Semih Özcan  







GULLİVER DEVLER / CÜCELER ÜLKESİNDE



'BİRİNCİLİĞİ YİNE BEYAZA VERDİLER'       - Birinci Bölüm -

‘Çok gezen mi bilir çok okuyan mı? Yıllardır önümüze konan bu sorunun yanıtı kuşkusuz her ikisi de. Birbirine karşıt iki seçenek olarak kondu önümüze nedense. Seçeneksiz bir ortamda tek bir ‘doğru’ üzerinde yoğunlaşmamız bize koşullandırıldı.

Hele yurdumuzdaki durum daha da çetrefil. Üçüncü bir seçenek var ki, onun da bilgi dağarcığımıza yaptığı ‘önemli katkıları’ asla yadsıyamayız.. O da bu ülkenin güvenlik güçleriyle yargı kurumlarının bilim dünyasının sınırlarını zorlayan çalışmaları. Gerek polis aramalarında gerekse da yargı süresince az mı bilgi öğrendik onlardan? Hele polislerin belirli zamanlarda bizleri alıp ‘kültür gezileri ’ne çıkarmaları ufkumuzu genişletmedi mi?

Bir düşünsenize biz ilk kez, Karl Marks’ın en çok torununun Türkiye’de olduğunu bu ülkenin güvenlik güçlerinden öğrendik. Binlerce, on binlerce genç duvarlarına fotoğraflarını, posterlerini astıkları ‘nur yüzlü ihtiyarın’ ‘dedeleri’ olduğunu bu aramalar sayesinde keşfetti.

Daha da önemlisi, şu an dünyada yeni yeni başlandığı öne sürülen ‘kopyalama ’çalışmalarının aslında çok yıllar önce Lenin’in kopyalanmasıyla başladığını ve bize de altıncısının düştüğünü de, 12 Mart’ın mahkeme tutanaklarından öğrendik.

En son öğrendiğim ‘derin bilgi’ ise, yok artık dedirtecek cinstendi.

Geçtiğimiz nisan ayında İzmir Kitap Fuarı’na iki gün gittim, yetti. Kitaplara bayılırım, çekici kitaplara ayrıca bayılırım. Çoğu tuğla kılıklı yetmiş yedi kitaba el koyuverdim iki günde. Her ne değin kitaplar insan ufkunda yaşam alanını genişleten bir etkense de benim evimde yaşam alanını daraltmaya biraz daha katkısı oldu. Artık kitaplık da değil ikinci bir ev gerekiyor.

Fuarda aldığım kitaplardan biri de, Mustafa Balbay’ın Silivri’de yazdığı ikinci kitabı olan ‘Düşünüyorum O Halde Sanığım.’ İlk kitabı ‘Silivri Toplama Kampı Zulüm Hane’yi Ankara’da almış, başlamış ama bitirememiştim. İkincisini aldığımda ilkini bitirmek şart oldu.

İşte insanı ‘şok eden derin bilgi’ ile bu kitapta karşılaştım.

Silivri öncesi Balbay’la Sabih Kanadoğlu bir telefon görüşmesi yaparlar. Bu görüşmede Kanadoğlu Balbay’a Özdemir Asaf’ın şiirinden söz eder. Hani diyor ya Özdemir Asaf, "bütün renkler aynı anda kirlendi, birinciliği beyaza verdiler. Biz beyazız, kirlenmemiz lazım"... dinlemeyle elde edilen bu sözler aynen Balbay’ın suçlandığı 70 nolu Savcılık iddianamesinin içine konur. Bu not için mahkemede savcıların Balbay’a yönelttikleri sorular şunlardır:

‘Sabih Kanadoğlu, Özdemir Asaf isimli şahıslar kimlerdir?
 Bu şahıslarla olan irtibatınız ilişkiniz hakkında detaylı bilgi veriniz.
 Kimler beyazı temsil etmektedir?’


Şimdi gördünüz di mi efsaneleşen ama bir türlü yakalanamayan Number One’ı.

Adam yıllar önce girdiği toprağın altında örgüt kuruyor, yönlendiriyor, bir dizi eylem tezgahlıyor da kimsenin ruhu duymuyor. Tam ‘yer altı’ çalışması.

( Bu arada aklınız varsa bugünlerde beyaz giymeyin. Laf olur. Çabuk kirlenirsiniz. Sizin de bir klasörünüz olur.)

