ÖYKÜ

Cüneyt Yıldırım  







KAMBUR



Zamanın ve sistemin el ele verip belini büktüğü nine, derme çatma gecekondusu-nun kapısını yavaşça kapattı. Deforme bedeni tek gözlü hanesinden uzaklaşırken, aklı evde bıraktığı torununda kaldı.

Parasız yolculuk teklif ettiği dördüncü dolmuşa binebildi. Kendinden kaç kuşak sonra yeryüzü yolculuğuna başladığını bilmediği bir kızın yanına oturdu. Suratından hiç eksik etmediği garip tebessümle kıza baktı. Sistemin tozla buz haline getirdiği, yığından sıyrılamamış kız,üstü başı eski ve kirli olan nineyle temas etmemek için büyük çaba harcadı. Nine en son ne zaman bedeninin, su gördüğünü hatırlamasa da alışık olduğu kokusunun etraftakileri rahatsız etme ihtimalini umursamadı. Arka koltuklarda oturan yolculardan bir kadın, çantasından çıkardığı parfümle ozon tabakasına saldırdı. Homurdanmalar ninenin umurunda bile olmadı. Tek tek camlar açıldı. Dolmuşun şoförü suratını soktuğu bin bir şekille, diğer yolculara , nineyi dolmuşuna aldığı için pişman olduğunu gösterme çabasındaydı. Nine bozuk plak gibi hastahanede inmek istediğini tekrarladı. Dolmuş şoförü bu gollük pası iyi değerlendirip yolcuların affına atak yaptı. Onuru da sabrı gibi laçkalaşan nine rahatsızlıklara aldırış etmeden garip tebessümüyle etrafını süzmeye devam etti.

Rüyalarına bile girmeye tenezzül etmeyen gıdanın, materyallerin ve huzurun pervasızca bilboardlarda afişe edilmesi nineyi tarifsiz duygulara gark etti. Yaşadığı her acıyı temsil eden suratındaki çizgiler silsilesi, ilk kez tebessümünü yüzüne gömdü. Sendeledi. Yutkundu. En son ne zaman bir gıdanın kursağından aktığını düşündü. Hayallere, çoktan pes etmişti. Ama direnmeliydi. Zira hayatın ona yüklediği kamburu, o yaşama yükleyemezdi. Kafasındaki garip düşüncelerin, kendisine manevi buhranlar yaşatma lüksü yoktu. Fikirleri yalpaladı, aynı hastahane yolundaki adımları gibi.

O da herkes gibi sırasının gelmesini bekledi. Arkasındaki hastayla iletişim kurmak istedi. Arkadaki hasta oralı olmadı. Her cümleyi isteksiz mimikleriyle savuşturdu. Nine ne durumda olduğunu herkesin bilmesini ister bir havadaydı. Pes etmedi. Tekrar tekrar kifayetsiz kaldı tavırları. Olsun başkaları vardı. Her girişimi başka bir hüsrana döndü. Ta ki sıra ona gelene kadar. İlk kez onu biri dinleyecekti. Belki zorunlu bir dinle meydi, ama yinede konuşmak iyiydi. içerideki etiketli, azarlarıyla daha çok unutturdu insanlığını. Daha öldürücü darbeyi vurmadan, süründürdü. Ve nihai son. Etiketlinin ağzından dökülen son cümle, kırıp geçirdi nineyi. Hemen itiraz etti. Etiketli bu tavrı gasp etti. Sonuçta itiraz merci değildi. Ne can verendi ne de alan. Ama ninenin itirazı gıyabında idi. Etiketli arada kalandı. Bütün çırpınmaları torunu içindi. Söylendi de söylendi. Etiketli kokuya daha fazla dayanamadı. Son azarıyla uğurladı. Etiketliye direndiği gibi direnemedi hayata. Son cümle. ''En fazla üç ay''. Nineye biçilen ömürdü. Kaymakamlığın yolunu tuttu. Hastahanenin iki sokak aşağısındaydı. Bir solukta vardı. Çorabının içinden çıkardı, muhtarlıktan aldığı fukaralık belgesini. Yine takıldı bürokrasi illetine. Boş kaldı, açtığı elleri devletine. Devlet, ne aç gözünü doyurabildi ne de ninesiyle kamburunu.

