ÖYKÜ

Güven Tunç  





 

"DİZELERE GÖM ŞAİR BENİ"*


                                                     - üçüncü bölüm –

Zeycan; komiser Oğuz, sıcaktan, kapısı, penceresi açık bırakılmış muhasebe müdürü odasına, çekine çekine girdiğinde, askılı, açık elbisesinin üzerine şalını sarmaya, uçuşan saçlarını toplamaya çalışıyordu. Az önce resepsiyondan aramışlar, emniyetten bir misafiri olduğunu bildirmişlerdi. Bir kadının odasına, çekine çekine girecek kadar nezaket göstermesi karşılığında, güleryüzle karşıladı onu Zeycan;

"Hoşgeldiniz... Lütfen buyurun oturun... "

Komiserin oturmakta tereddüt ettiğini fark ettiğinde, kendisi de ayağa kalkıp ısrarcı oldu. "Lütfen buyurun... Ne içerdiniz?" diye de ekledi... Oğuz, onun bu rahat tavrı karşısında hafif bir şaşkınlık yaşadı. Gözlerini kısıp, müztehzi bir gülümsemeyle, sorar gibi,

"Siz?... Siz?... Siz, benim neden geldiğimi biliyorsunuz"

"Tahmin ediyorum diyelim."

Oğuz yeniden takındığı ciddiyetle, ona gösterilen yere oturmadan daha, cebinden, boyutlarına uygun, saydam bir naylon poşet içindeki delili, "Yazsam, yasak bir kitaptır yaşadığım,"* yazan minik kağıdı, masaya koyduğunda, bir kez daha içi titredi Zeycan'ın. İçinin titremesini karşısındakine çaktırmamaya gayret ederek, komisere, "Doğal ölüm olduğunu biliyorsunuz ama değil mi? En azından adli tıp raporu çıkalı çok olmalı..."

"Biliyoruz... Biliyoruz... Kalp krizinden olduğunu biliyoruz..." diye, sıcaktan bunalmış bir şekilde çöktü koltuğa Oğuz. "Varsa, bir soğuk suyunuzu içerim... Ama... 'Neden o saatte? Neden o heykelin başında? Neden sizin yazıp dağıtmakta olduğunuz bu dizeyle? Ve neden bir karanfil tanesiyle?' sorularıma da, cevap istediğimi bilin." "Tamam." diye karşılık verdi Zeycan...

Zeycan, telefonla birer sade kahve birer soğuk su söyledikten sonra, kendiliğinden, yavaş yavaş anlattı olanları... Bir tek Sedat ile ilgili ayrıntıya girmedi... Güzide'nin, pandemiden dolayı sokağa çıkma yasağı olduğu bayram günlerinde, eve gidip Sedat'ı bulamadığında telaşlanıp, "Şimdi ona küstüm diye bana gelmez bu adam... Nerelerde acaba? Aç mı tok mu?" diye, merakla, ağlayarak, günlerce Sedat'ı aramasını da atlayarak anlattı... Ama yine de ondan ve Güzide'den başlayarak, Necdet'e, Ezo'ya, Telli Kadına varıp, tek tek anlattı tüm olanları... Telli Kadının cebinden çıkan beyaz beze sarılı o karanfil tanesini o da bilmiyordu.

Sesi soluğu kesilmişti Oğuz'un? Kederle ve düşüne düşüne, sanki kendi kendiyle konuşur gibi, "Koruyamıyoruz çocuklarımızı... Gençleri, kadınları da... Onlar da kendilerini korumak durumunda kalıyor... O da yetmiyor... Korunamıyorlar... Ne yazık!"

"Maalesef." diye karşılık verdi, Zeycan da... Kendi kendine, "Yanımıza gelmiş oturmuş, bir de böyle meseleleri sahiden dert eden, bu efendi adama, 'Bu sizin sorumluluğunuz neden önlem almıyorsunuz? Neden korumuyorsunuz?' diye yüklenmenin pek anlamı yok şimdi..." gibi düşüncelerle, bir kez daha, "Maalesef." diye mırıldandı.

