ANLATI

Semih Özcan   







GULLİVER DEVLER / CÜCELER ÜLKESİNDE

                                                                                                                                                     - On İkinci Bölüm -

BU GEZEGENDE YALNIZ DEĞİLSİN                                       

                                                                                                            


Bodrum dönüşü evimin yakınındaki caddede indim arabadan. Oradan ayrıca taksi tutacağım eve kadar. Sıcak bir yaz günü. Deniz kıyısından da geldiğim için yalnızca altımda şort üstümde de atlet var. Gezi başlangıcında da demiştim ya, orada bulunduğum süre içinde hiç rahatsız edilmemiştim ‘yakın korumalarım’ tarafından. Açıkçası bu durumu ben de unutmuştum artık. Kendimi alabildiğine rahat hissediyorum. Olur mu? Daha adımımı atar atmaz, anında yanıma küçük bir ekip otosu yanaştı. İçinden üç polis indi. Ellerim arabalarına dayalı bir biçimde önce göstermelik de olsa bir arandım. O ‘alabildiğine sivil’ halimle ne bulacaklarsa? Ardından yanımdaki çantayı açtılar. İç çamaşırlarıma varana dek her yeri didik aradılar. Sonra da hiçbir şey olmamış gibi yine arabalarına binip gittiler.

Öyle bir konumda hiçbir şey bulamayacaklarını onlar da biliyorlardı. Ama ben yine de mesajı almıştım: ‘Bu gezegende yalnız değilsin’ diyorlardı. Onları unuttuğumu anladılar sanırım. Küçük bir anımsatma notu.

Bizim görkemli dergi çıkarma düşümüz, kaynak bulmada aksamalar çıkınca, Bodrum gezisi de bir tatil amaçlı geziye dönüşmüştü. Yine de güzel oldu. Çocuklar gittikten sonra ben bir hafta daha kalmıştım orada. Bu süre içinde, yeniden gittim Kavşit’in yanına, Karaada’ya. Bu kez çok tatlı bir gün yaşadım.

Kıyıda Demgah’da otururken kalabalıkça bir grup geldi. Neşeli bir grup. Başlarındaki kişinin elinde bir trompet, çevreye gülücükler saçıyor. Gelen, caz müziğimizin duayenlerinden, sadece ülkemizde değil bence dünyanın en iyi trompet ustalarından,bu toprakların yetiştirdiği en büyük müzik dehalarımızdan ve Türkiye’deki caz ağırlıklıgece kulüplerinin seçkin isimlerinden İlhan Feyman’dı. Hemen başına üşüştük. Karaada’da biraz yükseltide, güzelce bir Çardak bulunur. Feyman biraz soluklandıktan sonra oraya çıktı, biz de peşinden. Ve rahat bir saat süren nefis bir konser, resital verdi ki, o tınılar hala kulaklarımda, unutmak söz konusu değil. Yaşamımda dinlediğim en güzel konserdi. Çalmıyor resmen elindeki müzik aletine hükmediyor, bir sihirbaz gibi oynuyor onunla. Ve şapkadan tavşan çıkarırcasına, trompetten son derece görkemli notalar, tınılar döktürüyor. Bunu hiçbir sözcükle anlatabilmemin olanağı yok. Feyman’ı dinledikten sonra kolay kolay orta düzey caz melodisi dinleyemezsiniz kimseden. Zevk alamazsınız.

Yıllar önce Mithat Fenmen’i dinledikten sonra da uzun süre farklı bir kişiden piyano resitali dinleyemez olmuştum. O da piyanonun bu ülkedeki gelmiş geçmiş en büyük virtüözü, dehasıdır. Öyle ki, daha sonraları büyük umutlarla gittiğim yine onun öğrencisi olan Ayşegül Sarıca’da bile hayal kırıklığına uğramış, onda Fenmen’e ilişkin en küçük bir iz bile bulamamıştım.

Şimdi bazılarınızın aklına gelir; kültür-sanat amaçlı Bodrum’a gittin de adı orayla özdeşleşmiş Zeki Müren’le hiç tanışmadın mı, konuşmadın mı? Hiç olur mu? Hiç o eksik kalır mı? Onunla da tanıştım tabi ki. Tabi buna tanışma denirse. Bir garİp karşılaşma demek daha doğru..