Benzeri aramalarda, benzeri ‘derin bilgilendirme’ çalışmalarından ben de geçtim. Hele ikisi var ki unutmam söz konusu değil.

12 Eylül’ün ilk haftasıydı. Cumhuriyet Yurdu’nda kalıyorum. Darbenin çok öncesinden, okula ve yurda ilk geldiğim günden başlayan aramalara alışkındık. Ne zaman olacağı belli olmayan bu aramaları asker-polis dönüşümlü yapardı. Onlarca cemse ve arabalarla asker ve polis önce yurdu kuşatır sonra içeriye girilerek her yer didik didik edilirdi. Ya aramayı polis yapar, asker dışarıda nöbet tutar; ya asker yapar, polis dışarıda yurdu gözlerdi ellerinde makineli tüfeklerle.
Yine bir gün odamda otururken kapı açıldı. Bu kez gelenler yurt görevlileriydi. Önce önemsemedim.  Onların gelişi genellikle üstünkörü bir denetleme biçiminde olurdu. Yurtta özellikle ‘kanca atma’ yöntemiyle kaçak elektrik kullanımı yaygın olduğu için şöyle bir çevreye bakınırlar, elektrik kutusunu denetlerler, ortalıkta görünen bir elektrikli araç gereç aranır, sonra da giderlerdi.

Bu kez öyle olmadı. Doğrudan kitaplara yöneldiler .Baktılar, karıştırdılar, okur gibi yaptılar, bula bula bir dergi buldular. Yazko Edebiyat. Arka kapağın dış yüzünde bir yeri işaretleyip dergiyle birlikte çekip gittiler.

Önemsemedim. Gece nöbetine kalan memurlar sıkılmamak için kendilerine bir dergi aldılar diye gülümsedim. Doğrusu o derginin geri geleceğine de inanmadım.

Geldi. Yaklaşık on gün kadar sonra. Yanına da beyaz bir kağıda daktiloyla yazılmış bir ‘tutanak ’la geldi. Dergiyi alır almaz hemen arka yüzünü çevirdim. İşaretledikleri yere baktım. ‘Suçlu adayı’ bulunmuştu: ’Halkalı Köle, Bekir Yıldız, sayfa sayısı, ederi.’ Tümü bu. Dergiyi alıkoymaya yetmişti bu kısa sözcükler. Yazko’nun çıkan ve çıkacak olan kitapların listesiydi arka kapakta yazılanlar…
Yanına iliştirilen kağıtsa başlı başına bir eğlence konusuydu. Hiç üşenmemişler, ciddi ciddi bu dergi için bir inceleme komisyonu kurmuşlar, yargılamışlardı. Neyse ki beraat etmişti dergim. Özenle hazırlanmış bir biçimde, tarih ve karar numarası da verilerek ‘….ilgili yayında suç unsuruna rastlanmamıştır ‘ deniliyordu. Bu başıma gelen ilk ‘tarihe geçecek’ olayım.
İkincisi bundan beter. Tarih 16 Şubat 1983. Günü gününe nasıl anımsıyorsun bu tarihi derseniz, nasıl anımsamam. Bu tarih benim dağarcığımda önemli bir dönüm noktası. 12 Eylül’den sonra ilk kez polis eşliğinde bir büyük ‘kültür yolculuğu'na başladığım gün.

Gece güzel başlamıştı. Ankara Sanat Evi’ndeydim. Usta tiyatro ve sinema sanatçılarımızdan Selçuk Uluergüven, Yücel Erten, Naci Başsorgun ve eşi Emel Başsorgun’un yöneticiliğini ve işletmeciliğini yaptıkları, çok uzun ömürlü olmasa da Ankara’nın kültür ve sanat ortamına çok önemli katkılar sağlamış olan bir mekandı Sanatevi. Tiyatro, sinema, sergi salonlarıyla, lokantası ve barıyla sımsıcak bir ortamdı. Dahası Ankara’da, belki de Türkiye’de ilk olarak, ‘döner sahneli’ bir tiyatroya sahipti. O gece bu mekanda ‘At’ filminin galası vardı.
Genco Erkal’ın üst düzey oyunculuğunda büyük bir beğeniyle izledik filmi. Ardından verilen kokteylle de film ve sinema üzerine tartışmalar başlamıştı. Bir yandan eski dostlar birbirleriyle buluşmanın keyfini yaşarken bir yandan da yeni dostluklara kucak açan sımsıcak sohbetler gelişmişti. Oldukça uzun sürmüştü gece. Bittiğinde bir süre Ankara sokaklarında gezine gezine yürümüş sonra da bir taksiyle, ev tutar gibi uzun süreliğine anlaşarak kaldığım otelime geri dönmüştüm.