Oğuz konuşmayla geçen bir saati geçkin zamanda, gelen ikinci kahvenin, son yudumu içerken, "Parmak iziniz var bizde, biliyorsunuz değil mi?" diye sorduğunda, ki, sorudan çok parmak izinin hâlâ saklandığına ilişkin dostça bir uyarı gibiydi... Zeycan, boşvermişlikle, "Yapılacak bir şey yok. Hırsız değiliz uğursuz değiliz, katil değiliz... Saklasınlar bakalım, ne olacaksa?... " Ardından, masanın üzerinde durmakta olan küçük naylon poşeti göstererek, "Siz de beni, o izden bulmadınız mı sanki?" diye gülümsedi.

Oğuz, çok oturduğunu, Zeycan'ı çok meşgul ettiğini düşünerek hızlıca toparlanmış, ayağa kalkmıştı. Zeycan da ister istemez kalktı... Oysa misafiri, ayakta, oyalanıyor, yutkunup duruyor, bir türlü gidemiyordu... Zeycan bekledi... Bekledi... Ve nihayet... Hep çalışmadığı yerden gelen soru, bu kez, cinayet şubeden, bir komiserden geldi... "Ya eğer... Çok özel bir soru olmazsa... Siz bu dizeleri neden yazıp yazıp dağıtıyorsunuz?..." Sorduğu sorunun ne kadar akıldışı olduğunu fark ederek tedirgin olmuştu aslında Oğuz... Meslek hayatında belki ilk kez, bir kadına, bu kadar özel ve soruşturmayla alakalı olmayan bir soru sormuştu. Bunun farkında oluşunun mahcup haliyle duraladı... Şimdi gerçekten gitmek istiyor ama gidemiyordu...

Zeycan sorulan soruyu ciddiyet ve samimiyetle karşıladı..."Kendime veremediğim yanıtı, size nasıl vereyim?...

Durdu, durdu ve usulca ekledi,

"Ayrıca... Ayrıca... Siz... soruşturması bitmiş bir dosya ile bana neden geldiğinizin cevabını, kendinize verebiliyor musunuz?"

Oğuz hiç bir şey demeden hızlıca çıktı, gitti... Aklında daha nice, yanıtını merak ettiği sorular kala kala, mahcubiyetle çıktı, gitti... Telli Teyze ile ilgili, soruşturma konusu olmayan ama yanıtını ölesiye merak ettiği sorular vardı... Ölüm saati... Ve o... O tek tane karanfil...

Zeycan misafiri gittikten sonra, baktı ki, kafasını toplayıp çalışamıyor, bilgisayarı kapattı, iç hattan servisi arayıp Güzide'ye çıkacağını haber verdi, maskesini takıp, çıktı otelden... Attı kendini sokaklara... Vurdu yollara, sokaklardan bulvara, bulvardan Sıhhiye'ye doğru yürüdü...

"Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim öldü
Kör oldum."

"Cemal Süreya" dedi, kendi kendine... Diline takılan bu üç dizenin şairi, Cemal Süreya... "Yine geldin kondun omzuma..."

Kaç yıl gezmişti bu dizelerle... Kaç yıl?... Oysa babası ölmemişti onun... Hayattaydı daha... Ölen başkasıydı... Başkası...

Başkası ölünce de mi kör olurdu insan?...

Ve Zeycan... O başkası öldüğünde... O gün... Kör olmuştu...

Kör olmuştu... sağır olmuştu... Lâl olmuştu...

Ölmemişti... Delirmemişti... Kör olmuştu...

Biri Nevin, biri Nalan, iki kardeşi vardı, bir de anayla babası... Onlar uyuyunca uyumuştu, onlar uyanınca uyanmıştı, onlar acıkınca acıkmıştı, onlar yerken yemişti, onlar yıkanırken yıkanmıştı... kardeşleri günbegün büyümüş, doğum günleri kutlanmış, diploma törenleri olmuş, düğünler yapılmış, yuvadan uçmuşlardı... Kaç yılbaşı kutlanmış kaç bayram geçmiş kaç tatile çıkılmış, arkadaşlarıyla kaç buluşma yaşanmış ama gözleri açılmamıştı...