Bir gün bir kez daha Balıkçı’nın mezarına gittim. Gümbet’e. Yol uzunca ama şimdiki gibi alt ve üst yollarca kargacık burgacık olmadığı için o dönemler, göze alırsanız yürüyerek de gidebilirdiniz. Ben de öyle yaptım. Yaptım da upuzun bir yolu da yürüdüm. Neyse, hoş bir gezinti de oldu aslında.

Akşamüstü beş civarı. Sonunda o yorucu gezintiden döndüm. Biraz yorgunluk biraz da susuzluk, kendimi Barlar Sokağına attım. O yıllar oldukça da gözde olan bir bar vardı: Hadigari..ben de hemen her gün, her gece oraya aksatmaksızın gidenlerdenim.

Hadigari’ye geldim, henüz güneş balık ( ve bira) burcuna girmediği halde tıklım tıklım dolu. Tek kişilik bile yer yok. O sırada biraz çaprazlama tam karşımızda da çok küçük meyhanemsi bir yer var, tam köşede bir yer. Anca 5-6 masası olan ufacık bir yer. Oradaki artık ahbap olduğum barmene, ‘ben karşıdayım, boşaldığı an ayır, bana da söyle’ diyerek gittim karşıya. Sadece tek bir masa boş orada da. Biraz da özenle hazırlanmış bir masa. Üzerinde vazo içinde çiçekler falan var. Ve üzerinde de bir yazı: ‘Rezerve.’ ‘Başlarım rezervine’ deyip oturdum masaya.

Garson dikildi başıma. ‘’Buraya oturamazsınız. Bu masa rezerve efendim.’ ‘

"Beni ilgilendirmez. Gelseydi’’ dedim, ‘’hem ne bu rezerve rezaleti. Hiçbir yerde yer yok, görmüyor musun? Böyle bir ortamda rezerve mi yapılır?’’ Ben aklımca garsona fırça atıyorum ama aynı haltı az önce de kendim yedim, Hadigari’de olası boşalacak yeri ayırttım, o ayrı. Hani trafikteki durumumuz gibi. Trafikte de bilirsiniz, sürücüyseniz yayayı, yayaysanız sürücüyü suçlarsınız ya, aynen öyle. (95 ortalarında da Marmaris’te tatil yaparken, freni bozuk bisikletle şehir gezintisine çıktığım bir gün, karşıma çıkan arabayı ezmemek için olanca hızımla dümeni kaldırıma kırıp orada çarptığım yayaya da ‘haklı olarak’ bağırmıştım ‘’önüne baksana be adam’’ diye..)

Yalnız karşımdaki garson fırçayla kurtulabileceğim türden değil, adam ‘oturamazsın’dan başka söz bilmiyor. ‘’Ya kardeşim, kimse bu kişi, geldiği zaman hemen kalkacağım. Tamam. Ya kısa bir süreliğine oturacağım. Zaten yer boşalır boşalmaz karşı bara geçeceğim. İdare ediver..’’ Yok, adam söz dinlemiyor. ‘’İmkansız’’ diyor, ‘’burası Zeki beyin masası, oturamazsınız.’’

‘’Zeki bey mi? O da kim?’ dedim. Ben daha işin ayırdına varamadım. "Burası Zeki Müren’in masası kardeşim. Oturamazsın işte. Her gün buraya mutlaka gelir ve biz bu saatlerde burayı ona ayırırız. Onun dışında hiç kimse oturamaz.’’

Ne bileyim ben? Koskoca Bodrum’da bula bula onun takıldığı mekanı ve onun sürekli oturduğu masayı buldum. Şansıma…

‘’Kaçta geliyor o?’’

‘’Her gün altı-yedi arası muhakkak gelir.’’

‘’Eeee.. saat daha beş. Bir saat var. Hadi sen bana bir duble rakı getir de o gelince hatta o gelmeden kalkarım.’’

Olurdu, olmazdı tartışmaları arasında adam sonunda pes etti. "Bak sadece bir duble ama..içer içmez de hemen kalkıp gideceksin.’’

‘’Tamam’’ dedim ve hemen önüme, o küçücük mekanın en fiyakalı, çiçekli masasına, bir duble rakım geldi.

Şimdi gel de burada gazeteciliği masabaşı atmasyon haber uydurmak sanan magazin medyamıza en derin muhabbetlerini gönderme.