Saat sabaha karşı üç civarıydı. Üstümü değiştirmeden, önce yatağıma hafif uzanarak bir sigara yaktım. Keyifli gecenin esrikliğiyle film üzerine yazacağım yazıyı kafamda kurgulamaya başlamıştım ki kapı çalındı. ‘Kim o?’ diyen sesimi otel komisi karşıladı:’ Abi açar mısın, polisler geldi, seni görmek istiyorlar.’ Kapıyı açmamla odaya damlamaları bir oldu. Girer girmez de başladılar sağı solu kurcalamaya. Dolaplar, yataklar, yatak altları, çekmeceler…tuvalete, banyoya varıncaya dek. Bu arada baktım kitaplarla, dergilerle de ilgili arkadaşlar. Sevindim. Anlayacağınız; raflardaki, dolaplardaki kitapları kurcaladıkça davranışlarından ‘bilinç fışkırıyor.’ Durur muyum ben de onlara yardımcı olmak üzere kıyıda, köşede ne kadar kitap varsa başladım yığmaya önlerine. Üstelik daha kolay beğensinler diye, özellikle de üzerinde faşizm, emperyalizm, kapitalizm, Marks, Lenin yazan ne kadar kitap varsa onları da özenle seçip uzattım kendilerine. Nasılsa alacaklar, yorulmasınlar boşu boşuna diye. Ama, hayır. Arkadaşlara kitap beğendirebilmek ne mümkün. Önlerine koyduğum her kitabı elleriyle itiyorlar, arasınlar diye açtığım her çekmeceyi ‘sen gösterdiğine göre demek ki temiz’ diye kapatıyorlar hiç bakmadan. Üzüldüm ama iyi de oldu. Belki saatlerce sürecek bir arama benim bu yöndeki katkılarım sayesinde kırk beş dakikada bitiverdi. Doğrusu yine de çok bozulmuştum. Benim gibi kitap kurdu geçinen, büyükçe bir kitap koleksiyoneri bir kişi, yüzlerce kitap içinde onlara tek bir kitap bile beğendirememişti. Derken, minicik de olsa bir umut ışığı beliriverdi.  sonunda allak bullak ettikleri kitap tepecikleri arasında aradıkları ‘zanlı’ kitabı buldular: Platon’un ‘Devlet’i… üstelik hazine bulmuşlar gibi büyük bir sevinçle el koydular ‘Devlet’e.

Bu da benim yaşamımda ikinci ‘tarihe geçecek’ olay işte. Devleti kaptırdık. (Bir daha da geri vermediler.) Onca kitap arasında sen kalk ‘Devlet’ e el koy. Sanık yap. Akıl işte.

Bir tek sırtıma bir palto aldım yalnızca, kaldığım oteli polislerle terk ederken. Klasik Amerikan filmlerindeki gibi başım bastırılarak tıkıldığım arabaya kuruluverdim. Doğrusu çok da rahattım, geceden kalma keyfim sürüyordu, az sonra bilgi dağarcığıma ‘Filistin Askısı’ diye bir sözcüğün ekleneceğini bile bile. ‘Kültür yolculuğum’ başlamıştı.

Bu yolculuğun zorunlu Gulliver’iydim. ‘Devler Ülkesine’ bir yolculuk yapacağımız algısını vermeye çalışıyorlardı çevremdekiler. Doğrusu ilk başta ben de öyle sandım. Ama ilerleyen günlerde bir ‘cüceler ülkesi ’ne geldiğimi anladım. Sürekli olarak benimle göz göze gelmekten korkan cücelerin yaşadığı bir ülke.

Emniyet Müdürlüğü’ne götürülürken, Ankara’da başlayan kar yağışını izledim bir süre. Gitgide irileşiyordu kar taneleri, hafiften de tipiye çevirerek. Tutacağı kesindi. Aynı anda kaloriferlerden, sobalardan, egzoz borularından yayılan Ankara’nın meşhur kirliliği de yayılıyordu bembeyaz karın üstüne. Beyaz, kirletilmekte yine birinciliğe tek adaydı bu Ankara havasında.