Bir tek rakamları görebilmişti... Yaptığı işin, bilgisayar ekranından akan, o bol sıfırlı rakamlarını... İş edindiği, o odaya kapanmış, gece gündüz demeden, haftalarca, aylarca ve tek bir hanesini atlamadan rakamlarla uğraşmıştı... Bir tek onları görebilmişti... Diğer herşeyi, göremeyen gözleri, duymayan kulakları, konuşmayan dudaklarıyla idare etmişti de kimse fark etmemişti...

Bir sisin içinde yaşamıştı yıllarca... Bir duvarın gerisinden duymuştu sesleri... Buzlu bir camın gerisinden konuşmuştu en sevdikleriyle... Okumamıştı... Yazmamıştı... Düşünmemişti... Hissetmemişti... Hatırlamamıştı... Kalbinin karanlık kuyusuna yaklaşmamıştı... Körlüğüyle geçen yılları 'yaşadım' deyip kabul etmişti...

Sonra... Sonra, bir gün... Bir gece... Uykusunda... Belleğinden... Unuttuğu ezberinden... Bir bir sökülüp gelmişti dizeler... Binbir dize hatırlatmıştı kendini bir gecede ve hıçkıra hıçkıra ağlatarak... Ağlayarak ve şiir fısıldayarak, perperişan etmişti sabahı... Sonra akşamı beklemişti aynı hâlde... Sonra yeniden sabahı...
Geçer diye beklediği, günlerce, haftalarca sürmüştü...

Oysa kendi yazdığı şiirleri bile çoktan yırtıp atmıştı Zeycan... Bu şiirler nasıl oluyor da böyle kopup geliyordu, o koca buzdağından?... O karanlık dehlizlerden nasıl geçebiliyordu?...

Günlerce kafasının içinde dönüp durmuştu dizeler... Bu kadar çok şairden bu kadar çok şiiri ne zaman okumuş?... Ne zaman ezberlemiş?... Bu kadarını, nasıl içine sığdırabilmişti?... Ne çoktular, ya Rabbi... Ne çok dize saklanmıştı içinde...

O günden sonra haftalarca gözyaşlarıyla birlikte aktılar, aktılar, aktılar... Rahat bırakmadılar onu... Uyutmadılar... Çalıştırmadılar...

Aynı dize, belki bin defa geliyordu diline... Yıllar önce şarkılar söyleyerek geçtiği sokaklardan, kafasının içinde dolandırdığı şiirle ve gözyaşlarıyla geçiyordu artık... Çekildiği, o daracık o puslu o duygusuz karanlığı, kapandığı o zindanı, teslimiyetle katlandığı o mekanik hayatı bile sürdürecek olanağı bulamıyordu bir türlü...

Bu ne kadar çok dizeydi?... Başı ağrıyor, dili dolanıyor, ama bırakamıyordu... Hatırlamanın verdiği çaresizlikten sürekli ağlıyordu...

Herkes onun o sokaklarda ağlamaklı geçen hâlini kınıyordu... Arkasından konuşuyordu tanıdıkları... Görmezden geliyordu bazıları... Bazıları yollarını değiştiriyor bazıları uzaktan selamlayıp hızla uzaklaşıyordu... Yokmuş gibi davranan çoktu...

Zeycan sadece utanıyor ve ağlıyordu...

Kardeşi Nalan sıkıştırmıştı önce , "Bugüne kadar ne kadar iyi idare ettin... Ne oldu sana böyle?... Topla kendini abla ya!... Ne yapılacaksa yapalım? Bir an önce gitsin şu ağlama üzerinden." Nevin ise, "Esas şimdi normal tepkiler vermeye başladı... Nasıl olsa düzelir birgün... Kendi hâline bırakmalıyız... Ben bu hâlini daha sağlıklı buluyorum..." diyordu... Otel müdürü, önce, yalnız başına bir tatile çıkmasında ısrarlıydı, çıkmayınca da, evden çalışmasında... Arkadaşları ise, aşık olması konusunda... Anne babası, anlayamadıkları bu hâlini, kederle ve çaresizlikle izliyordu... Kendisi ise, çevreye rezil oluyorum diye düşünüyordu... Sokaklarda ağlamak ne? Ne ayıp... Ne yakışıksız... Ne utanç verici... Ama düştüğü kuyudan ne yaparsa yapsın çıkamıyordu bir türlü... Herkes için sorun olmuştu...