O günlerde magazin basınımızda çarşaf çarşaf çıkan manşetlere bakılırsa, Zeki Müren’in sağlığı bozulmuş da, doktorları içkiyi kesin olarak yasaklamış ve ağzına bir gram içki koymuyormuş da… evet, her akşam 6-7 arası aksatmaksızın ağzına bir gram içki koymuyor. Orada oturduğum an aklıma geldi, gülümsedim. Yine aynı magazin basınımıza göre Tanju Okan da ayrıldıktan sonra kendini iyice alkole vurmuş, alkolik olmuş, çok kötü durumlardaydı. O da yalan. Orada olduğum süre içinde Okan’ı bikaç kez gördüm hem de gecenin ilerleyen saatlerinde. Diyebilirim ki Bodrum’un en ayık adamıydı. Ağzına yudum koymamıştı. Hatta bir akşamüstü onunla Kadınım yatında bir saatten fazla çay içerek sohbet ettiğimizde biz şoka girmiştik, öyle güzel bir yatta çayla vakit geçirdiğimiz için.

Saat altıya on kala göründü Zeki Müren. Yanında da biri kadın üç kişi daha var. Beni masasında ilk gördüğünde kaşları biraz çatılır gibi oldu. Benim de zamanlamam mükemmel. Son yudumumu alıp bitirdim rakımı ve hemen ayağa kalktım. ‘’Kusura bakmayın’’ dedim biraz daha yaklaşınca, yer olmadığı için kısa süreliğine zorunlu olarak oturdum. Ben de şimdi kalkıyorum hemen. Buyrun masanıza. ‘’ Böyle deyince gülümsedi, hem işaretlerle hem de seslenerek, ‘’yok, yok. Biz biraz daha gezeceğiz, daha oturabilirsiniz’’ dedi, eliyle de işaret ederek ‘’yedi civarı buradayım. O zamana kadar oturabilirsiniz.’’

Oturdum ben de. Bu arada bir köşede biraz da sinikçe bizi gözetleyen garsona ‘gördün mü bak’’ dedim. ‘’ Hiçbir sorun olmadı. Duydun işte yedide gelecek. Bir saatten fazla zaman var. Hadi sen bana bir duble daha getir.’’

Hiçbir şey söylemeden içeri giderken arkasından da bağırdım:

‘’Bu kez yanında kavunla peynir de olsun.’’ Yine hiçbir şey söylemedi ama başını bir sağa bir de sola salladı giderken.

Yediyi geçiyordu Zeki Müren yine aynı arkadaşlarıyla döndüğünde. Ben de yiyecek ve içkimi yine tam zamanında bitirdim. Zeki Müren’le tüm tanışıklığım, görüp görmüşlüğüm bu oldu. Yalnız şunu söyleyebilirim; yaşamımda gördüğüm en centilmen, en kibar insanlardan biri. Geldiğinde hemen ayağa kalktım ‘buyrun’ diye. ‘’Kusura bakmayın, zahmet verdik. Buyrun bir duble de birlikte içelim’’ dedi. ‘’Yok’’ dedim ben de gülümseyerek ‘’yeterince sorun oldum zaten. Zaten benim yerim de karşı barda hazır. Oraya geçiyorum hemen.’’ Gerçekten de bir süre önce Hadigari’nin barmeni seslenerek yerimin ayrıldığını söylemişti. Birbirimizi nazikçe selamlayarak ayrıldım. Ve karşıya geçerek gecenin ilerleyen saatlerini cilalı taş devri olarak sürdürmeye başladım.

İzmir’de bir süre kaldıktan sonra benim Ankara özlemim başladı. Bir yandan içimde müthiş bir Ankara’ya gitme isteği. Bir yandan da her ne değin okuldan geçici bir kağıt göndermeyi becerdiysem de okula güvenim yok, içimde askere alınma korkusu. Hele bir de, askeriyenin siyasiler için uyguladığı sürgün yerlerine ilişkin ‘efsaneleri’ dinledikçe hop oturup hop kalkıyorum. Özlem ve kaygı birleşince benim yasak dolmadan bana Ankara yolu gözüktü. Tepelerden bir ‘dayı’ buldum. Ve bir gün, girişim yasak olduğu halde Ankara’nın yolunu tuttum yeniden.