Kirli karın altında kalmaya başlayan Ankara’yı izledim yol boyu. Aklım yine de devletteydi. Platon’un ‘Devlet’i. Sorguya götürülen iki sanık. Ben ve devlet.

O günden bu yana kütüphaneme devleti sokmuyorum. Ne kütüphaneme ne yaşamıma.







ÇARMIHA GERİLEN İSA’NIN DENİZ ÖZLEMİ    - İkinci Bölüm -

Önce yürekleri hoplatan o zil çaldı. Ardından hantal demir kapının geceyi yırtan paslı sesi duyuldu. Eski şatoların gizemli odalarına; tarihi kalelerin yer altı zindanlarına açılan kapıları andıran; paslanmış, sesi kendinden büyük bir demir kapı. Ama burası gizemli bir dehlize değil, içinde bizim de bulunduğumuz, Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün en üst katında bulunan Siyasi Şube’ye açılıyor. Zilin ve kapının sesi her zaman ürkütür burada ‘gözaltında’ tutulanları..ama en çok resmi mesai saatinden sonra akşamdan geceye, geceden sabaha dek duyulanları. Çünkü bu saatler ‘gerçek mesai saatleri’dir. Çalan her zil ve açılan her kapı sesi, içerden bir kişiyi işkenceye götürür.

Akşam saatlerinde duyulan bu sesler pek bir ürküntü yaratmaz – çünkü akşamın bu ilk saatlerinde ara katlarda yapılan ufak tefek işkencelerle sıyırabilirsiniz- ancak ilerleyen saatlerde özellikle de gece 10’dan sonra başlayıp sabaha dek duyulanları pek hayra alamet değildir. Çünkü bu saatler DAL’ın sizi özlemle beklediği saatlerdir.

………….

Emniyetin önüne geldiğimizde kar yağışı sürüyordu. Gittikçe kalınlaşmaya başlayan bir kar tabakası Ankara’yı tutsak almıştı. Arabadan indirildiğimde son kez tutsak alınan Ankara’ya baktım.

Yanımdaki üç polisle birlikte çıkmaya başladık merdivenleri. Ellerim sırtımdaki paltonun ceplerinde oldukça rahatım. Üç dört kat çıktıktan sonra önünde camlı bölme olan bir alana geldik. İçerden uçları aşağı inik gür bıyıklı, ayakkabılarının topuğuna basık, bar fedaisi kılıklı bir sivil çıktı. (Behzat Ç. Yanında çok daha kibar ve ince kalır.) Yüzüne baktığınızda ‘güneş yüzü görmemiş’ bir kişi izlenimi uyandırıyordu. Ben tam ‘evet, ne istiyorsunuz’ diye sormama kalmadan, cüssesinden de iri bir ses tonuyla çınladı sesi loş salonda ‘çıkar ulan ellerini cebinden!’ Bu ses başlangıç için bir komuttu sanki. O an çevremdekilerin ellerinde anında beliren coplar, uzunca bir süre rastgele vücudumun çeşitli yerlerine inmeye başladı.

Bu hoş geldin ikramından bir süre sonra sıra geldi gerçek ‘konukseverliklerini’ gösterme faslına. Bunun için önce yüzüm duvara çevrildi. Kafama,gözlerimi sımsıkı örten simsiyah bir bez bağlandı. Artık gözümün önündeki yalnızca zifiri karanlıktı. Bez o kadar sıkıydı ki gözlerimi acıyla kırpıştırmaya başladım. Sonra bir odaya sokuldum.

