ÖYKÜ

Ali Kemal Mert   







İÇİNDEN TREN GEÇEN KENT


Sanki bu yoldan ilk defa geçiyor gibi bir his kapladı içini. Oysa şu ağacın büyüyüşüne şahitti, şu köşedeki direği diktikleri günü bile biliyordu. Ayakları hiç olmadığı kadar acemi bugün. Tutuk, beceriksiz, adım atmayı yeni öğreniyor sanki. Kendine olmayan güvenini katlayıp iç cebine sokuşturmuş öyle geçiyor yoldan.

“Bu kadar olmasa iyiydi. Hiç değilse daha az acısaydı içim. Ne bileyim? Üzülmenin tarafı olmasam mesela? Olmaz mı?”

Olmazdı, kendi de biliyordu ki olmazdı. İlla o acı çekilecek, illa o dert edinilecekti. Jiletin keskin tarafında yürümek yetmezdi hiç zaten. O jilet ille ağza sakız edilecekti.

İçinde o eski kuytu acı, eski kelimeler, etki alanı daraltılmış gelecekler, parça tesirli geceler. Dostlarla edilecek iki lakırdıya ayrılmış cümleler, gülücükler, acil durumda açılması için paketlenmiş duruyor bir yanda.

El alışkanlığı cebindeki sigara paketine uzanıyor, çıkarıyor bir sigara el alışkanlığı, yakıyor. Son içtiği sigarayı daha iki adım önce attığının farkında değil. Aklında bir tahterevalli var şimdi. Bir yanında sevinç, umut, mutluluk, bir yanında acı, yalnızlık, mutsuzluk olan. Bu tahterevalli bir şekilde dengede duruyor işte başka insanların hayatlarında. Kendi neden hiç dengede tutamadı? Ya umuttan, mutluluktan yana ağır bastı hep ya da acıdan yana. Oysa ikisinden de lazım bir ömre.

Sevdiği kadınları düşündü. Onları mutlu etmenin kendini mutlu etmek olduğunu düşündü daha çok. Neden bilemedi ama sanki kadınları onu mutlu etmek adına hiçbir şey yapmamış gibi geldi bir an. Sanki sadece onları mutlu ettiği için mutlu oldu hep. Gittiklerinde de geriye mutlu edecek kimse kalmadığı için mutsuz olup acı çekti.

İşte yine o eski tanıdığı sokağa döndü yolu. Acı başa çıkılamaz haldeyse, yalnızlık demir attıysa gece yarısına, bu sokağa mutlak uğrardı. Ankara en güzel buradan görünürdü kendine göre. Şuraya biraz deniz çizselerdi diye düşündü. Şu pusun bir nedeni olurdu o zaman. Deniz fenerinin en çok Hıdırlık'ın tepesine yakışacağını düşündü sonra. Tepedeki işaretler iş görmez ama illa ki büyük bir deniz feneri. Hani o uçak lokanta yapacağız dedikleri yer var ya, hah, ora işte. Kendi kendini ikna etmeye çalıştı yine. En çok sessizce kendi ile tartıştığı aklına geldiğinde hep yaptığı gibi şimdi de deniz fenerinin neden orada olması gerektiğini anlattı kendine uzun uzun. İkna oldu bir yanı, diğer yanı hâlâ inatçı orada olmaması konusunda. Sıkıldı bu tartışmadan kaçmak için bir şeyler aradı çevresinde. “Şurada eskiden kim oturuyordu hatırlıyor musun?", dedi, kendine, sokağın altındaki kırmızı boyalı, iki katlı, eskimiş ahşap merdivenlerinin yer çekimine nasıl karşı koyduğunu çocukluğundan beri anlamadığı ahşap evi gözüne kestirip… Sanki hiç yüzünden ölen bir çocuktu ya da öyle hatırlamak istiyordu. Bilmem, dedi, en az ev kadar yaşlı ve kimsesiz bir kadındı galiba.