Madem yasak bir dönemde gidiyorsun, bari tek başına bir otelde kal değil mi? Hiç olur mu? İçeri yalnız başıma düşeyim de sıkıntıdan patlayayım mı? Birinin başını daha yakacaksın ki içerde şenlik olsun. Daha önce de söz ettiğim bizim Naim, Naim Kandemir Maltepe’de bir evde kalıyordu. Aynen onun evine çöreklendim.

Ve kendimi bir sabah, girişimin yasak olduğu bir kentte, büyük olasılıkla da yoklama kaçağı olarak aranmaya başlandığım bir dönemde, Milli Savunma Bakanlığı’nda Asker Alma Daire Başkanının karşısında buldum. Torpilim sağlam yerdendi.

‘’Nasılsa’’ dedim, ‘’en sonunda bizi geri alacaklar. (Onun için de ayrıca uğraşıyorduk zaten.) O zamana dek beni görmeyin, aramayın, askere almayın.’’

‘’ Tamam’’ dedi karşımdaki kurmay albay. ‘’Aramayız. Hatta dosyanı incelerim. Varsa arama kararını da kaldırırım. Yalnız polisin eline düşmemeye bak. Polis seni karşımıza getirirse, biz de seni kurtaramayız. Askere göndermek zorunda kalırız. Ama onun dışında için rahat olsun. Biz özel arama yapmayacağız.’’

Aslında güya torpil falan diyorum ya, adamın söylediği tipik bir 12 Eylül anlayışı. Yani uslu çocuk olursan dokunmayız. Olmazsan, askere göndermemizi kimse engelleyemez.

Biraz rahatlar gibi olsam da içim yine de huzursuzdu. Çünkü kimliğimi yitirmiştim ve okuldan zar zor onun yerine geçsin diye ‘çarşaf’ diye nitelediğimiz sıradan bir kağıt parçası almıştım hiç olmazsa adımı soyadımı yazan. Ancak kimlik yerine geçmesi zordu, daha doğrusu arama yapanın takdirine bağlı. Anlayacağınız herhangi bir aramada gerçek kimliğim olmadığım için polisin eline düşmem çok güçlü bir olasılıktı.Ve yaşamımda yeni bir dönem başlıyordu. Arada bir kısa dönem kimliğimi elde ettiğim, okula geri alındığım dönem olsa da ardından yeniden atılmam ve geleneksel olarak yeniden kimliğimi yitirmem sonucu.. kısacası 1997 yılına dek sürecek bir ‘kaçak’ yaşadığım dönem başlıyordu benim için. Sürekli polisten, askerden, aramalardan kaçtığım, yıllar sürecek bir dönem.

Bu arada içinde bulunduğum bu sıkıntılı dönemi atlatmak için her türlü yasal yolları ve torpil mekanizmasını da zorluyordum. Ancak yasal yolların her biri özenle tıkanıyordu. ‘Dayı’ aracılığıyla Mamak Komutanlığı’ndan hakkımda bizzat kendim soruşturma açılmasını talep etmiş ve karşılığında pür-i pak ter ‘temiz kağıdı’ almış, ve onu okula götürmüştüm. Ancak, ‘temiz’ olman bizi ilgilendirmez, ‘1402’liksin’’ yanıtını almıştım. Üstelik bir de gözdağı verircesine ‘’sizin atılma emriniz MİT’den geldi’’ diye de eklemişlerdi. Ben de bunu torpilim olan ‘dayı’ya ilettiğimde o da son derece sakin bir biçimde ‘’iyi, biz de devreye MİT’ten gireriz o zaman’’ dediğinde ben de bir garip olmuş, ilk şoku atlattıktan sonra benimle birlikte atılan arkadaşlarıma ‘’kimse askere falan gitmeye kalkmasın. Kaçın. Galiba geri aldırmayı becereceğim’’ demiştim.

Dediğim gibi tüm yasal yollar kapalı, önümde kalın bir duvar vardı. Hiçbir sonuç çıkmayacağını bildiğim halde üniversite sınavlarına yeniden başvuruda bulundum. YÖK imzalı yanıt geldi hemen ‘’1402 sayılı yasayla atıldığınız için Türkiye ve KKTC’deki hiçbir yüksek öğrenim kurumunda okuma hakkınız yoktur’’ diye.