Odada bir ses sürekli olarak tanıdık tanımadık onlarca ad sıraladı. Tek tek her biri üzerinde dakikalarca duruyor, benden şeceresini istiyorlardı. Sanki Cebeci muhtarını aramışlar, bulamayınca ‘ikame etkisi’ niyetine beni alıp getirmişlerdi. Soruların ardı arkası kesilmiyordu. Benim hangi örgütten olduğum ve örgüt içindeki görevimden tutun da, tek tek her bir kişinin örgütlerinin adı ve düzeylerine varana dek ayrıntılı rapor istiyorlar. Bir an için kendimi ÖSYM Bilgi İşlem Dairesinin merkez bilgisayarı sandım. Tek tek her bir bireyin beyin düzeyini puanlıyor ve her birini çeşitli örgütlere dağıtıyorum. Doğal olarak bu sorular karşısında işi mantığa vurduğumda bir merkezi bilgisayar olarak bütün devrelerim paramparça oluyordu. Tüm kişilerin tek tek hangi örgüt için çalıştıklarını bilebilmem için, tüm örgütlerde üstelik üst düzeyde bir kişi olmam gerekmiyor mu? Bu nasıl oluyorsa oluyor, gel de bunu sorguculara anlat. Uzun sözün kısası ‘örgüt’ sözcüğünden müthiş korkuyorlar.

Aman, unutmadan ekleyeyim. Bu sorgulama içinde, demiştim ya, bez gözümü çok sıkmıştı diye, sürekli olarak gözümü kırpıştırıp duruyorum, bez gözlerimi acıttığı için. Bu, odada bulunan polislerden birini huylandırdı. ‘Bu görüyor yaaa’ dedi. İşte o an içimden gülümsedim, ne görmesi gözlerim zifiri karanlıkta kıvranıp duruyor. Fakat bir gerçek ortaya çıkmıştı. İri cüsseleriyle, karanlık dehlizleriyle ‘devler Ülkesi’ne geldiğim sanısı yaratılan bu yer aslında ‘Cüceler Ülkesi’nin ta kendisiydi. Çevremde benimle göz göze gelmekten korkan, gözümün içine bakamayan cüceler vardı. ‘Bu görüyor’ diyen yeniden yüzümü duvara çevirdi. Gözlerimi sımsıkı yumdurduktan sonra, bezi çözüp yeniden bağladı.Rahatlamıştım. Artık gözlerimde en ufak acı yoktu ancak bu kez deminkinden de beter zifiri karanlıkta kalmıştım. Bir bez parçasının bir insanın gözünü böylesine körelteceğine dünyada inanmazdım. Bu kez karanlığa alışamayan gözlerim refleks sonucu kırpışmaya başladı. Bir diğer polis atıldı hemen ‘bu yine görüyor.’ İnsaf, adım atacak halim yok, ne görmesi? Ayrıca görünmekten böylesine korkmak niye?

Sonuçta yine duvara döndürüldüm. Gözlerim yumulu. Bez çözülüp yeniden bağlandı. ‘Hıh’ dedi birisi ‘şimdi oldu işte.’ Evet, şimdi olmuştu hem de çok çok iyi. Ameliyattan çıkmış bir hasta gibi ‘görüyorum, görüyorum’ dememek için zor tuttum kendimi. Gözlerim iyice rahatladığı gibi, tam gözümün ön tarafına, bezin bağlana bağlana yıpranmış (kim bilir kaç kişiye bağlanmıştı), iyice yıpranmış bölümü gelmiş olmalı ki, işte şimdi önümü ve çevremi son derece net görüyordum. Polislerden biri; girişte beni karşılayan, aşağı inik bıyıklı, bar fedaisi tipli olan, biri orta boyda normal bıyıklı-daha oturaklı duruyor- biri de sırıttı mı otuz iki dişini birden gösteren bir vatandaş. Ağzında kararmış, sararmış, giri bir de birkaç tane de altın diş; tam şu anki Türkiye’nin açılım politikası gibi, her telden çalıyor. Bir de ikide bir ağzının içini göstermesi yok mu? Tam karşımda alçak ve küçükçe bir masa. Masanın başında üniformalı, orta yaşlarda bir polis. Saçları hafif seyrek, ablak yüzlü denilecek düzeyde yuvarlağımsı yüz hatlarına sahip, yüzüyle uyum içinde yuvarlak gözler. Ortada bir bölme beyaz bir perdeyle ayrılıyor. Perdenin ardında bir başka kişi. Sorguyu yönlendiren ‘ana beyin’. Siluetindeki askeri formayı açıkça görebiliyorum.

Bir süre sorularla, itilip kakılarak yapılan sorgulamalarla geçti zaman. Ama bu sınavdan feci çakmıştım. Sordukları tüm sorulara karşın benden aldıkları yanıt ya ‘hayır’ ya ‘bilmiyorum’ oluyordu. Baktılar ki sınav kötü geçiyor; sırf bana iyilik olsun diye, içeriye arada sırada ötüşüyle bana rahatlık vererek soruların yanıtlarını anımsamama yardımcı olması için altın kafeste bir bülbül getirdiler.