Geçmişi kınalı dünyada neden hiç gülmez ki yüzümüz cümlesi yine düştü aklına. Dünyaya sövmek kolay da içinden, sıkıyorsa sesli söylesene bunu, dedi, yine içinden. Tanrıların unuttuğu bir coğrafyadan sağ salim bir hayat çıkaracağız üstelik kırpıp acılarından. Eski bir tanıdık gibi bu kent. Çok eski, çok anlayışlı bir tanıdık gibi. Duvarlarına, yollarına, kaldırımlarına yazılar yazalım. Yazmalıyız zaten. Yoksa, yoksa bu kent terk edilmiş sayacak kendini. Oysa içinde, orta yerindeyiz işte. Terk edilen biziz aslında. Terk edilmiş, çıkmaz sokaklarında. Mecburiyet caddemiz de olmadı ki hiç küçük bir kent gibi. Her yokluk yalnızlığa çıkar bu kentte.

Noktalama işaretleri, imleçleri, ayraçları yoktu yine. Ülkede askere giden herkes ilk küfrünü ikinci gün eder nasıl olsa diye ülkede zorunlu tutmuşlardı askerliği. O da o günlerden, unutulmuş mahallesinden, herkesin gözü önündeki kimsenin görmediği çocuklardan öğrendiği küfürleri sıralıyordu art arda.


Paradan başladı küfretmeye, terk edilmiş aşklara, yok sayılmış çocukların varlığına, politikaya, öldürülmüş çocuklara, terk edilmiş yalnızlıklara, sonra yürümek zorunda kalınmış yokuşlara. Mühendislik madem o kadar iyi bir şeydi niye hala yokuşlar vardı ki? Mühendislik denen kavrama da küfretti. Sırf yokuşları yok edemedikleri için. Tesla'yı ayırdı içlerinden. Onu mühendis bile saymadı. Edison küfrü hak eden biriydi ama bu kesindi. Yoo hiç de karışık değildi ki kafası. Düşünceleri çok sabit bir düzlemde hareket ediyordu ama işte düzlem demek ki sabit değildi. Ondan oluyor bunlar hep dedi. Derken aklına bir bilgisayar oyunu geldi. Onu bulursam ne güzel oynarım, kafam dağılır dedi. Bulsa bile oynayacağı kurulumundan kaldırılmasına 48 saat sürmeyecek bir oyunu istedi yine

Saçma bir ünlemden geçti. Polis sirenleri, kırmızı mavi flaşörler, çakarlar, korumaları. Eli istemsiz gitti sigaraya. Alışkanlığı bozsam aslında sigara bırakmak kolay, dedi, kendine. Bırakamayacağını bile bile etti bu lafı yine. Kimseye yalan söylenmez de kendine söyler. Bunun günahı yok. Güldü aklından geçenlere.

En yalancı peygamber ilan edileli çok olmuştu insan ömrü üzerinde, galaktik düzlemde birkaç saniye. Buraya biraz alkol serpiştirmek şart dedi kendine, onayladı kendisi. Giden, gelmeyen, gelmeyeceği bile bile beklenen ama hiç vazgeçilmeyen bir kadının gölgesi düştü aklının orta yerine. Gelseydi böyle olmazdı, dedi, kendine, onayladı kendisini. Gelseydi ne olacaktı ki? Bilemedi. Aynı galaktik düzlem içerisinde, aynı tekdüzelikte, aynı yalnızlıkta olmayacak mıydı? Yani bir insanı var eden her şey aslında yaşadıkları değil miydi? Öyle tabi ki, şimdiki zaman içinde şimdiki varlığı ile verdiği şeref, gelmeyen kadına adanmalıydı. “Gelse ben bu olmazdım” dedi, “bu sokaktan bu an içinde geçmezdim”.

Sigara dumanına çivi gibi düşüncelerini çaktığı bir gece geldi aklına (bir de bıçakla kesilecekmiş gibi katı bir sisin içinden geçmişti. öyle bir gece) O gece içtiği rakının tadı dolaştı genzinde. Anasonun kokusunu duydu. Sonra aklına duyduğu en saçma cümle geldi; “hayatımda tanıdığım en iyi adamsın”. “Bu cümlenin saçmalığı üzerine sosyologlar çalışmalı mutlaka”. Bugün içinde kurduğu en anlamlı cümle oldu bu. Bir de “Rakı içmeli bugün. Bugünü ıskalarsak en geç yarın” tabi ki.

