Zamanın ve sistemin el ele verip belini büktüğü nine, derme çatma
gecekondusu-nun kapısını yavaşça kapattı. Deforme bedeni tek gözlü
hanesinden uzaklaşırken, aklı evde bıraktığı torununda kaldı.
Parasız yolculuk teklif ettiği dördüncü dolmuşa binebildi. Kendinden kaç
kuşak sonra yeryüzü yolculuğuna başladığını bilmediği bir kızın yanına
oturdu. Suratından hiç eksik etmediği garip tebessümle kıza baktı.
Sistemin tozla buz haline getirdiği, yığından sıyrılamamış kız,üstü başı
eski ve kirli olan nineyle temas etmemek için büyük çaba harcadı. Nine en
son ne zaman bedeninin, su gördüğünü hatırlamasa da alışık olduğu
kokusunun etraftakileri rahatsız etme ihtimalini umursamadı. Arka
koltuklarda oturan yolculardan bir kadın, çantasından çıkardığı parfümle
ozon tabakasına saldırdı. Homurdanmalar ninenin umurunda bile olmadı. Tek
tek camlar açıldı. Dolmuşun şoförü suratını soktuğu bin bir şekille,
diğer yolculara , nineyi dolmuşuna aldığı için pişman olduğunu gösterme
çabasındaydı. Nine bozuk plak gibi hastahanede inmek istediğini
tekrarladı. Dolmuş şoförü bu gollük pası iyi değerlendirip yolcuların
affına atak yaptı. Onuru da sabrı gibi laçkalaşan nine rahatsızlıklara
aldırış etmeden garip tebessümüyle etrafını süzmeye devam etti.
Rüyalarına bile girmeye tenezzül etmeyen gıdanın, materyallerin ve
huzurun pervasızca bilboardlarda afişe edilmesi nineyi tarifsiz duygulara
gark etti. Yaşadığı her acıyı temsil eden suratındaki çizgiler silsilesi,
ilk kez tebessümünü yüzüne gömdü. Sendeledi. Yutkundu. En son ne zaman
bir gıdanın kursağından aktığını düşündü. Hayallere, çoktan pes etmişti.
Ama direnmeliydi. Zira hayatın ona yüklediği kamburu, o yaşama
yükleyemezdi. Kafasındaki garip düşüncelerin, kendisine manevi buhranlar
yaşatma lüksü yoktu. Fikirleri yalpaladı, aynı hastahane yolundaki
adımları gibi.
O da herkes gibi sırasının gelmesini bekledi. Arkasındaki hastayla
iletişim kurmak istedi. Arkadaki hasta oralı olmadı. Her cümleyi isteksiz
mimikleriyle savuşturdu. Nine ne durumda olduğunu herkesin bilmesini
ister bir havadaydı. Pes etmedi. Tekrar tekrar kifayetsiz kaldı
tavırları. Olsun başkaları vardı. Her girişimi başka bir hüsrana döndü.
Ta ki sıra ona gelene kadar. İlk kez onu biri dinleyecekti. Belki zorunlu
bir dinle meydi, ama yinede konuşmak iyiydi. içerideki etiketli,
azarlarıyla daha çok unutturdu insanlığını. Daha öldürücü darbeyi
vurmadan, süründürdü. Ve nihai son. Etiketlinin ağzından dökülen son
cümle, kırıp geçirdi nineyi. Hemen itiraz etti. Etiketli bu tavrı gasp
etti. Sonuçta itiraz merci değildi. Ne can verendi ne de alan. Ama
ninenin itirazı gıyabında idi. Etiketli arada kalandı. Bütün çırpınmaları
torunu içindi. Söylendi de söylendi. Etiketli kokuya daha fazla
dayanamadı. Son azarıyla uğurladı. Etiketliye direndiği gibi direnemedi
hayata. Son cümle. ''En fazla üç ay''. Nineye biçilen ömürdü.
Kaymakamlığın yolunu tuttu. Hastahanenin iki sokak aşağısındaydı. Bir
solukta vardı. Çorabının içinden çıkardı, muhtarlıktan aldığı fukaralık
belgesini. Yine takıldı bürokrasi illetine. Boş kaldı, açtığı elleri
devletine. Devlet, ne aç gözünü doyurabildi ne de ninesiyle kamburunu.
Gecekondusunun kapısında beklerken kovaladı yelkovan ve akrebi. Çaresi
yoktu. Girecekti içeri. İki yıl olmuştu kızı terk edeli. Eline kalmıştı
obez torunu. Sekiz yaşında yüz altmış üç kilo. Her gün dilenerek
doyurduğu kamburu. Son üç ay, ya sonra. Düşünemedi artık. Yoruldu. Ağzı
açık doymayı bekliyordu. Hatırlaması gereken birinci görevi ıskalamıştı.
Kaptı evdeki alüminyum tencereyi, komşuların kapısına dayandı. Kendisi
mahallenin kamburu olmuştu. Önceleri sevilen, sonra acınan, şimdi ise
nefret edilip, görmezden gelinendi. Çaldığı bütün kapılar tek tek
suratına kapandı. Onlar da haklıydı. Kiminin kocası işten çıkarıldı,
kiminin çocuğu askere alındı. Devlet, kendisi yetmiyor, komşularının bile
bakmasına engel oluyordu. Alüminyum tencere boştu. Bunu sekiz yaşındaki
bir çocuğa nasıl anlatabilirdi. Bir lokma ekmeği çok gören devleti,
çocuğa nasıl bakardı. Bir yolu olmalıydı. Yoktu. Çaresiz mezarına geri
döndü. İçeriden hıçkırık sesleri geliyordu. Açlık. Nine çok utandı.