Kısacası; benim torpil işe yaramazsa ya da en azından işe yarayana dek yıllarca sürecek zorunlu bir kaçak yaşama başlıyordu önümde. Ben de onu yaptım. Askerlik adı altında yeni bir ‘Mamak işkencesi’ çekmeye hiç mi hiç niyetim yoktu.

Kaçak yaşamaya başladığınız zaman siz polisten daha polis oluyorsunuz. Daha doğrusu polislerin polisi oluyorsunuz. Örneğin Ankara’da hangi ekip hangi saatlerde nerede bulunur ? Hangi günler nerede arama yapılır uzmanı kesilmiştim artık. Adım attığım her yere, gideceğim her yere polisleri en ince detayına dek gözleyerek gidiyordum. Polislik bir sorunum yoktu aslında ama kimliksizdim ve bu da beni sakıncalı piyade yapmak için yeterliydi.

Örneğin o yıllar Cuma günleri genel arama günüydü. Çarşambaları ise nokta aramaları yapılırdı. Bu gün, ihbarlar da özellikle değerlendirilirdi. Bu nedenle cumaları Mülkiye’den kolay kolay çıkmamaya bakardım. Hatta o dönemlerde otelimiz de olduğundan bir süre tüm yaşamımı burada sürdürüyordum. Mülkiye oteli yine rahattı benim için. Buradaki arkadaşların hepsi tanıdığı için olacak, pek polisiye takip olmuyordu ya da dediğim gibi beni ‘uslu çocuk’ modunda tutmaya çalışıyorlardı. Başka bir otelde kalmak ise riskliydi. Çünkü o otellere kimlik gösterecektiniz ve o otellerde bunu emniyetin dilediği an inceleyebileceği bir deftere kaydederlerdi. Bu riski zorunlu olmadıkça göze almıyor hatta yer yer bizim otelde yer sorunu olduğunda bir biçimde tanıdık arkadaşların evlerinde kalmayı yeğliyordum. Bu tür gecenin bir vakti gitmek zorunda olduğum durumlarda da polisin arama- tarama tavrını dikkatle gözlüyordum. Dikmen Sokullu’da gece yarısı bir eve giderken yolun bir bölümünü dolmuşla, bir bölümünü taksiyle bir bölümünü de yayan gittiğimi bilirim. Uzaktan onları kesiyordum, taksiler aranıyorsa dolmuşlar ya da otobüsler, otobüsler ve dolmuşlar aranıyorsa taksiler, tüm taşıtlar aranıyorsa, ara sokaklardan gizli gizli yayan yürümek benim zorunlu kullandığım araçlardı. Ben bu şekilde yıllarca yaşadım. Sırf bu nedenle gecenin ikisinde gittiğim evler de oldu, üçünde de..

Ankara’da daha fazla kalmama gerek olmadığı için zorunlu olarak İzmir’e geri döndüm. Bu kez önce bir haftalık bir Foça tatili yaptım. Ardından oradaki kültürel çevremle ilişkilerimi kaldığım yerden sürdürdüm. O ara nereden aklıma geldiyse, Hüseyin Yurttaş’ın kurduğu Yurttaş Dağıtım’a gittim. O günlerde okul da olmadığına göre bir işe girmem en mantıklısıydı. Ve Hüseyin abiyle tanışıp Yurttaş Dağıtımda kitap pazarlamacısı olarak işe başladım. Pazarlamacılık en sinir olduğum ve kesinlikle beceremeyeceğim işlerden biriydi. Ancak, bu konuda doğrusu Hüseyin yurttaş’tan büyük kolaylık gördüm. Satışta birçok yayınevinin yaptığı gibi bloklar halinde hazır paketler yapmıyor, tür ve miktarı bana bırakıyordu. Burada kitabı çok yakından tanımanın da etkisiyle oldukça ısınmıştım işe. Üstelik bana tanınan bu özgürlükle özellikle başlarda, çok iyi satışlar da yaptık.

Ancak Yurttaş Dağıtım’ın bana olan asıl güzelliği, bana yaşattığı ortam ve İzmir’de kazandırdığı çevre oldu. Birçok kişiyi tanıma olanağını buldum. Zaten baştan Körfez dergisiyle birçok arkadaş çevresini tanıma olanağını bulmuştum.