Olayı anladınız tabii. Dışarıda ‘sohbetlerimi çok beğenen’ bir arkadaşımız canı sıkılmasın diye yanına beni çağırttırmıştı.

Bu vatandaşla da istedikleri yanıtı alamayınca kısa bir spor molası verildi. Molada ‘aletli jimnastik’ yapacaktık.

Bunun için her türlü sporun rahatça yapılabildiği büyükçe bir salona getirildim. Bir polis bir yerlerden araba tekerleği bulup getirdi. Baş, dizler, kollar ve ayaklarım bu lastiğe itiş kakış sığdırıldı. Ve ben o halde içindeyken upuzun salonda tekerlek hızla ileriye doğru döndürülmeye başlandı. Bu arada coplar da inmeye başladı çeşitli yerlerime. Tabi ki bunda hiçbir kötülük yok. Tekerleğin içinde hiç oynamadan, tepki göstermeden kalıp kalamayacağımı kısacası yaşam direncimi ölçüyorlar. Çünkü en ufak bir tepkide boynumun kırılma olasılığı oldukça yüksek.
Bir süre daha oynadılar benle ve tekerlekle. Vücudumu tekerleğin içinde çeşitli biçimlere sokmaya çalıştılar. Oyun oynamayı o kadar çok seviyorlar ki. Çocukluklarını yaşayamamış, güneş yüzü görmemiş insanlar..ben n'apayım?

Anladığınız gibi bunlar ufak-tefek ısınma hareketleri sadece. Oyun henüz başlamadı.

Tiyatrolarda oyuncular provalardan önce ısınma hareketleriyle başlarlar işe. Kollar, eller, bacaklar, ayaklar, parmaklar hatta yüz, göz ve kulaklar..tüm kasların rahatlaması, gevşemesi gerekir. Sonra gırtlak..gırtlağın en tizinden en basına kadar tüm sesleri rahatlıkla, (gerekirse uzun tiradılar atabilecek düzeyde) çıkarabilmesi gerekir. Bu uzun sözleri soluk almadan söyleyebilmeniz de çok önemli, yoksa tıkanırsınız. Havayı ciğerlerinize değil diyaframa alacaksınız. Onun için soluk almanıza engel olurcasına yaptırılıyor bu ısınma hareketleri.
Oyun provaları biraz sonra başlayacak. Hamlet’i oynatacaklar. ‘Olmak ya da olmamak’ da yeterince bağırmazsam hoşlarına gitmez. Bağırtacaklar. Ana oyun? Durun bakalım daha çok buradayız. Ona da sıra gelir. Üstüne bir de Mamak turnesi de ayarlayabilirler.

Önce çırılçıplak soyuyorlar. Sonra üzerinizden birkaç kova su dökülüyor. Buz gibi tuzlu su. Suyun soğukluğu serinleyip kendinize gelmeniz için; tuzlu olması ise az sonra alacağınız elektriğin vücuttaki tahribatını azaltmaya yarıyor. Bir de olaki karşıdan bakmakla yetinmeyip ciddi ciddi inceleyen doktorlar çıkarsa işkenc izlerinin kalmamasına..eh bir de karlı Ankara havasında size bir yaz günü nostaljisi yaşatıyorlar. Daha ne?