Günün kaçıncı sigarasındaydı bilmiyordu. Bıçak gibi keskin bir ayazda havanın teninde kendini sınamasını anlamıyordu bir türlü. Hiç havasında değildi üstelik vicdanını rahatlatmanın. Şimdi tek derdi bir sigara daha yakmaktı ve rüzgâr bu işi hiç kolaylaştırmıyordu. Hayat hiçbir şeyi kolaylaştırmıyordu gerçi ama olsun şimdi tek derdi sigara içmeyi kolaylaştıracak bir ateş sağlamaktı ve ateşi tekrar bulması da gerekmiyordu üstelik. Çok eski ve tüm insanlık ile akraba olmasını sağlayan ataları sağ olsun bu işi halledeli on bin yıl kadar olmuştu. Altı üstü çakmağı avuçları içine alacak, sırtını rüzgara verecek ve hava akımının olmadığı bir dulda yaratıp sigarasını tutuşturacak. Bunu bile beceremeyecek kadar beceriksiz hissetti kendini.

Her şeyden çok imlasızlığın başkenti burası. Noktadan sonra gelen küçük harflerin faşizmi bu. Silin lan tüm duvar yazılarını. Yeni bir imla yaratacağız, yeni bir alfabe, yeni bir hayat. Şehri yürüyerek tüketmeye çalışan biri için saçmalık gerçi bu tanım. “Ziyan edilmiş aşklar atlasında, çivit maviye boyanmış bir okyanusta verdik son nefesimizi. Şimdi hangi kıtanın kıta sahanlığına güvenle sarılabiliriz? Bizi saracak, kurtaracak biri olmalı. Yanlış anlamalarımızı, yanılgılarımızı, yangında kurtarılması imkansız anılarımızı, ne bileyim en sevdiğimiz kitabı, yazarı, şiiri, ilk öpüşümüzü, bir başka tende ilk kez aldığımız soluğu, ilk kavganın heyecanını, ilk aşkın tadını kurtaracak, iyi ki geldin, diyeceğimiz biri vardır değil mi? Vardır elbet!” Yine kendi cevapladı kendi sorusunu.

İçinden tren geçen kentleri seviyorum bir de diye geçti boş tren raylarından ilerlerken kent. “Ay da tam gününde” dedi. Ay kızıl ve her zamankinden büyük şehrin ufkunda yükselirken. Ay hep bu kadar kırmızı mıydı? Değildi elbet. Bu kadar büyük de değildi. Sanki biri gökyüzünü olay yeri olarak kullanıyordu. Neden kırmızı ay ile Plüton’un ölümünü ilişkilendirdi belli değildi. Gezegenlikten cüce gezegenliğe itelenivermişti aslınsa sadece. Yoksa olduğu yerde duruyordu işte. İlk durakta ne kadarsa, son durakta da o kadardı aralarındaki mesafe.

Bir uçurum olsa şurada diye iç çekti. Uçurumdan düşerken Süpermen taklidi yapmak kolaydı çünkü. Tamam hepimiz biliyoruz, her şey yere varana kadar. Uçurumun dibine kadar yolumuz var bu taklitte. İçimizdeki her şey tükenmeden taklit etmeyi öğrenmeli, Kendini ikna çabası bu. Yine de bu geçmiş korkusu sakınarak, tutunarak yürütüyor insanı hayatta. Tarih tekerrürden ibarettir diye kim demiş ki? Aslında bir ömür rayları oval dizilmiş, gidecek başka bir yeri olmayan, başka hiçbir yere gidemeyen, rayları kadar özgür olan oyuncak bir tren değil mi? Hiçbir yere giden trenlerde yolcu olmayan, aynı duraktan, aynı yoldan, aynı acıdan, aynı ağaca selam verip her defasında, trenle yarış eden direkleri saymaya çabalayarak, aynı yolu aşarak, bilinen ama nedense ya bu sefer farklı olursa denilen sona gitmiyor muyuz? Başladığımız noktada bitmiyor mu yolumuz? Kim demiş tarih tekerrürden ibarettir diye? Tarih oyuncak trenlerin raylarından ibarettir.

Açın perdelerinizi, camlarınızı, kapılarınızı açın. En eski ahitten çıkıp gelen konuk olacak evinize. En uygarlaşmış, en medenileşmiş hali bu beklenenin. Kandan kına yakar oldu insanlar, acılarından dilek tutanlar oldu. Peki ya ben? Öldüm de gülenim mi yok? Ardımdan şenlik kuranım mı?

