omzuma..."
Kaç yıl gezmişti bu dizelerle... Kaç yıl?... Oysa babası ölmemişti
onun... Hayattaydı daha... Ölen başkasıydı... Başkası...
Başkası ölünce de mi kör olurdu insan?...
Ve Zeycan... O başkası öldüğünde... O gün... Kör olmuştu...
Kör olmuştu... sağır olmuştu... Lâl olmuştu...
Ölmemişti... Delirmemişti... Kör olmuştu...
Biri Nevin, biri Nalan, iki kardeşi vardı, bir de anayla babası...
Onlar uyuyunca uyumuştu, onlar uyanınca uyanmıştı, onlar acıkınca
acıkmıştı, onlar yerken yemişti, onlar yıkanırken yıkanmıştı...
kardeşleri günbegün büyümüş, doğum günleri kutlanmış, diploma
törenleri olmuş, düğünler yapılmış, yuvadan uçmuşlardı... Kaç yılbaşı
kutlanmış kaç bayram geçmiş kaç tatile çıkılmış, arkadaşlarıyla kaç
buluşma yaşanmış ama gözleri açılmamıştı...
Bir tek rakamları görebilmişti... Yaptığı işin, bilgisayar ekranından
akan, o bol sıfırlı rakamlarını... İş edindiği, o odaya kapanmış,
gece gündüz demeden, haftalarca, aylarca ve tek bir hanesini
atlamadan rakamlarla uğraşmıştı... Bir tek onları görebilmişti...
Diğer herşeyi, göremeyen gözleri, duymayan kulakları, konuşmayan
dudaklarıyla idare etmişti de kimse fark etmemişti...
Bir sisin içinde yaşamıştı yıllarca... Bir duvarın gerisinden
duymuştu sesleri... Buzlu bir camın gerisinden konuşmuştu en
sevdikleriyle... Okumamıştı... Yazmamıştı... Düşünmemişti...
Hissetmemişti... Hatırlamamıştı... Kalbinin karanlık kuyusuna
yaklaşmamıştı... Körlüğüyle geçen yılları 'yaşadım' deyip kabul
etmişti...
Sonra... Sonra, bir gün... Bir gece... Uykusunda... Belleğinden...
Unuttuğu ezberinden... Bir bir sökülüp gelmişti dizeler... Binbir
dize hatırlatmıştı kendini bir gecede ve hıçkıra hıçkıra ağlatarak...
Ağlayarak ve şiir fısıldayarak, perperişan etmişti sabahı... Sonra
akşamı beklemişti aynı hâlde... Sonra yeniden sabahı...
Geçer diye beklediği, günlerce, haftalarca sürmüştü...
Oysa kendi yazdığı şiirleri bile çoktan yırtıp atmıştı Zeycan... Bu
şiirler nasıl oluyor da böyle kopup geliyordu, o koca buzdağından?...
O karanlık dehlizlerden nasıl geçebiliyordu?...
Günlerce kafasının içinde dönüp durmuştu dizeler... Bu kadar çok
şairden bu kadar çok şiiri ne zaman okumuş?... Ne zaman
ezberlemiş?... Bu kadarını, nasıl içine sığdırabilmişti?... Ne
çoktular, ya Rabbi... Ne çok dize saklanmıştı içinde...
O günden sonra haftalarca gözyaşlarıyla birlikte aktılar, aktılar,
aktılar... Rahat bırakmadılar onu... Uyutmadılar...
Çalıştırmadılar...
Aynı dize, belki bin defa geliyordu diline... Yıllar önce şarkılar
söyleyerek geçtiği sokaklardan, kafasının içinde dolandırdığı şiirle
ve gözyaşlarıyla geçiyordu artık... Çekildiği, o daracık o puslu o
duygusuz karanlığı, kapandığı o zindanı, teslimiyetle katlandığı o
mekanik hayatı bile sürdürecek olanağı bulamıyordu bir türlü...
Bu ne kadar çok dizeydi?... Başı ağrıyor, dili dolanıyor, ama
bırakamıyordu... Hatırlamanın verdiği çaresizlikten sürekli
ağlıyordu...
Herkes onun o sokaklarda ağlamaklı geçen hâlini kınıyordu...
Arkasından konuşuyordu tanıdıkları... Görmezden geliyordu bazıları...
