ÖYKÜ

Melek Ekim Yıldız  







PARKTA…


Bu parkın bekçisiyim, dedi. Tehdit duruşundan çok sesindeydi. Sesindeki tını, elimdeki kitaba gömdüğüm başımı kaldırıp ona bakmama yetmişti. İnandırıcılığı garantiye almak için tekrar etti: ben bu parkın koruyucusuyum.

Parkları severim. Kentin umulmadık sokak aralarına gizlenmiş köhne parklara düşkünlüğüm eskiden kalma. Başımı dinlemek için evden çıkıp koşarak sığındığım ilk parktan, uzun yürüyüşlerimde rastlayıp sevdiğim onlarcasına kadar, bir dolu parkla süslü bu kent. İçinde bulunduğum ise çocukluğumdan gençlik yıllarıma kadar her türlü ruh halime mekânlık etmiş olandı. Hala şu yaşımda ne zaman kendimi kötü hissetsem, ayaklarım beni buraya sürüklerdi. Kentin üç büyük caddesinin birbiriyle kesiştiği noktada, etrafını çevreleyen yaşlı, büyük ağaçlarıyla sığınak gibi görünürdü. Gizli ağlayışlarıma, sığınak arayışlarıma, kalbimin ilk çırpınışlarına, ilk öpüşmelerime ev sahipliği yapmıştı ve bugüne dek bir bekçisi olduğuna şahit olmamıştım. Ona bakışımdaki merak bundandı. Park bekçisi neye benzerdi bilmiyordum ama bu adamın park bekçisine benzemediği ortadaydı.

Bacaklarını iki yana açmış, tehditkâr bir şekilde oturduğum bankın önünde dikilmeye devam ediyordu. Kılığı az hırpani, saçı sakalı birbirine karıştı karışacak, yuvarlak çerçeveli gözlüklerinin sevimliliği duruşundaki tehdide tezat, gözlerini elimdeki kitaplara dikmiş öylece duruyordu. Ne söyleyeceğimi bilemediğimden, kolay gelsin diye mırıldandım. Cevap vermedi. Bir süre bakıştık. Gözleri ima doluydu ve ben imaları oldum olası sevmezdim. Sonunda sigaran var mı, dediğini duyduğumda bir parça rahatladım. Çantamda paketi aranırken, orada o şekilde duruyor olmasından tedirginliğimin nedenini soruyordum kendime. Sigara paketini çıkarıp, uzattım. Sigara içmediğini söylemesi ise en son beklediğim şeydi. Sigaran varsa çakmağın da vardır, o elindekileri yakmamız lazım dediğini duyduğumda ise iyice şaşalamış haldeydim. Sabah sabah çattık, diye sırıttım içimden. Neyi yakacakmışız, diye tısladım resmen. Kolay lokma olmadığımı anlasın istiyordum çünkü yakmayı düşündüğü şeyin ne olduğunu anlamıştım. Beni asıl çılgına çeviren ise, bekçi başımda bitmeden az önce benzer bir düşüncenin kıyılarında dolanıyor oluşumdu.