Komşunun on beş yaşındaki kızı Başak çözdü, en sonunda sorununu... Bir gün, kilitli günlüğüyle misafirliğe gelip, "Bu günlüğü bana sen almıştın Zeycan Teyze... Bak eğer benim içimden ağlamak geçerse, ben bu deftere yazıyorum... Hemen geçmese de, sonradan geçiyor üzüntüm... Rahatlıyorum...Sen de benim gibi yap Zeycan Teyzeciğim... Seni ağlatan ne varsa, bir yere yaz... Belki senin de ağlaman geçer..."
Zeycan, bu konuşmadan sonra, işte, evde, sokakta, nerede aklına, dilinin ucuna bir şiir bir dize gelirse, bir kağıt bulup yazmaya başladı... Dışarda. içerde, yemekte, banyoda... En çok da işyerinde... Küçük not kağıtlarına, sığdığı kadarını, yazdı yazdı yazdı... Atmaya kıyamadığı bu kağıtlar birikti birikti birikti... Masasının üstü doldu taştı...

Önce, muhasebeden arkadaşları bu birikmiş yığından, birer ikişer almaya başladı, sonra ürün aldıkları tedarikçilerin para tahsiline gelen elemanları, hizmet satın alan firmaların çalışanları... Vergi denetmenleri bile... Derken... Otelin çevresindeki kafecisi, kitapçısı, simitçisi, kahvecisi, manavı, bakkalı, büfesi çıktı... Selanik, Yüksel, Konur, Karanfil ahalisi...

Zeycan denetiminden çıkan hayatını izliyordu korkuyla... Önce sokaklarda ağlamasıyla, "Bir derdiniz mi var? Yardım edebileceğimiz bir şey var mı?" diye çevrilen yolu, "Saygılar abla, bize şiir yok mu?" söylemine dönüşmüştü... Bir çeşit "niyet tavşanı" gibi algılanıyordu gençlerce... Utanıyor, yüzünü yerden kaldırmadan yürüyordu sokaklarda... Kınayan yine kınıyordu... Arkasından konuşanlar yine konuşuyordu...
Şiirleri not kağıtlarına yazmaya başlamasıyla, gün gün ağlamasının da kesildiğini fark eden Zeycan, yeniden ağlamaya başlarım korkusundan, şiirleri yazmayı bir türlü bırakamıyordu... O yazmayı sürdürdükçe insanların ondan istemesi de bitmiyor, kesilmiyordu bir türlü...

Zamanla insanların ondan şiir yazılı kağıtlardan istemesine, utanarak da olsa alışıyordu... Kendine şaşıra şaşıra alışıyordu...

Ağlaması tümden kesilen Zeycan, artık, sadece yolunu kesip ondan şiir isteyenleri kırmamak, oyalanmamak için yazıp cebinde taşıyordu şiirleri not kağıtlarına...

Gün oldu, hatırındaki bütün şairler, ezberindeki bütün dizeler bitti...

Bu arada da sanki, gözü az az, kulağı az aza dili az az...

Sanki yediğini, içtiğini, güldüğünü, ağladığını hissedebiliyordu az az...

Artık sokağa çıkmaya korkmuyordu... Kendisinden şiir isteyenlere, yazdığı kağıtları utanmadan verebiliyordu... Alaylı bakışları cesaretle karşılayabiliyordu... İş çıkışı, öğle arası dışarıya çıkmaktan, uzun yürüyüşler yapmaktan çekinmiyordu... Bol bol dolaşıyordu...

Böyle günlerin birinde bir gün bir şair abisi ile karşılaştı... Ve yazabileceği halde, yazmadığı için azar işitti ondan...