Bazıları yollarını değiştiriyor bazıları uzaktan selamlayıp hızla
uzaklaşıyordu... Yokmuş gibi davranan çoktu...
Zeycan sadece utanıyor ve ağlıyordu...
Kardeşi Nalan sıkıştırmıştı önce , "Bugüne kadar ne kadar iyi idare
ettin... Ne oldu sana böyle?... Topla kendini abla ya!... Ne
yapılacaksa yapalım? Bir an önce gitsin şu ağlama üzerinden." Nevin
ise, "Esas şimdi normal tepkiler vermeye başladı... Nasıl olsa
düzelir birgün... Kendi hâline bırakmalıyız... Ben bu hâlini daha
sağlıklı buluyorum..." diyordu... Otel müdürü, önce, yalnız başına
bir tatile çıkmasında ısrarlıydı, çıkmayınca da, evden
çalışmasında... Arkadaşları ise, aşık olması konusunda... Anne
babası, anlayamadıkları bu hâlini, kederle ve çaresizlikle
izliyordu... Kendisi ise, çevreye rezil oluyorum diye düşünüyordu...
Sokaklarda ağlamak ne? Ne ayıp... Ne yakışıksız... Ne utanç verici...
Ama düştüğü kuyudan ne yaparsa yapsın çıkamıyordu bir türlü... Herkes
için sorun olmuştu...
Komşunun on beş yaşındaki kızı Başak çözdü, en sonunda sorununu...
Bir gün, kilitli günlüğüyle misafirliğe gelip, "Bu günlüğü bana sen
almıştın Zeycan Teyze... Bak eğer benim içimden ağlamak geçerse, ben
bu deftere yazıyorum... Hemen geçmese de, sonradan geçiyor üzüntüm...
Rahatlıyorum...Sen de benim gibi yap Zeycan Teyzeciğim... Seni
ağlatan ne varsa, bir yere yaz... Belki senin de ağlaman geçer..."
Zeycan, bu konuşmadan sonra, işte, evde, sokakta, nerede aklına,
dilinin ucuna bir şiir bir dize gelirse, bir kağıt bulup yazmaya
başladı... Dışarda. içerde, yemekte, banyoda... En çok da
işyerinde... Küçük not kağıtlarına, sığdığı kadarını, yazdı yazdı
yazdı... Atmaya kıyamadığı bu kağıtlar birikti birikti birikti...
Masasının üstü doldu taştı...
Önce, muhasebeden arkadaşları bu birikmiş yığından, birer ikişer
almaya başladı, sonra ürün aldıkları tedarikçilerin para tahsiline
gelen elemanları, hizmet satın alan firmaların çalışanları... Vergi
denetmenleri bile... Derken... Otelin çevresindeki kafecisi,
kitapçısı, simitçisi, kahvecisi, manavı, bakkalı, büfesi çıktı...
Selanik, Yüksel, Konur, Karanfil ahalisi...
Zeycan denetiminden çıkan hayatını izliyordu korkuyla... Önce
sokaklarda ağlamasıyla, "Bir derdiniz mi var? Yardım edebileceğimiz
bir şey var mı?" diye çevrilen yolu, "Saygılar abla, bize şiir yok
mu?" söylemine dönüşmüştü... Bir çeşit "niyet tavşanı" gibi
algılanıyordu gençlerce... Utanıyor, yüzünü yerden kaldırmadan
yürüyordu sokaklarda... Kınayan yine kınıyordu... Arkasından
konuşanlar yine konuşuyordu...
Şiirleri not kağıtlarına yazmaya başlamasıyla, gün gün ağlamasının da
kesildiğini fark eden Zeycan, yeniden ağlamaya başlarım korkusundan,
şiirleri yazmayı bir türlü bırakamıyordu... O yazmayı sürdürdükçe
insanların ondan istemesi de bitmiyor, kesilmiyordu bir türlü...
Zamanla insanların ondan şiir yazılı kağıtlardan istemesine, utanarak
da olsa alışıyordu... Kendine şaşıra şaşıra alışıyordu...
Ağlaması tümden kesilen Zeycan, artık, sadece yolunu kesip ondan şiir
isteyenleri kırmamak, oyalanmamak için yazıp cebinde taşıyordu
şiirleri not kağıtlarına...
Gün oldu, hatırındaki bütün şairler, ezberindeki bütün dizeler
bitti...
Bu arada da sanki, gözü az az, kulağı az aza dili az az...