Gecekondusunun kapısında beklerken kovaladı yelkovan ve akrebi. Çaresi yoktu. Girecekti içeri. İki yıl olmuştu kızı terk edeli. Eline kalmıştı obez torunu. Sekiz yaşında yüz altmış üç kilo. Her gün dilenerek doyurduğu kamburu. Son üç ay, ya sonra. Düşünemedi artık. Yoruldu. Ağzı açık doymayı bekliyordu. Hatırlaması gereken birinci görevi ıskalamıştı. Kaptı evdeki alüminyum tencereyi, komşuların kapısına dayandı. Kendisi mahallenin kamburu olmuştu. Önceleri sevilen, sonra acınan, şimdi ise nefret edilip, görmezden gelinendi. Çaldığı bütün kapılar tek tek suratına kapandı. Onlar da haklıydı. Kiminin kocası işten çıkarıldı, kiminin çocuğu askere alındı. Devlet, kendisi yetmiyor, komşularının bile bakmasına engel oluyordu. Alüminyum tencere boştu. Bunu sekiz yaşındaki bir çocuğa nasıl anlatabilirdi. Bir lokma ekmeği çok gören devleti, çocuğa nasıl bakardı. Bir yolu olmalıydı. Yoktu. Çaresiz mezarına geri döndü. İçeriden hıçkırık sesleri geliyordu. Açlık. Nine çok utandı. İçeriye giremedi. Yığılıp kaldı. Belki susardı. Ama hıçkırıklar isyana, isyanlar çığlığa dönüştü. Nine kulaklarını tıkadı. Bir çare düşündü. Acı çığlıklar nineyi rahat bırakmadı. Yerinden kalkmak için debelendi. Yorgunluktan tekrar yere yığıldı. Açlıktan kalp atışları hızlandı. Çarpıntı başladı. Kalbi sıkıştı. Aldığı her nefes canını biraz daha yaktı. Ninenin sessiz çığlığını duyan hiç kimse yoktu. Oysa etiketli üç ay demişti. Nine pazarlığa bile girmemişti. Son bir hamleyle yerinden kalktı. Mahallenin esnaflarına dadandı. Bu sefer istemedi. Esnafa zor kullandı. Gittiği her dükkanda kendini yere atıp yiyecek dilendi. Hayatta kalabilmek için onurunu çoktan törpülemişti. Geceyi çıkaracak yiyeceği bulmuştu. Ya sonra. Onuda sonra düşünmeye karar verdi. Eve girdiğinde torunu bitkin düşmüş, altına yapmıştı. Nine erzakları taburenin üzerine bırakıp torununu uyandırdı. Alnındaki teri eliyle sildi. Torununun yardımıyla ayağının birini kaldırdı. Altına serdiği bezin üzerindeki dışkı çoktan kurumuştu. Bezi çıkarıp, kenarını iple tutturduğu eski leğene attı. Camiden doldurduğu pet şişelerdeki suyu leğene döktü. Bezi içinde yıkadı. Gücünün yettiği kadar sıktığı bezle torununun bacak arasını sildi. Etleri kat kattı. Sıcak ve pislikten her kat yaraydı. Kısa bir süreliğine açlık doydu. Daha kalıcı bir çare bulmalıydı. Boşalan pet şişeleri doldurmak için yaratıcısının evinin yolunu tuttu. Belki unuttuğu nineyi tekrar hatırlardı. Kendinde de suç aradı. Uzun zamandı hatırlatmamıştı kendini. Şimdi tam zamanıydı. Çeşmeyi onun adıyla açtı. İçi ferahladı. Şişeleri doldurup, kenara bıraktı. Kaleyi içeriden fethetmeliydi. Kapıyı zorladı. Açamadı. Bir kez daha zorladı. Koşarak bir adam bahçe kapısından içeri girdi. Elinde sopasıyla küfürler ediyordu. Nine korkudan kalakaldı. Hissettiği tek şey kolundaki acıydı. Adam bağırarak ''yakaladım hırsızı'' diyordu. Alarm taktırmış cemaat, hırsızlıktan bıktığı için. İnsan hiç yaratıcısının evini soyar mı? Kendisini yine dışlanmış buldu. Sanki cennetteki yasak meyveydi. Habil'i öldüren kabil. İlk günah. Milyonlarca candan sabun elde eden deha. Atom bombasını icat eden şaşkın. AIDS virüsü. Kanserli hücre...

Yeterince hırpalandıktan sonra evin yolunu tuttu. Kapıyı açıp içeri girdi. Yine umduğunu bulamamıştı. İnancı bile yüz üstü bırakmıştı. Aklına tek çözüm gelmişti. Ama nasıl? Bunu asla yapamazdı. Öyle güzel uyuyordu ki. İçinde bölünmeler başladı. Bir yanı yap diyordu, öbür yanı sen hala insansın. Evin içinde dönmeye başladı. Kendine savaş açtı. Komşuların, devletin hatta yaratanın bile görmezden geldiği nine, torununa kör bakamazdı. Diz çöktü. Bir karar vermeliydi. Doymak ya da aç kalmak. Ninenin tek meselesi buydu. İnsanlık maddenin keşfiyle ölmüştü. Nine tüm cesaretini toparladı. Yastığını aldı. Elleri titriyordu. Midesinde tarifsiz hisler vardı. Torununun yanı başına geldiğinde hıçkırıklara boğuldu. Yutkundu. Yastığı torununun ağzına bastırmaya başladı. Torunu önce tepki vermedi. Nefessiz kaldıkça canlanmaya başladı. Nine gücünün yüz altmış üç kiloluk bir çocuğa yeteceğini sandı. Nineyi yanıltan tek şey, öznenin çocuk olmasıydı. Ninenin vücudu soğuk ter attı. Alnında zorlanmadan dolayı su gibi ter akıyordu. Torun ninenin elini tuttu. Nine bütün vücudunu kullandı. Ağırlığı yüzünden hareket oranı kısıtlı olan çocuk elini rast gele savurdu. Can havliyle suratına darbe alan nine yere yığıldı. Kafasını halısı olmayan betona çarptı. Kendinden geçti. Torun nefesiyle buluşur buluşmaz çığlık atmaya başladı...



dizin    üst    geri    ileri  

 



 28 

 SÜJE  /  Cüneyt Yıldırım  /  yirmi iki temmuz iki bin on dört     5