Bu parkın bekçisiyim, dedi. Tehdit duruşundan çok sesindeydi. Sesindeki
tını, elimdeki kitaba gömdüğüm başımı kaldırıp ona bakmama yetmişti.
İnandırıcılığı garantiye almak için tekrar etti: ben bu parkın
koruyucusuyum.
Parkları severim. Kentin umulmadık sokak aralarına gizlenmiş köhne
parklara düşkünlüğüm eskiden kalma. Başımı dinlemek için evden çıkıp
koşarak sığındığım ilk parktan, uzun yürüyüşlerimde rastlayıp sevdiğim
onlarcasına kadar, bir dolu parkla süslü bu kent. İçinde bulunduğum ise
çocukluğumdan gençlik yıllarıma kadar her türlü ruh halime mekânlık etmiş
olandı. Hala şu yaşımda ne zaman kendimi kötü hissetsem, ayaklarım beni
buraya sürüklerdi. Kentin üç büyük caddesinin birbiriyle kesiştiği
noktada, etrafını çevreleyen yaşlı, büyük ağaçlarıyla sığınak gibi
görünürdü. Gizli ağlayışlarıma, sığınak arayışlarıma, kalbimin ilk
çırpınışlarına, ilk öpüşmelerime ev sahipliği yapmıştı ve bugüne dek bir
bekçisi olduğuna şahit olmamıştım. Ona bakışımdaki merak bundandı. Park
bekçisi neye benzerdi bilmiyordum ama bu adamın park bekçisine
benzemediği ortadaydı.
Bacaklarını iki yana açmış, tehditkâr bir şekilde oturduğum bankın önünde
dikilmeye devam ediyordu. Kılığı az hırpani, saçı sakalı birbirine
karıştı karışacak, yuvarlak çerçeveli gözlüklerinin sevimliliği
duruşundaki tehdide tezat, gözlerini elimdeki kitaplara dikmiş öylece
duruyordu. Ne söyleyeceğimi bilemediğimden, kolay gelsin diye
mırıldandım. Cevap vermedi. Bir süre bakıştık. Gözleri ima doluydu ve ben
imaları oldum olası sevmezdim. Sonunda sigaran var mı, dediğini
duyduğumda bir parça rahatladım. Çantamda paketi aranırken, orada o
şekilde duruyor olmasından tedirginliğimin nedenini soruyordum kendime.
Sigara paketini çıkarıp, uzattım. Sigara içmediğini söylemesi ise en son
beklediğim şeydi. Sigaran varsa çakmağın da vardır, o elindekileri
yakmamız lazım dediğini duyduğumda ise iyice şaşalamış haldeydim. Sabah
sabah çattık, diye sırıttım içimden. Neyi yakacakmışız, diye tısladım
resmen. Kolay lokma olmadığımı anlasın istiyordum çünkü yakmayı düşündüğü
şeyin ne olduğunu anlamıştım. Beni asıl çılgına çeviren ise, bekçi
başımda bitmeden az önce benzer bir düşüncenin kıyılarında dolanıyor
oluşumdu.
Çocuklardan hoşlanmıyorum, dedi teklifsizce yanıma otururken. İster
istemez bankın öte yanına kaykıldım. Bekçi umursamazlıkla yerleşti. Çok
gürültücüler, ağaçlara zarar veriyorlar ve akşam oldu mu, burası çer
çöpten geçilmiyor diye sürdürdü sözlerini. Anlıyordum, demek istediğini
ama anlamıyordum diğer yandan. Yan dönüp onu dikkatle süzdüm. Kokusunu
almadığım insanlara güvenmezdim, onu koklamaya çalıştım. Yeterince
yakınımda değildi, güven testi yatmıştı. Derdi ne bu adamın merakıyla o
banka mıhlanmış gibiydim. Benden yana bakışında tedirginliği haklı
kılacak bir şey yoktu, yine de huzursuz hissediyordum. Bir sigara iç
istersen, dediğini duyduğumda aklın yolu birdir diye düşünüp az önce
çıkardığım pakete sarıldım. Çakmağı elimden alıp sigaramı yakışındaki
nezakete karşın, her ihtimale karşı bir elimle kitaplarımı korumaya
almıştım. Okudun mu bunları diye sordu, sigaramdan çektiğim ilk nefesi
dışarı verirken. Buraya gelirken aldım cevabıma memnun olmuş gibiydi. Bu
iyi, dedi. Niye iyi, diye karşıladım hemen. İyi işte, demekle yetindi.
Birkaç dakika sonra nicedir beklediğim bombayı patlattı: Şu öykü
kitaplarını çöpe atmadan yırtmamız lazım ama şiirleri mutlaka yakmalıyız.
İtiraza hazırlandığımı görünce elini havaya kaldırıp dur işareti yaptı.
Durdum, niye durduğumu bilmiyordum ama durdum. Havalanmış elinde
büyüleyici bir bir itiraz kabul etmezlik görüyordum ve gözlerimi o elden
ayıramayacak gibiydim. Biliyorsun, dedi neden sonra. Beni az önce
büyülemiş olan eli yana inmeden hafifçe alçalmış ve kucağımda tuttuğum
kitaplardan üsttekine yönelmişti. Hiçbir şey bilmiyorum, dedim.
Anlamazlığıma ikna olmuş olmalıydı ki, açıkladı. Ben bu parkın
bekçisiyim. İç geçirdim. O da aynı şiddette bir iç geçirişle karşıladı
beni.
Rüya görmekte ya da bir öykü kurgulamakta olduğum şüphesi içime düşmedi
değil bu tuhaflık içinde. Öykü kurmadığımdan emindim, rüya ise çok daha
uzak ihtimaldi. Uzanıp bekçiye dokunmaya cesaret etsem, kuşkularımdan
kurtulmak daha kolay olurdu ya, o kadarına bir öykü kurgusu bile izin
vermezdi. Bu esnada az önceki büyüleyici el biraz ilerdeki çöp kutusunu
işaret ediyordu. Hadi, dedi. Kalk orada yapabiliriz. Elin üzerimdeki
büyüsü devam ediyor olmalıydı ki, bu kez karşı çıkmayı düşünmeden banktan
kalktım. Çöp kutusuna doğru yürürken, iç seslerimin tümüne kulak tıkamış,
eyleyebilmenin cazibesine kapılmıştım.
Çöpün başında durduk. Duruşumuzdaki törensel havaya gülecek gibiydim.
Gülsem, bekçinin yüzündeki ciddiyet yırtılabilirdi ve buna çok
öfkeleneceğine emindim. Büyülü el bana doğru uzandı, önce şiirleri
yakalım diyordu bir yandan. Önce şiirleri yakalım, diye yineledim. Önce
şiirleri… Söz alev aldı, ondan kalan duman havaya karışıp soluğumuzda
sızladı. Buna dayandık. Öykülere kıyamayacağımı düşünürken, el tekrar
uzandı. Öykülere kıyabilirdim. Sayfa sayfa limeledik. Söz insanı parçalar
sanıyorsun, oysa paçavralaştırır diye fısıldadığını sandım bir an. Bu
elbette benim sanımdı. Konuşmamıştı. Küçük parçalara ayrılmış sayfalara
baktım uzunca. Git artık, dediğini duymasam orada saatlerce durup bakmayı
sürdürebilirdim. Ama duydum. Başımı salladım. Kitaplardan geriye kalan
torbayı çantama tıkıştırıp, çıkışa doğru yöneldim.
Parktan çıkmak üzereyken, yine gel diye seslendiğini işitip döndüm.
Gelirim, diye cevap verdim. Söylediğim ilk yalan olmayacaktı. Gitmedim.