Sanki yediğini, içtiğini, güldüğünü, ağladığını hissedebiliyordu az
az...
Artık sokağa çıkmaya korkmuyordu... Kendisinden şiir isteyenlere,
yazdığı kağıtları utanmadan verebiliyordu... Alaylı bakışları
cesaretle karşılayabiliyordu... İş çıkışı, öğle arası dışarıya
çıkmaktan, uzun yürüyüşler yapmaktan çekinmiyordu... Bol bol
dolaşıyordu...
Böyle günlerin birinde bir gün bir şair abisi ile karşılaştı... Ve
yazabileceği halde, yazmadığı için azar işitti ondan...
Ve Yazmayı hatırladı yeniden... Yazdığı zamanları... O gençlikle... O
heyecanla... O aşkla... O hülyalarla... Yazdığı zamanları... Daha
büyük bir tutkuyla okuduğu... Okuduğu ve yazdığı zamanları...
Dergileri... Dergi arkadaşlarını...
Hatırlıyordu... Hatırlamak artık ona acı vermiyordu.
Şiir aralamıştı gözlerini...
İçinde bir pınar, tertemiz suyunu pıt pıt atıyordu sanki...
Yazmak... Yeniden yazmak...
Hatırlıyordu... Yazmayı hatırlıyordu...
Hatırlıyordu da, yirmilerinde bıraktığı yazmaya, yeniden dönebilir
miydi? Saçlarına kır düşmüş hâliyle, sararmış solmuş teniyle...
Yazmayı, aynı şevk ve aşkla yeniden yakalayabilir miydi?
Bütün enerjisinin okumaya yazmaya aktığı o zamanlara dönebilir miydi?
O dönemdeki, dergideki iki arkadaşının, iki kardeş kalemin, iki
sesin, birer dizesi, kendini hatırlatıyordu sürekli... O dizeler onu,
yazdığı zamanlara taşıyordu sanki... Bütün şairlerin şiirleri
tükenmiş, sadece o iki arkadaşının iki dizesi kalmıştı mırıldandığı,
yazdığı, kederlendiği, gülümsediği iki dize...
Artık sadece onlardan yazıp cebine atıyordu... Onlardan dağıtıyordu
isteyene... Telli Kadına ve Sedat'a verdiği de, o birer dizeydi, ayrı
ayrı.
"Yazsam yasak bir kitaptır yaşadığım."* "Dizelere göm şair beni."*
Ayrıca o birer dize, yazmak için, yaşamı duymak için, kanat oluyordu
Zeycan'a...
Acemice yeniden yazmayı deniyordu... Acemice yeniden gülmeyi...
Bakmayı... Görmeyi... Anlatmayı...
Zeycan kendisiyle döğüşe, barışa, böyle böyle, Sıhhiye'ye, Abdi
İpekçi Parkına, oradan, Dil Tarih'e kadar inmiş dönüyordu ki, birden
nerede olduğunu ayrımsadı... Düşüncelerden sıyrılıp çevresine bakmaya
başladı...
Sokaklar neredeyse pandemiden önceki haline o eski kalabalığına yakın
haline gelmişti... Çoğu maskesiz... Yorgun... Umutsuz... İşsiz...
'Vebali var bunun,' diye düşündü... 'Vebali var.'
Adımlarını sıklaştırdı, hızlandı...
Zeycan dönüp dolaşıp çalıştığı otelin önüne gelmişti ki ansızın içeri
girmekten vaz geçti. Akşam oluyordu ve o çalışmak istemiyordu.
Ayakları, eve gitmeye de direniyordu... Bıraktı yine kendini
sokaklara... Bakanlıkların oradan Tunalı'ya, Tunus'a doğru
tırmandı... Levent'i özlemişti çok... Boylu poslu, mavi gözlü, levent
gibi Levent'i... Bir tek, bu Levent, kadındı... Yirmi yıllık arkadaşı
Levent... Bütün 1 Mayıs'lara bütün 1 Eylül'lere bütün 8 Mart'lara
birlikte gittiği arkadaşı... Yüksel Caddesindeki 8 Mart
kutlamalarının güzel kadını... Onun mekânına gidecekti...
Apartmanların arasında, ağaçların gizlediği o sakin yer... Mekândaki
o su sesi o eski şarkılar o derin mavi... Bir de Levent gibi
önyargısız insanlar... Eski tanıdıklar, dostlar, ahbaplar...