Eski şarkılardan beri bilinen bir hikâye oysa bu. Başı sonu nereye varacağı hep bilinir aslında. Ömrümüzden tüm şatafatıyla geçen şahı, sultanı hikâyede anlatmıştı kulağımıza rüzgâr, kendi dilince bin fısıltıyla. Toparlanmayan bir sürü cümle, bir sürü düşünce, bir sürü insan, bir sürü yer, mekân, tarih. Hikâyeleri karışıyor birbirine. Hepsi rüzgârın anlattığı o eski hikâyeden, dedi. Suçu ona atmak rahatlattı içini.

Nereye gittiğinin bir önemi kalmayalı çok olmuştu. Sadece içindeki gitme, uzaklaşma dürtüsü geçsin istiyordu. Bunun için de yürüyordu. Kolay gelmişti gece gece. Bir şehir yürüyerek öğrenilir diyen kimdi kulağına? Belki de sadece bir sohbetten, hatta içinde bile bulunmadığı bir sohbetten aşırmıştı belki de utanmadan bu cümleyi. Aklındaki düşüncelerle vardı bir yol ayrımına. Rakı içmeli, dedi, kendine yine. Eski bir dostun sesini özlediğini fark etti anason kokusu geçerken içinden. Arkadaşın kapısına en uzak yoldan varmayı istediği için yolu uzattı. O kapıya varmadan düşünülmesi gereken daha çok şey vardı.

Bir uzak kent geldi aklına. Nedense uzun yolculuklarının bitişi ya şafakla ya şafağa ramak kala bitirmişti çoğu zaman. Bu da bir tercih tabi, dedi, kendine. Güneş gibi doğdum kentinize, kıymetimi bilmediniz. Güldü aklından geçenlere. Uzun yollar dinlendirir, hele de arabayı kendin kullanıyorsan. Hele de güzel bir müzik eşlik ediyorsa yola. Uykun yoksa, yorgun değilsen. Yağ gibi akar gider yol lastiklerin altında. Hatta ahmak ıslatan bir yağmur da varsa dışarda. Arabanın silecekleri arada bir uzanıp siliyorsa gözyaşlarını.

Bitmeyen cümleler kurmayı terk edilmiş aşklardan öğrendiğini düşündü. Bir gün bir yer, bir iş kurarsa kendine, adını çıkmaz sokak koyacağı da bu sırada düştü aklına. Hiç hayra yoran da olmaz nasılsa bu manyaklığa, dedi, kendine.

Bu sokak hep bu kadar dar mıydı? Değildi, demek ki geçmeyeli çok uzun zaman olmuş. Demek ki ruhumuz küçük kalsa da büyümüş bedenimiz.

Bazı şeyleri hep cebinde taşıyası, bir yerlerde saklayası vardı. Bir misket mesela, eski bir sevgiliden kalmış bir anahtarlık. Bir fotoğraf çocukluğu ile dolu. Nerede çekildiğini, ne zaman çekildiğini zerre hatırlamasa da o fotoğraftaki herkesin çok mutlu olduğu gibi bir imge kalmıştı aklında. O bile yeterli bir sebepti aslında başlı başına. Bir taş, bir yaprak, bir yağmur damlası, bir kar tanesi. Bazı şeyleri hatırlamak bile sıkıntı, dedi, kendine, onayladı kendi. Kış gelse kar yağsa dedi, aklında karlı bir gün bir şehirlerarası otobüsün camından buz tutmuş yolu izleyerek gittiği şehir geldi aklına. Tarifine imkan aradığı bir acı kalmıştı o şehirden geriye. Şehrin de acının da tarifinde imkansız boşluklar vardı, belediye moloz dökmek konusunda çok ısrarcıydı üstelik bu boşluklara.

Sulu sepken bir sorumluluk yağıyor, 'ahmak ıslatan' bir hayâl yol kesiyordu tenha bir mahallede. Ama saçma bir yanı var yine de, hani ben takım elbise giyince nasıl oluyorsam öyle bir hâl. Onayladı kendisini. Seninle konuşmak çok sıkıcı dedi, her şeyi onaylıyorsun. Hiç de bile, dedi, kendine. Onaylamadığı şeyleri anlattı uzun uzun. İkna edemedi kendini.