Ve Yazmayı hatırladı yeniden... Yazdığı zamanları... O gençlikle... O heyecanla... O aşkla... O hülyalarla... Yazdığı zamanları... Daha büyük bir tutkuyla okuduğu... Okuduğu ve yazdığı zamanları... Dergileri... Dergi arkadaşlarını...

Hatırlıyordu... Hatırlamak artık ona acı vermiyordu.

Şiir aralamıştı gözlerini...

İçinde bir pınar, tertemiz suyunu pıt pıt atıyordu sanki...

Yazmak... Yeniden yazmak...

Hatırlıyordu... Yazmayı hatırlıyordu...

Hatırlıyordu da, yirmilerinde bıraktığı yazmaya, yeniden dönebilir miydi? Saçlarına kır düşmüş hâliyle, sararmış solmuş teniyle... Yazmayı, aynı şevk ve aşkla yeniden yakalayabilir miydi?

Bütün enerjisinin okumaya yazmaya aktığı o zamanlara dönebilir miydi?

O dönemdeki, dergideki iki arkadaşının, iki kardeş kalemin, iki sesin, birer dizesi, kendini hatırlatıyordu sürekli... O dizeler onu, yazdığı zamanlara taşıyordu sanki... Bütün şairlerin şiirleri tükenmiş, sadece o iki arkadaşının iki dizesi kalmıştı mırıldandığı, yazdığı, kederlendiği, gülümsediği iki dize...

Artık sadece onlardan yazıp cebine atıyordu... Onlardan dağıtıyordu isteyene... Telli Kadına ve Sedat'a verdiği de, o birer dizeydi, ayrı ayrı.

"Yazsam yasak bir kitaptır yaşadığım."* "Dizelere göm şair beni."*

Ayrıca o birer dize, yazmak için, yaşamı duymak için, kanat oluyordu Zeycan'a...

Acemice yeniden yazmayı deniyordu... Acemice yeniden gülmeyi... Bakmayı... Görmeyi... Anlatmayı...
Zeycan kendisiyle döğüşe, barışa, böyle böyle, Sıhhiye'ye, Abdi İpekçi Parkına, oradan, Dil Tarih'e kadar inmiş dönüyordu ki, birden nerede olduğunu ayrımsadı... Düşüncelerden sıyrılıp çevresine bakmaya başladı...

Sokaklar neredeyse pandemiden önceki haline o eski kalabalığına yakın haline gelmişti... Çoğu maskesiz... Yorgun... Umutsuz... İşsiz... 'Vebali var bunun,' diye düşündü... 'Vebali var.'

Adımlarını sıklaştırdı, hızlandı...

Zeycan dönüp dolaşıp çalıştığı otelin önüne gelmişti ki ansızın içeri girmekten vaz geçti. Akşam oluyordu ve o çalışmak istemiyordu. Ayakları, eve gitmeye de direniyordu... Bıraktı yine kendini sokaklara... Bakanlıkların oradan Tunalı'ya, Tunus'a doğru tırmandı... Levent'i özlemişti çok... Boylu poslu, mavi gözlü, levent gibi Levent'i... Bir tek, bu Levent, kadındı... Yirmi yıllık arkadaşı Levent... Bütün 1 Mayıs'lara bütün 1 Eylül'lere bütün 8 Mart'lara birlikte gittiği arkadaşı... Yüksel Caddesindeki 8 Mart kutlamalarının güzel kadını... Onun mekânına gidecekti... Apartmanların arasında, ağaçların gizlediği o sakin yer... Mekândaki o su sesi o eski şarkılar o derin mavi... Bir de Levent gibi önyargısız insanlar... Eski tanıdıklar, dostlar, ahbaplar...

Akşamın tatlı esintisi eşliğinde yavaş yavaş, "Deniz Ülkesi" adlı kafeye ulaştı... Levent yokmuş... Yine de girdi... Mekân neredeyse boş gibiydi... Salgın böyle yapmıştı... İşte köşede Ayşen... Karşısındaki adamı tanıyor sanki... Ama bu kadar da olamaz... Olamaz... Komiser Oğuz... Kaçmaya geç kalmıştı... Ayşen görmüş, hızla, gülerek yanına geliyordu...