Öncelikle Hüseyin abinin kendisini tanıdım. Hüseyin Yurttaş denince birçok kişinin aklına doğal olarak bir dönemler çıkarmış olduğu Dönemeç dergisi gelir. Oysa onun İzmir içindeki kişiliği Dönemeç’in çok ötesindedir. Dönemeç’in yanı sıra, örneğin gençliğinde, Demokrat İzmir’de başlayan bir gazeteci kimliği de vardır. Attila İlhan’la olan dostluğu da sanırım bu yıllardan başlar. Yine ardından uzunca bir öğretmenlik yaşamının ardından ayrılarak kurduğu Yurttaş Dağıtım aslında sadece bir dağıtım evi olarak kalmamış, İzmir’in edebiyat,kültür ve sanat yaşamında bir buluşma noktası olmuştur. Attila İlhan’la başlayan ve gitgide büyüyen İzmir dışı çevresi onu İzmir’le bir bağlantı, ilişki noktası durumuna getirmiştir. İzmir’in edebiyat yaşamını incelemek isteyen bir kişi onu es geçemez. O İzmir’le Türkiye geneli arasında önemli bir köprüdür.Üretken bir yazardır da. Şiir, öykü, çocuk yazını ve düzyazı alanında İzmir’de en çok kitabı olan iki yazardan biridir (diğeri Muzaffer izgü.) Yurttaş Dağıtım aracılığıyla da birçok kişiyle tanışma olanağı buldum. Bunlardan özellikle üçünü de çok sevdim. Muzaffer İzgü, Hidayet Karakuş ve Çınar Çığ.

Hüseyin abi geçen yıl bir şiir ve öykü kitabıyla birlikte özellikle benim çok ilgimi çeken bir anılar/portreler kitabı çıkardı. ‘Onları Tanıdım’..bu kitaptan önümüzdeki günlerde ayrıntısıyla söz edeceğim çünkü şu an yazdığım, okuduğunuz diziyle de bir biçimde örtüşen yanları var. Ortak tanıdıklarımız, dostlarımız var. Bunlardan bir-ikisi de birlikte çalıştığımız dönemlerden..

Ama önce bir başka olgunun altını çizeyim. İzmir’de tanıştığım çevre bana sadece kişileri değil, mekanları da kazandırdı. Örneğin Körfez ekibi sayesinde Pasaport kahvesi..yine bu ekip ve İzmir’in diğer sanatla, edebiyatla ilgili arkadaşların sayesinde Alsancak’ta o yıllarda aksatmaksızın gittiğimiz Venezia birahanesi. Ve Hüseyin abi sayesinde, yine o yıllarda İzmir sanat yaşamının olmazsa olmazı, tüm sanat ve aydın çevrenin yegane buluşma noktası olan ‘Bodrum’ meyhanesi..

Bunlardan en başı çeken kuşkusuz Bodrum meyhanesidir. Oraya takılmadığım, kimi yaz günleri hariç, hemen hemen yoktur. İşten çıkıp günü Bodrum’da noktalamak neredeyse bir zorunlu hizmettir. Olmazsa olmaz. Oraya gitmediğimiz kimi yaz günlerinde ise benim adresim Venezia’dır, değişmez. Hatta çoğu kez her iki yere gitmeyi de ulvi bir görev gibi aksatmaksızın sürdürürdüm. Bir de her gün olmasa bile arada bir Sahil Evleri kaçamağım vardı. Hala var. Oraya beni ilk götüren de Muzaffer abi olmuştur, Muzaffer İzgü. Onunla bir kez gittik, bayıldım oraya. O günden bu yana zırt pırt gidiyorum.

Bodrum Meyhanesi müdavimleri çok ve değişik kesimlerden oluşan bir yerdi. Her ne değin çoğunluğu oluştursalar da sadece edebiyat değil, tiyatro, resim, müzik alanındaki birçok sanatçı ve aydının da uğrak yeriydi. Örneğin, yine orada tanıdığım Avni Anıl da oranın sürekli müdavimlerindendi.

Her ortama, her durumunuza uyardı Bodrum. Dilerseniz mükellef bir sofra kurardınız, dilerseniz bir kenarda bir iki tek ataıp kaçabilirdiniz de.. Tek-tekçilere de uyardı, 70likcilere de.. Ve her gittiğinizde tanıdığınız en az beş on masa olurdu.