Önce hafif yüksekçe bir tahtanın üzerine çıkartıyorlar, arkanızda hem bir çarmıh var hem de kayışlar. Önce kollar bu çarmıha kayışlar yardımıyla iyice bağlanıyor. Sonra yine oyun oynama istekleri depreşiyor. Dışarıda kardan adam yapıp oynamak isteyenlere inat bunlarda burada ‘kablo adam’ oynamaya niyetli. Vücudunuz tepeden tırnağa kablolarla kaplanıyor. Parmaklarınıza, ayaklarınıza, başınıza, yüzünüze, aklınıza neresi geliyorsa oralarınıza. Kabloya bulanıyorsunuz. Karşınızdakiler keyifli keyifli sırıtıyor. Gören her birini eserine gururla bakan bir heykeltıraş sanır. Karşınızdaki üç kişiden ikisi koro halinde sorular/sorgulamalar melodisine başlarken üçüncüsü en önemli müzik aletinin, şalterin başına geçiyor. Önce hafif hafif indiriyor şalteri. İnceden bir sızı, yanma hissediyor vücudunuz, şalter biraz daha indiğinde bu yanık sızısı gittikçe büyüyen bir acıya, dayanılmaz bir sızıya dönüşüyor. O noktada parçaya siz de sesinizle katkıda bulunuyorsunuz. Şalter en son noktaya dayandığında organlarınız artık sizin olmaktan çıkıyor. Kollarınız, bacaklarınız, elleriniz, ayaklarınız, parmaklarınız, başınız, çeneniz bir başka gücün buyruğuna girmişçesine kişiliğinizden bağımsız olarak dört bir yana savruluyor.

Bu elektrik oyununa arada bir üstünüze kovalarla savrulan tuzlu su da katkı sağlıyor.

Arada bir akım kesiliyor:’ Konuş!..’ diye haykırıyorlar. Kafalarında ne kadar isim varsa sayıp döküyorlar. İnat di mi? ‘Bilmiyorum, tanımıyorum, ilk kez duyuyorum.’ Bazen işi espriye vurduruyorum: ‘Bir dakika..bi düşüneyim ‘, anında haykıran bir yanıt ‘git lan, aklın sıra kafanda senaryo kuracaksın değil mi?’ Şalter yine dibine kadar ittiriliyor, yine zorunlu kuklalık durumları,savruluşlar…Bir ara açılım kılıklı ağzı olan,şalterin başından ayrılıp yanıma geliyor. Görmüyorum sanıyor ya..şimdi iyi polisi oynama zamanı. ‘Çok kötü insanlar değil mi bunlar?’ diyor, ‘şerefsiz bunlar.’ ‘Evet’ diyorum. ‘Ama ben sana yardımcı olacağım, korkma. Hadi bana anlat gizlice olan biteni. Burada seni ben korurum, kimse kılına dokunamaz.’ ‘Kabul’ diyorum, ‘başlayayım o zaman. Papayı ben vurdum.’ Bunu der demez yine sonuna dek dayandı şalter. ‘Bizimle dalga geçiyor’ sesleri arasında yanık acısıyla karışık savruluşlar yeniden başlıyor.

Bu arada tüm bunlar niçin yapılıyor, onu da söyleyeyim de meraktan kurtulun. Okulda olan bir yemek boykotu. Böylesine son derece saçma sapan bir gerekçeyle buradayız. Sanki ‘beslenmemiz’ onların asli göreviymişçesine. O umurlarında değil tabi. Kafayı taktıkları 12 Eylül’den sonra küçük de olsa yapılan ilk eylem oluşu eylemin 12 Eylül’ü protesto amacıyla yapılıyor olması. Bizim Mülkiye dendiğinde akla inek gelir ya, bunlar da o hesap, buzağı arayışına çıktılar. Örgüt ve lider yakalamaya çalışıyorlar. Dayanamıyorum hallerine, konuşayım bari diyorum. ‘Tamam’ diyorum,’ açıklıyorum.’ Büyük bir umutla bakıyorlar yüzüme ‘ kimler katıldı?’ ‘Bütün okul’ diyorum, bozuluyorlar, ‘Liderler kimlerdi. Kimler tezgâhladı?’ Yine ‘bütün okul’ diyorum. ‘Herkes tezgâhladı.’’Hadi’ diyerek sürdürüyorum, ‘getirin bütün okulu buraya.’ Pes etmiyorlar ‘Kimleri?’ Ben de etmiyorum ‘tuttuğunuzu getirin.’

Bunlara iyilik de yaramıyor. Bu samimi itirafım voltajı daha da arttırmaktan başka bir işe yaramıyor. Doğruyu söylemiştim oysa. 12 Eylül hepimizi militan, hepimizi lider yapmıştı. Anlayamadıkları nokta buydu.

Bir ara nerden duydularsa şiir yazmam bir yerlerine dokunuyor. ‘Demek şairsin ha’ diyor bar fedaisi kılıklı. ‘Hadi bu anın şiirini de yaz’ diyor çok, yönlü açılım ağızlı.