"Zeycan sakın kaçma... Kardeşim, kardeşim o ... Hatırlasana, biz üniversitedeyken lisedeydi... Lütfen gel... Senin gibi tarih meraklısı o da... Görüyorsun mesafeli oturuyoruz zaten... Hadi gel ya... Bıktık pandemiden, politikacılardan... Biraz muhabbet edelim n'olur. Çok özledim. Söz sana, sıkılırsan hemen kalkarız..."

Zeycan ayaklarını sürüye sürüye Ayşen'in ardından yürüdü... Oğuz gülümseyerek kalktı. Tokalaştılar... Oturdular... Aperatifler söylendi... Gündüzki karşılaşmayı, görüşmeyi kâh kederlenerek kâh gülümseyerek anlattılar Ayşen'e... Sonra'da, Anadolu'dan, topluluklardan, hıdırellezden, nevruzdan, dağ keçilerinden, koç katımından, eski büyük bahçelerden, bağlardan, adetlerden, ambarlardan, şuruplardan şaraplardan, kaç çeşit peynir yapıldığından şimdi peynir ithal etmek durumunda kalınışından konuşuldu da konuşuldu... Aslında sedece Zeycan ile Oğuz konuşmuş, Ayşen de zevkle dinlemişti...

Zeycan, Oğuz'un Telli Kadının ve görünmeyen öyküsünü çok merak ettiğini anlamıştı gündüzden. Bu kadar muhabbetten sonra ona anlatabileceğini de anlamıştı. Oğuz'a,

"Bana da Sedat anlattı... Hani onu heykele getirip bırakan delikanlı... Sadece Telli Kadın değil onun tüm ailesi öleceği günü, yılı bilirmiş... Onlar da bilmeyenlere şaşırırmış..."

Ayşen heyecanla, "Gerçekten mi?" Oğuz ise sakin... İki kardeş aynı anda "Bu kadar dakikası dakikasına bilmesi şaşırtıcı değil mi?" diye sordu ardarda. Zeycan, "O kadarını bilemiyorum... Ona bakarsanız, sadece kendinin değil başkalarının öleceği günleri de bilen çokmuş, yaşamsal bilgileri gün be gün yitip giden bu topraklarda... " diye mırıldandı dalgınca sonra kederle ekledi, "Telli Kadının, yalnız bir kadın olarak çektikleri bir yana, daha parmak kadarkenden kayboluncaya kadar, tek çocuğu, oğlu Necdet'e çektirilenler de bana dert oldu..." Ayşen ve Oğuz'un merakla yüzüne baktıklarını fark edince sürdürdü konuşmasını, "Oğlu Necdet ile demin sözünü ettiğim Sedat, daha parmak kadar çocukken, bir arkadaşlarına bir adamın musallat olduğunu anlıyorlar... Adam o çocuğun her peşine düştüğünde, adamı taşa tutuyorlar ve uzaklaştırıyorlar... Büyüklerin anlamadığı, anlamazlıktan, görmemezlikten geldiği şeyi, bu iki çocuk anlıyor ve önleyebiliyor. Adam güçlü... Adam büyük... Adam, Necdet'le Sedat'ı yakalayıp öldürmeye kadar varabilecek her şeyi deniyor... İşte bu Telli Kadın, ölüm zamanını bile bile, karşılaşacağı, ölümden beter işleri göze alıp kurtarıyor çocukları elinden... Bir şey olmuyor ama... Eğer gerçekleşse... Hem de o küçücük şehirde... O rezillikle, kaç koca yıl?... Kaç geçmez koca yıl?... Ölümü bekleyeceğini bile bile... O kadın... Onu göze alıyor yani... Bence bu, ölüm saatini bilmesi kadar önemli...Öyle değil mi?"

İkisi de sessizce baş salladılar. Sonra... Sonra masaya bir hüzün ağırlığı gelip çöreklendi...