İyice alışmıştım Bodrum’a. Oraya uğramadan eve gitmezdim. Her gün yarım saatlik olsun ille oranın havasını koklayacaktım. Çokluk Hüseyin abiyle birlikte, daha doğrusu dükkanı kapatır kapatmaz onun peşine takılarak giderdim. Ola ki kimi akşamlar o gelmediğinde ben yine giderdim. Bazen de orada eğlenip soluğu Venezia’da alırdım kimi de Venezia ‘da başlayan gece Bodrum’la sürerdi.

O dönemde orada tanıştığım kişilerden biri de Muzaffer İzgü demiştim. Muzaffer abi son derece içten, sıcak, dost bir kişidir. Hemen sımsıcak bir diyalog kuruverir sizinle. O günler de benim de en çok samimi olduğum kişilerden biri oluvermişti.

Yine o günlerde Ankara’da Sait Munzur Sıfır adıyla bir mizah dergisi çıkarmaya başlamıştı. İyi bir karikatürist arkadaşımızdı Sait. Ankara’dan iyi bir diyaloğum,samimiyetim vardı. Muzaffer Abayhan da derginin mizah öyküleriyle igileniyordu. Abayhan da Ankara’dan yakın arkadaşlarımızdandı. Bir dönem Nitelik Derleme zamanında bize takılıyordu, o zamandan tanıyorum.

Muzaffer abiyle tanıştıktan sonra bir telefon açtım Sıfır’a. Muzaffer İzgü’den bir istediğiniz var mı, sizden söz edeyim mi diye. Hemen bir röportaj yap gönder dedi Sait. Muzaffer abiye durumu ilettim. Hemen kabul etti. Buluştuk.

Göztepe parkının yakınlarında bir bürosu vardı. En çok o hoşuma gitti. Üst katta oturuyor, alt katı ise sadece öykülerini, romanlarını yazmak için büro olarak kullanıyordu. Bayıldım. Çünkü yaşamamım boyunca en çok yapmak istediğim olaydı. İstediğiniz kadar kendinize zaman ayırın, planlar, programlar yapın, ev ortamında dilediğiniz yazma süresi ve ortamı bir türlü olmaz. Bir şekilde bir aksilik, iş, aksama çıkar. Sanırım bu sorunu o da duyuyor ki, evin altında ayrıca büro tutmuş kendine. Ve her gün mesaili bir işe gider gibi buraya gelip yazılarını yazıyor. Gözleme önem veren bir yazar olduğu için de çevresindeki tüm esnafla, komşulularıyla da yakın, içten ilişkiler geliştirmiş. İşine gelen çoğu esnaf önce ona uğrayıp bir çayını içiyor. Anımsadığım kadarıyla kedisi de vardı beslediği kuşu hatta kuşları da. Bu nedenle kedinin kuşu yemesine de engel olmaya çalışıyordu.

Oturduk, uzun uzun sohbet ettik, saatlerce. Gerek uzun olacağı gerekse özel olacağı için yazmayacağım konularda da saatlerce sürdü sohbetimiz. Anlayacağınız mizah dünyasının dedikodusunu da yaptık epey.

Sonra olanca içtenliği ve açık sözlülüğüyle baştan sona yaşam öyküsünü anlattı. Ki o gün bana anlattığı bu öyküyü daha sonra filme de alınan ‘Zıkkımın Kökü’ adıyla kitaplaştırdı.

Çocukluğundaki yoksulluğu, yağmurlu havalarda akan çatılarını, ısınmak için kent kütüphanesine gitmesini, her şeyi en ince ayrıntısıyla, olanca açıksözlülüğüyle anlattı.

O kadar çok konuştuk, öylesine çok konuya girdik ki, sanırım artık soracak soru da kalmadığından olacak, damdan düşer gibi sordum:

‘’Nasıl ölmek istersiniz?’ diye..

Yanıt anında geldi:

‘’ Kahkahalarla gülerken, pat diye.’…
 

 - sürecek -

dizin    üst    geri    ileri  

 



 36 

 SÜJE  /  Semih Özcan  /  yirmi sekiz temmuz iki bin on beş     11