Bir kadının dudaklarına uzanıp, lütfen gitme demesi gerektiği geldi aklına. Kadın daha gelmemişti, gitmek zamanı da. Niye geldi bu fikir aklına bilmiyordu. Olmayan kadının gitmemesi gerekliliği niye bu kadar iç acıtıyordu onu da bilmiyordu. Kadının sırtı güzeldi. Sarılınca uykudan önce öptüğü ensesi de. Kime niye âşık olurdu insan? Sadece sesinden tanıdığı bir kadına mesela? Sadece yazdıklarından tanıdığı bir adama.

Söyleyecek bir şey arayıp bulunmadığı saçma zamanlar olur hani. Ne diyeceğinizi ne yapacağınız bilmediğiniz zamanlar. Hiçbir şeyin yerine tutunamadığı zamanlar. Adedi yeksan, yekûnünde bin yaşa, bin atlı, bin sözcük, bin sevda. Yerin dibine batasıca bir filin hatıratıyız işte. Öldük de dirilttiler mi bizi daha önce? Bir bilene sormak gerek yine de. Bu saatte uyuyanlar var, dedi, kendine. Hiç uyanmayanlar var. Bu kent burada bitiyor. Bir klarnet taksimi eşliğinde tüketiyoruz kenti. Nihaventten girdi hicazdan çıkar taksim. Adıma yazılmış bir pulsuz dilekçe ile yolun en uzak ihtimalini tüketmeye çıkacaktım yola, kalmadı mecalim. Sigara içmeyi bilmeyen birinin elindeki acemi tutulmuş sigara gibi benim de hayata tutunduğum, teyellendiğim, oyulduğum yerler.

Yolun neden bu kadar uzadığını düşündü yorulduğunu hissettiği bir yerde. Kendisinin uzattığını hatırladı sonra. Cehennemin dibindeki o yeri düşündü, öfke nöbeti geçiren herkesin bir şekilde gitmesi için dualar ettiği.

Biliyorum oysa, dedi, dün aşırı bir vazgeçişim ben, bir uçurumun dibi. Bilmiyorlar oysa ben ne kadar mutluyum bu hiçliğimde. Bu kendime izdüşümümde. Bir soluk yanık tütün biraz ben biraz da kucakladığım kadar var mısın? Vardın elbet. Kendi iç sesi ile konuşmanın sıkıcılığından sonra iyi geliyordu bu monolog. Hiç değilse, dedi, saçmalayan biri yok karşımda.

Fotoğraf çekilirken arkadan kulak yapan ve bununla mutlu olan insanlar var hâlâ değil mi? Hani sana Ceren’in selamı var deyip hangi Ceren sorusuna tenceren cevabı veren ve bununla çok mutlu olan insanlar var. Es kaza tutmasam düşüyordun diye arkamızdan itilmiş de tutan olmamış gibi bir düşme hissi, biraz daha uzansam dudaklarına yapışacağım sanki sokağın. Şakayı yapan mutlu, görmedi o yere ulaşmaya ramak kalmış o hali. Saçma sapan gülüyoruz karşılığında. Sokağın dudakları ne kadar çekici.

Bir yol ayrımına vardı. Aslında biliyordu burayı ama aklındaki onca şeyden bir anda sıyrılamadı. baktı tam karşıdaki eve. Sen bana çok tanıdık geliyorsun, nereden, ne zamandan hatırlamıyorum ama tanıyorum seni. İki yolun da nereye çıkacağını biliyordu ama tarif edemedi kendine, ne taraf işine gelir çözemedi. böyle zamanlarda hep yaptığı gibi alakasız birinden gideceği sokağın tarifini almak geçti içinden. Onla uğraşılmaz şimdi, dedi, kendine. Sadece sağ taraftaki bir iki bina hoşuna gittiği için orada yürümeye devam etti. Nerede başladığını fark etmediği bir Ahmet Kaya şarkısına vokal yapıyordu en bet sesiyle.