İçeriye giremedi. Yığılıp kaldı. Belki susardı. Ama hıçkırıklar isyana,
isyanlar çığlığa dönüştü. Nine kulaklarını tıkadı. Bir çare düşündü. Acı
çığlıklar nineyi rahat bırakmadı. Yerinden kalkmak için debelendi.
Yorgunluktan tekrar yere yığıldı. Açlıktan kalp atışları hızlandı.
Çarpıntı başladı. Kalbi sıkıştı. Aldığı her nefes canını biraz daha
yaktı. Ninenin sessiz çığlığını duyan hiç kimse yoktu. Oysa etiketli üç
ay demişti. Nine pazarlığa bile girmemişti. Son bir hamleyle yerinden
kalktı. Mahallenin esnaflarına dadandı. Bu sefer istemedi. Esnafa zor
kullandı. Gittiği her dükkanda kendini yere atıp yiyecek dilendi. Hayatta
kalabilmek için onurunu çoktan törpülemişti. Geceyi çıkaracak yiyeceği
bulmuştu. Ya sonra. Onuda sonra düşünmeye karar verdi. Eve girdiğinde
torunu bitkin düşmüş, altına yapmıştı. Nine erzakları taburenin üzerine
bırakıp torununu uyandırdı. Alnındaki teri eliyle sildi. Torununun
yardımıyla ayağının birini kaldırdı. Altına serdiği bezin üzerindeki
dışkı çoktan kurumuştu. Bezi çıkarıp, kenarını iple tutturduğu eski
leğene attı. Camiden doldurduğu pet şişelerdeki suyu leğene döktü. Bezi
içinde yıkadı. Gücünün yettiği kadar sıktığı bezle torununun bacak
arasını sildi. Etleri kat kattı. Sıcak ve pislikten her kat yaraydı. Kısa
bir süreliğine açlık doydu. Daha kalıcı bir çare bulmalıydı. Boşalan pet
şişeleri doldurmak için yaratıcısının evinin yolunu tuttu. Belki unuttuğu
nineyi tekrar hatırlardı. Kendinde de suç aradı. Uzun zamandı
hatırlatmamıştı kendini. Şimdi tam zamanıydı. Çeşmeyi onun adıyla açtı.
İçi ferahladı. Şişeleri doldurup, kenara bıraktı. Kaleyi içeriden
fethetmeliydi. Kapıyı zorladı. Açamadı. Bir kez daha zorladı. Koşarak bir
adam bahçe kapısından içeri girdi. Elinde sopasıyla küfürler ediyordu.
Nine korkudan kalakaldı. Hissettiği tek şey kolundaki acıydı. Adam
bağırarak ''yakaladım hırsızı'' diyordu. Alarm taktırmış cemaat,
hırsızlıktan bıktığı için. İnsan hiç yaratıcısının evini soyar mı?
Kendisini yine dışlanmış buldu. Sanki cennetteki yasak meyveydi. Habil'i
öldüren kabil. İlk günah. Milyonlarca candan sabun elde eden deha. Atom
bombasını icat eden şaşkın. AIDS virüsü. Kanserli hücre...
Yeterince hırpalandıktan sonra evin yolunu tuttu. Kapıyı açıp içeri
girdi. Yine umduğunu bulamamıştı. İnancı bile yüz üstü bırakmıştı. Aklına
tek çözüm gelmişti. Ama nasıl? Bunu asla yapamazdı. Öyle güzel uyuyordu
ki. İçinde bölünmeler başladı. Bir yanı yap diyordu, öbür yanı sen hala
insansın. Evin içinde dönmeye başladı. Kendine savaş açtı. Komşuların,
devletin hatta yaratanın bile görmezden geldiği nine, torununa kör
bakamazdı. Diz çöktü. Bir karar vermeliydi. Doymak ya da aç kalmak.
Ninenin tek meselesi buydu. İnsanlık maddenin keşfiyle ölmüştü. Nine tüm
cesaretini toparladı. Yastığını aldı. Elleri titriyordu. Midesinde
tarifsiz hisler vardı. Torununun yanı başına geldiğinde hıçkırıklara
boğuldu. Yutkundu. Yastığı torununun ağzına bastırmaya başladı. Torunu
önce tepki vermedi. Nefessiz kaldıkça canlanmaya başladı. Nine gücünün
yüz altmış üç kiloluk bir çocuğa yeteceğini sandı. Nineyi yanıltan tek
şey, öznenin çocuk olmasıydı. Ninenin vücudu soğuk ter attı. Alnında
zorlanmadan dolayı su gibi ter akıyordu. Torun ninenin elini tuttu. Nine
bütün vücudunu kullandı. Ağırlığı yüzünden hareket oranı kısıtlı olan
çocuk elini rast gele savurdu. Can havliyle suratına darbe alan nine yere
yığıldı. Kafasını halısı olmayan betona çarptı. Kendinden geçti. Torun
nefesiyle buluşur buluşmaz çığlık atmaya başladı...