Çocuklardan hoşlanmıyorum, dedi teklifsizce yanıma otururken. İster istemez bankın öte yanına kaykıldım. Bekçi umursamazlıkla yerleşti. Çok gürültücüler, ağaçlara zarar veriyorlar ve akşam oldu mu, burası çer çöpten geçilmiyor diye sürdürdü sözlerini. Anlıyordum, demek istediğini ama anlamıyordum diğer yandan. Yan dönüp onu dikkatle süzdüm. Kokusunu almadığım insanlara güvenmezdim, onu koklamaya çalıştım. Yeterince yakınımda değildi, güven testi yatmıştı. Derdi ne bu adamın merakıyla o banka mıhlanmış gibiydim. Benden yana bakışında tedirginliği haklı kılacak bir şey yoktu, yine de huzursuz hissediyordum. Bir sigara iç istersen, dediğini duyduğumda aklın yolu birdir diye düşünüp az önce çıkardığım pakete sarıldım. Çakmağı elimden alıp sigaramı yakışındaki nezakete karşın, her ihtimale karşı bir elimle kitaplarımı korumaya almıştım. Okudun mu bunları diye sordu, sigaramdan çektiğim ilk nefesi dışarı verirken. Buraya gelirken aldım cevabıma memnun olmuş gibiydi. Bu iyi, dedi. Niye iyi, diye karşıladım hemen. İyi işte, demekle yetindi. Birkaç dakika sonra nicedir beklediğim bombayı patlattı: Şu öykü kitaplarını çöpe atmadan yırtmamız lazım ama şiirleri mutlaka yakmalıyız. İtiraza hazırlandığımı görünce elini havaya kaldırıp dur işareti yaptı. Durdum, niye durduğumu bilmiyordum ama durdum. Havalanmış elinde büyüleyici bir bir itiraz kabul etmezlik görüyordum ve gözlerimi o elden ayıramayacak gibiydim. Biliyorsun, dedi neden sonra. Beni az önce büyülemiş olan eli yana inmeden hafifçe alçalmış ve kucağımda tuttuğum kitaplardan üsttekine yönelmişti. Hiçbir şey bilmiyorum, dedim. Anlamazlığıma ikna olmuş olmalıydı ki, açıkladı. Ben bu parkın bekçisiyim. İç geçirdim. O da aynı şiddette bir iç geçirişle karşıladı beni.

Rüya görmekte ya da bir öykü kurgulamakta olduğum şüphesi içime düşmedi değil bu tuhaflık içinde. Öykü kurmadığımdan emindim, rüya ise çok daha uzak ihtimaldi. Uzanıp bekçiye dokunmaya cesaret etsem, kuşkularımdan kurtulmak daha kolay olurdu ya, o kadarına bir öykü kurgusu bile izin vermezdi. Bu esnada az önceki büyüleyici el biraz ilerdeki çöp kutusunu işaret ediyordu. Hadi, dedi. Kalk orada yapabiliriz. Elin üzerimdeki büyüsü devam ediyor olmalıydı ki, bu kez karşı çıkmayı düşünmeden banktan kalktım. Çöp kutusuna doğru yürürken, iç seslerimin tümüne kulak tıkamış, eyleyebilmenin cazibesine kapılmıştım.

Çöpün başında durduk. Duruşumuzdaki törensel havaya gülecek gibiydim. Gülsem, bekçinin yüzündeki ciddiyet yırtılabilirdi ve buna çok öfkeleneceğine emindim. Büyülü el bana doğru uzandı, önce şiirleri yakalım diyordu bir yandan. Önce şiirleri yakalım, diye yineledim. Önce şiirleri… Söz alev aldı, ondan kalan duman havaya karışıp soluğumuzda sızladı. Buna dayandık. Öykülere kıyamayacağımı düşünürken, el tekrar uzandı. Öykülere kıyabilirdim. Sayfa sayfa limeledik. Söz insanı parçalar sanıyorsun, oysa paçavralaştırır diye fısıldadığını sandım bir an. Bu elbette benim sanımdı. Konuşmamıştı. Küçük parçalara ayrılmış sayfalara baktım uzunca. Git artık, dediğini duymasam orada saatlerce durup bakmayı sürdürebilirdim. Ama duydum. Başımı salladım. Kitaplardan geriye kalan torbayı çantama tıkıştırıp, çıkışa doğru yöneldim.

Parktan çıkmak üzereyken, yine gel diye seslendiğini işitip döndüm. Gelirim, diye cevap verdim. Söylediğim ilk yalan olmayacaktı. Gitmedim.


dizin    üst    geri    ileri  

 



  7  

 SÜJE  /  Melek Ekim Yıldız  /  yirmi iki temmuz iki bin on dört     5