Akşamın tatlı esintisi eşliğinde yavaş yavaş, "Deniz Ülkesi" adlı
kafeye ulaştı... Levent yokmuş... Yine de girdi... Mekân neredeyse
boş gibiydi... Salgın böyle yapmıştı... İşte köşede Ayşen...
Karşısındaki adamı tanıyor sanki... Ama bu kadar da olamaz...
Olamaz... Komiser Oğuz... Kaçmaya geç kalmıştı... Ayşen görmüş,
hızla, gülerek yanına geliyordu...
"Zeycan sakın kaçma... Kardeşim, kardeşim o ... Hatırlasana, biz
üniversitedeyken lisedeydi... Lütfen gel... Senin gibi tarih
meraklısı o da... Görüyorsun mesafeli oturuyoruz zaten... Hadi gel
ya... Bıktık pandemiden, politikacılardan... Biraz muhabbet edelim
n'olur. Çok özledim. Söz sana, sıkılırsan hemen kalkarız..."
Zeycan ayaklarını sürüye sürüye Ayşen'in ardından yürüdü... Oğuz
gülümseyerek kalktı. Tokalaştılar... Oturdular... Aperatifler
söylendi... Gündüzki karşılaşmayı, görüşmeyi kâh kederlenerek kâh
gülümseyerek anlattılar Ayşen'e... Sonra'da, Anadolu'dan,
topluluklardan, hıdırellezden, nevruzdan, dağ keçilerinden, koç
katımından, eski büyük bahçelerden, bağlardan, adetlerden,
ambarlardan, şuruplardan şaraplardan, kaç çeşit peynir yapıldığından
şimdi peynir ithal etmek durumunda kalınışından konuşuldu da
konuşuldu... Aslında sedece Zeycan ile Oğuz konuşmuş, Ayşen de zevkle
dinlemişti...
Zeycan, Oğuz'un Telli Kadının ve görünmeyen öyküsünü çok merak
ettiğini anlamıştı gündüzden. Bu kadar muhabbetten sonra ona
anlatabileceğini de anlamıştı. Oğuz'a,
"Bana da Sedat anlattı... Hani onu heykele getirip bırakan
delikanlı... Sadece Telli Kadın değil onun tüm ailesi öleceği günü,
yılı bilirmiş... Onlar da bilmeyenlere şaşırırmış..."
Ayşen heyecanla, "Gerçekten mi?" Oğuz ise sakin... İki kardeş aynı
anda "Bu kadar dakikası dakikasına bilmesi şaşırtıcı değil mi?" diye
sordu ardarda. Zeycan, "O kadarını bilemiyorum... Ona bakarsanız,
sadece kendinin değil başkalarının öleceği günleri de bilen çokmuş,
yaşamsal bilgileri gün be gün yitip giden bu topraklarda... " diye
mırıldandı dalgınca sonra kederle ekledi, "Telli Kadının, yalnız bir
kadın olarak çektikleri bir yana, daha parmak kadarkenden
kayboluncaya kadar, tek çocuğu, oğlu Necdet'e çektirilenler de bana
dert oldu..." Ayşen ve Oğuz'un merakla yüzüne baktıklarını fark
edince sürdürdü konuşmasını, "Oğlu Necdet ile demin sözünü ettiğim
Sedat, daha parmak kadar çocukken, bir arkadaşlarına bir adamın
musallat olduğunu anlıyorlar... Adam o çocuğun her peşine düştüğünde,
adamı taşa tutuyorlar ve uzaklaştırıyorlar... Büyüklerin anlamadığı,
anlamazlıktan, görmemezlikten geldiği şeyi, bu iki çocuk anlıyor ve
önleyebiliyor. Adam güçlü... Adam büyük... Adam, Necdet'le Sedat'ı
yakalayıp öldürmeye kadar varabilecek her şeyi deniyor... İşte bu
Telli Kadın, ölüm zamanını bile bile, karşılaşacağı, ölümden beter
işleri göze alıp kurtarıyor çocukları elinden... Bir şey olmuyor
ama... Eğer gerçekleşse... Hem de o küçücük şehirde... O rezillikle,
kaç koca yıl?... Kaç geçmez koca yıl?... Ölümü bekleyeceğini bile
bile... O kadın... Onu göze alıyor yani... Bence bu, ölüm saatini
bilmesi kadar önemli...Öyle değil mi?"