Uzun ve kederli suskunluktan sonra Zeycan toparlanarak, "Vakit geç olmuş... Ben kalkayım." dedi. Oğuz, "Ben bırakırım sizi isterseniz. Önce sizi bırakırım sonra ablamı." Zeycan, "Çok teşekkür ederim. Ben otele gideceğim. Gündüzden kalan işlerim var, onları bitireceğim... Yakın yani gideceğim yer. Biraz da yürümek istiyorum aslında ." dedi. Kendisi gibi ayağa kalkmış Ayşen'in yanaklarından öperken de ekledi, "Dizeleri niye yazdığımı da ablana sor, o biliyor, o sana anlatır." Oğuz ile dostça tokalaşıp gitti...

İki kardeş dalgın gözlerle Zeycan'ın çıkıp gittiği kapıya baktılar bir süre... Oğuz dayanamadı, dizeleri sordu. Ayşen bidiği kadarını yanıtladı...

Ayşen durdu durdu duramadı, "Ne zaman sorsak, 'Bazı kadınlar bir kez seviyor. Ben de onlardanım galiba' der geçer. Öyle yüce gönüllüdür benim arkadaşım." Oğuz, ablasının sözlerine karşılık "Yazık olmuş." dedi. Ayşen, kardeşine sevgiyle bakarak, "Ne yazığı? O kaç ömürlük sevdi bir bilsen? O yüzdendir ne acır ne üzülür kendisine... Ayrıca hayat bu kardeşcaazım... Her birimize, bir yerden yazık olmuyor mu... Tam olmaz ki şu zavallı insanın hiçbir şeyi... Hep birşeyleri eksik kalır..."

Zeycan, el ayak çekilmiş caddeden aşağıya, Kavaklı'dan Kızılay'a doğru inerken kendi kendine konuşuyordu mırıl mırıl...

Kalbinden dudaklarına sözcükler dökülüyordu...

"Gözünü yoldan ayırma şair... Bir cevahir söz söyle... Yırtılsın insanlığın üzerindeki karanlık perde... Senin hamurunda Hayyam... Kumaşında Nazım var... Bir de muradın... Bir de muradın... Gözünü yoldan ayırma... Afrika'dan Asya'ya... Büyük sinilerle bereketli sofralar kuralım yeniden tüm kıtalarda... Yeniden billur sularına kavuşsun toprak... Keder ve çocuk yanyana gelmesin bir daha... Kahkahası elinden alınan kadınlar... Yönü ve cesareti kaybettirilmiş gençler... Susturulmuş yaşlılar bekleşiyor sınırlarda...

Sen olmasan... Kim anlatır yıldızlara... Bu dünya maceramızı...

Gözünü yoldan ayırma ne olur... Ko desinler ardından; 'Muradı böyle... Muradı böyle kardeş... Akar durur... Muradı böyle...' "*

Zeycan, ağzından çıkanları kulağı duydukça heyecanlandı... Durdu, yine kendi kendine, "Ben şiir mi söylüyorum yoksa?" diye sordu. "Şair mi olacağım şimdi?" Durdu... Durdu... Sonra gülerek yürüdü... "Senden şair olmaz kızım ama artık yazmaya başlayabilirsin."

Gecenin o vakti, caddeden geçen, gülüşünü duyan, koşuşunu gören üç beş kişinin, şaşkın bakışları arasında, hızla geçip, Bakanlık'tan Kızılay'a, oradan da işyerine kavuştu...

***

Hayyam'dan Serdar'a... Genç, yaşlı, bütün ustalarıma...
Acılarımızı, yenilgilerimizi, kalp kırıklıklarımızı onaran, uçmamıza kanat olan dizeleri yazan, kadın ve erkek kardeşlerime...


___________________

* "Dizelere Göm Şair Beni" Kıvılcım Vafi
* "Yazsam yasak bir kitaptır yaşadığım." Mehmet Mahzun Doğan
* "Muradı böyle/Muradı böyle kardeş/ Akar durur/ Muradı böyle..." Urfa Yöresi. Derleme; Seyfettin Sucu



içindekiler    üst    geri    ileri   





 10