Aklından geçenlerin başkalarının duyduğu geldi aklına. Bu kadar kolay mı okunuyordu, bilemedi. İçinden geçen fırtınanın şiddetini nasıl kestirirdi bir başkası? Nasıl bilirdi ki şöyle ağız dolusu ettiği bir küfrün ne kadar rahatlattığını bir başkası? Bir ayna çatladı hep ondan, dedi, kendine. İçimde bir yerde kendime baktığı ayna çatladı. O çatlayınca ben kendime bakmak yerine başkalarına baktım, anlamadım da bu hali. Hep ondan oluyor, dedi, kendine. İnanıp inanmamak sana kalmış, dedi, kendine. Senin bir başka tezin yoksa bu konuda kendi kırık aynamızdan güzel bir kadını sevmeye devam edelim.

Bir tekel bayiinin önünden geçerken durdu. Telefonu çıkardı, arkadaşını aradı. Nasılsın kardeşim? Eyvallah. Sana geliyorum, ne içersin? Ben rakı içeceğim ona göre alıyorum o zaman. Kapadı telefonu. İçeri girdi. Zaman yoktu. Bilmem kaç yıldan beri sadece tekel bayileri için yapılan siyah poşetlerinden biri içinde bir şişe rakı ile düştü yola yeniden.

Siyah poşetlerin saçmalığı hakkında düşündü bir süre. Madem kimse bilmesin isteniyor neden sadece tekel bayileri için satılan siyah poşete konulur ki içki? Sadece bu iş için kullanılıyor değil mi sonuçta? Sadece tekel bayileri için üretilmiş bir plastik parçasını taşıyan biri ne taşıyor olabilir ki başka? milyon dolarlık bir cip mi mesela? Yalnızsa, kafasını dağıtmak istiyorsa mesela, iki bira mesela… Ortamına göre bir rakı, ya da ne bileyim işte parası azsa bir köpek öldüren mesela.

Ömrüne yapışan, bulaşan bu yalnızlık hissinden kurtulamadığı geldi aklına. Bir şehrin en kalabalık yerinde de olsan, bir dost meclisinde de, o içine dönüp, kendinle sohbet ettiğin o yer var ya. O herkesten çok seni anlayan. Zaman zaman düşüncelerini onaylayan ama büyük çoğunlukla da senin saçma sapan biri olduğunu yüzüne vuran. Hani artık o yüzüne vurdukları yüzünden senin de kabullendiklerin mesela.

"Seher yeli nazlı yare" dolanıp duruyor aklının orta yerinde. Her adımda bir kez daha aynı dizeyi seslendiriyorsun kendine. Bu bitince de Ahmet Kaya’ya devam edilecek her hâlükârda. "Kaldır beni, beni kaldır, beni dost" bu yüzden özlenmiyor mu biraz da dostlar? Bir deyişe nakarat olsun diye değil elbet, elimizden tutup düştüğümüz o karanlık çamurdan sıyrılalım diye. Bir dostun en çok bundan özlenir sohbeti. Bir bu, bir de seni anlayan insanlara yüreğindeki o yarayı gösterebilmekten kaçınmadığın hâl.

Bir süredir iç sesinin bile cevap vermediği, saçma bir monologda kendi kendine konuştuğunu fark etti. Niyesini bilmiyordu bu monologun. Belki de sadece bir ön hazırlıktı. Dost dediğin senden iyi bilirdi seni ve o bu monologlara inanmaz, gerçeği utanmadan anlattırırdı sana. Sen kendini kandırmakla onu kandırmanın aynı olmayacağının da ayırdındasın aslında. Sen kendini kandırıp asıl konuya gelmeyecek bir akıl yoklaması istiyordun sadece bu seferlik. Anlatırsam canım yanar geldi aklına. Peki ya anlatmazsam? Bir yankı bu aslında. Ben buradan bağırınca aynını yansıtmıyor sadece. Cevap vermeye tenezzül eden bir uyumsuz. Tam dayaklık bir yalnızlık bu.

"Kendine iyi bak, beni düşünme" ile at başı gidiyor "göğü kucaklayıp getirdim sana". Şiir okumak için alttan bir şarkı bekleyen adamlar vardır ya hani? Hani o istediği şarkı olmazsa sesinin tonundan anlarsın ki o şiiri de sevmiyor aslında. Sadece sesine yakışacağını düşünmüş o yüzden okuyor o şiiri de. Pazarlamacılık hali vardır ya şiire dair o işte. Hani utanmak gibi ne de bileyim işte. Hah ne diyordum? “Kendine iyi bak” altta çalsın enstrümantal yavaş yavaş. Biri de üstüne "Sevdadır” okusun, parası neyse veririz artık. Yapacak bir şey yok.