İkisi de sessizce baş salladılar. Sonra... Sonra masaya bir hüzün
ağırlığı gelip çöreklendi...
Uzun ve kederli suskunluktan sonra Zeycan toparlanarak, "Vakit geç
olmuş... Ben kalkayım." dedi. Oğuz, "Ben bırakırım sizi isterseniz.
Önce sizi bırakırım sonra ablamı." Zeycan, "Çok teşekkür ederim. Ben
otele gideceğim. Gündüzden kalan işlerim var, onları bitireceğim...
Yakın yani gideceğim yer. Biraz da yürümek istiyorum aslında ." dedi.
Kendisi gibi ayağa kalkmış Ayşen'in yanaklarından öperken de ekledi,
"Dizeleri niye yazdığımı da ablana sor, o biliyor, o sana anlatır."
Oğuz ile dostça tokalaşıp gitti...
İki kardeş dalgın gözlerle Zeycan'ın çıkıp gittiği kapıya baktılar
bir süre... Oğuz dayanamadı, dizeleri sordu. Ayşen bidiği kadarını
yanıtladı...
Ayşen durdu durdu duramadı, "Ne zaman sorsak, 'Bazı kadınlar bir kez
seviyor. Ben de onlardanım galiba' der geçer. Öyle yüce gönüllüdür
benim arkadaşım." Oğuz, ablasının sözlerine karşılık "Yazık olmuş."
dedi. Ayşen, kardeşine sevgiyle bakarak, "Ne yazığı? O kaç ömürlük
sevdi bir bilsen? O yüzdendir ne acır ne üzülür kendisine... Ayrıca
hayat bu kardeşcaazım... Her birimize, bir yerden yazık olmuyor mu...
Tam olmaz ki şu zavallı insanın hiçbir şeyi... Hep birşeyleri eksik
kalır..."
Zeycan, el ayak çekilmiş caddeden aşağıya, Kavaklı'dan Kızılay'a
doğru inerken kendi kendine konuşuyordu mırıl mırıl...
Kalbinden dudaklarına sözcükler dökülüyordu...
"Gözünü yoldan ayırma şair... Bir cevahir söz söyle... Yırtılsın
insanlığın üzerindeki karanlık perde... Senin hamurunda Hayyam...
Kumaşında Nazım var... Bir de muradın... Bir de muradın... Gözünü
yoldan ayırma... Afrika'dan Asya'ya... Büyük sinilerle bereketli
sofralar kuralım yeniden tüm kıtalarda... Yeniden billur sularına
kavuşsun toprak... Keder ve çocuk yanyana gelmesin bir daha...
Kahkahası elinden alınan kadınlar... Yönü ve cesareti kaybettirilmiş
gençler... Susturulmuş yaşlılar bekleşiyor sınırlarda...
Sen olmasan... Kim anlatır yıldızlara... Bu dünya maceramızı...
Gözünü yoldan ayırma ne olur... Ko desinler ardından; 'Muradı
böyle... Muradı böyle kardeş... Akar durur... Muradı böyle...' "*
Zeycan, ağzından çıkanları kulağı duydukça heyecanlandı... Durdu,
yine kendi kendine, "Ben şiir mi söylüyorum yoksa?" diye sordu. "Şair
mi olacağım şimdi?" Durdu... Durdu... Sonra gülerek yürüdü... "Senden
şair olmaz kızım ama artık yazmaya başlayabilirsin."
Gecenin o vakti, caddeden geçen, gülüşünü duyan, koşuşunu gören üç
beş kişinin, şaşkın bakışları arasında, hızla geçip, Bakanlık'tan
Kızılay'a, oradan da işyerine kavuştu...
***
Hayyam'dan Serdar'a... Genç, yaşlı, bütün ustalarıma...
Acılarımızı, yenilgilerimizi, kalp kırıklıklarımızı onaran, uçmamıza
kanat olan dizeleri yazan, kadın ve erkek kardeşlerime...
___________________
* "Dizelere Göm Şair Beni" Kıvılcım Vafi
* "Yazsam yasak bir kitaptır yaşadığım." Mehmet Mahzun Doğan
* "Muradı böyle/Muradı böyle kardeş/ Akar durur/ Muradı böyle..." Urfa
Yöresi. Derleme; Seyfettin Sucu