Yol azaldı gibi biraz. Birazdan bir kardeş selamı. Bir dostun özlenen sesi. Kendini kandırdığın onca cümleye rağmen kendini anlatabilmenin özgürlüğü. Sabırsızlık elbet de var da bu biraz farklı bir hava. Sen onu bilirsin avucunun içi gibi, o seni. Ama mevzu konuşmak aslında. Beni anlama dersin bir yerde. Bırak anlatayım. Anlar derdini orada zaten. Sen konuşursun o sadece dinler. Anlıyor musun demezsin. Demeye gerek de duymazsın. Anladığını bilirsin zaten.

Bir kelime söylesene bana, dedi, kendine, saçmaladığının farkına son anda vardı ama bunu da düşünmüş oldu bir kere. Kendini temize çekmeye çalıştı sonra da. Bana bir kelime söyle deseler, lacivert derdim. Ruh halim bu çünkü. Ne neşeli bir mavi, ne tamamen karamsar bir siyah. Biraz yitirmiş umudunu ama o kadar işte. Fırtınalı bir denizdeki bir saçma kayığın içindeymiş de yerle gök kucaklaşmış gibi birbiriyle. Odak noktasını tutturamadığın bir rotada sersem bir dümenci.

Bir ağacı düşündü, büyümesini, kök salmasını bildiği bir ağacı. Ağaca tırmanmayı da o ağaçta öğrenmişti. Ne ağacı olduğunu hatırlamıyordu ama o ağaçla beraber büyüdüğünü hatırlıyordu. küçükken tırmanmak kolaydı da büyüdükçe sarpa sarmıştı. Şimdi istiyordu ki bir oğlu olsun, onunla büyüyen bir ağacı olsun. Ya kızı olursa? O zaman iki ağaç şart, dedi, kendine.

Yol az kalmıştı. Artık düşüncelerinin tekdüzeleştiğinden de fark edebiliyordu bunu. Artık ne konuşacağını kurmaya başlamıştı aklında. Ne diyeceğini, ne gizleyeceğini. Gizlemek de işte öyle yani. Anlaşılancıya kadar geçen süre sadece.

İnsanlar dedi. Ne de kalabalıklar. Ne de çoklar. Neden bu kadar çoklar? Niçin çoğalmak zorundalar? Doymadıkları, açlıktan öldükleri bir dünyada yaşayıp da ölen kaç kişi "insan" sayar ki kendini? İnsanlık önemliydi. Bir karanfili, bir gelinciği büyürken, açarken düşünmek. Mesela gelinciği koparınca bir anlamının kalmadığının, parçalanıp gittiğinin o güzelim çiçeğin.

Az kaldı, dedi, kendine. Birazdan tüm dertler ayan beyan ortaya dökülecek. Birazdan seni senden iyi bilen biri sadece nasılsın diyecek sana. Sen geri kalanı anlatacaksın zaten o dolduğunda taşması için bir damla su isteyen bardak gibi.

Son köşeyi döndü. İkinci bina dedi kendine. sokağa girdi, ikinci binanın önünde durdu. Kapadı gözlerini ve derin bir soluk aldı. Cesaret hiç olmadığı kadar lâzımdı. Hesap zamanı gelmişti işte. Kendi ile karşılaşacak ve hesap verecekti kendine.

Dünyanın en usul ve çekinik adımları ile girdi binaya. Evin olduğu kata çıktı. Çıkana kadar da aydınlatmaları kim ayarladıysa ona küfretti karanlıkta attığı her adımda. Zili çaldı. Dünyanın en dost sesi açtı kapıyı. Şimdi tek dert kalmıştı. Aklından geçen her şeyi, yüzündeki maskenin varlığına aldırmadan içini kemiren o acıyı doğru kelimeler ile anlatmak.



dizin    üst    geri    ileri  

 



 26 

 SÜJE  /  Ali Kemal Mert  /  yirmi yedi temmuz iki bin on altı  / 17