İnat di mi, yazıyorum. Üzerime zırt pırt boca edilen tuzlu suda denizi görüyorum. İri iri dalgaları, mavi mavi derinliğiyle dünyanın bütün denizlerini. Sımsıkı bağlandığım çarmıha bakıyorum göz ucuyla gülümseyerek; önümdeki cüceler de havarilerim olsa gerek. Ve o gecenin şiirini yazıyorum: ‘ Çarmıha gerilen İsa’nın Deniz Özlemi.’

Savruluşlar sırasında ne sesler umurumda ne de görüntüler ..Hepsi sisler içinde bir siluet şimdi. Yeni bir dizenin peşinde yüzüyorum. Yüreğimin bir köşesinde ‘ayışığı sonatı’ çalıyor.

Bir süre sonra şalter iniyor, kayışlar çözülüyor. O halde, çırılçıplak bir konumda yeni bir geziye çıkıyoruz.Uzaklara değil..binayı tanıtım gezisi.

Asansöre bindiriliyorum. Önce bir kat yukarı çıkıyor asansör, sonra iki kat aşağı. Benzeri bir uygulama merdivenlerle indirilip, çıkarılarak da yapılıyor. Bu arada her çıkılan ya da indirilen katın odaları ya da salonları gezdiriliyor. Hiçbir şey görmediğim sanılarak arada bir başım eğdiriliyor, izbe dehlizlerden geçiyoruz izlenimi yaratmak için. Böylece yüksek tavanlı geniş salonlarda mağaracılık oynuyoruz. Gülmemek için zor tutuyorum kendimi. Birkaç kat çıktıktan sonra yine başladığımız noktaya geri dönüyoruz, yeni bir mahzene geldik havası yaratılarak. Bu kez salonun diplerine doğru itekliyorlar. Bütün kapılar, pencereler açılmış, salonda yapay bir soğukluk yaratılmış. ‘Bak’ diyor biri alçak sesle, ‘şu an binanın en tepesinde, çatıdayız. Konuşmazsan seni aşağıya iteriz. Kimse de bilmez sana ne olduğunu. Faili meçhul olarak unutulur gidersin.’ Kollarımla itiyorum yanımdakileri ‘size gerek yok. Ben kendim giderim’ diyorum, atıyorum adımlarımı. ‘Yemedi’ diyor arkamdan bir ses, sertçe tutarak kollarımı, itekliyorlar gerisin geri son bir umutla, bir duvara doğru yürütüyorlar, bir elektrik prizinin önüne geliyoruz, kabloları dışarı çıkarılmış. Bu kez prize elimi sokarak öldürmekle tehdit ediyorlar. Yine yemiyorum, elimi hızla dedikleri yere sokuyorum. Kızgınlıklarından ne yapacaklarını bilemez haldeler.

Yeniden başladığımız yere dönüyoruz. Tabloda bu kez hafif değişiklikler var. Ellerim bu kez arkaya doğru bükülerek kelepçeleniyor. Tüm vücuduma yine kablolar döşeniyor. Bu şekilde önce hafiften bir ‘nerde kalmıştık’ elektriği. Sonra ayaklarım yerden kesiliyor, arkadan bağlanan ellerimden hafif hafif göğe yükseliyorum (kesinlikle bunlar İsa’ya kafayı feci takmışlar.) Bu şekilde arttırılıyor akım, yine her bir parçam ayrı ayrı bir denizin kıyılarına vurmaya başlıyor.

Artık tınmıyorum. Alışkanlık yaptı, acı eşiğini çoktan aştım. Gökyüzünde savrulurcasına özgürlüğümün tadını çıkarıyorum. Susma özgürlüğü. ‘İleri özgürlüğün’ doruk noktasındayım.

Heveslerini aldıktan sonra oyun bitiyor. Şalter kapatılıyor, ‘emniyet kayışlarım’ çözülüyor. Giyinmeme izin veriliyor ancak gözümdeki bağ kalıyor. Vücudumda uyuşuklukla halsizlik arası bir yorgunluk. Yeniden polislerin kollarında bu kez ağır adımlarla geliyoruz o demir kapının önüne. Bir süre yaşamımıza hatta rüyalarımıza girecek olan, sesi kendinden büyük hantal demir kapının önüne.

İlk anda izbe bir dehlize ya da büyük bir hangara açılacağı izlenimi uyandıran demir kapı, sonrasında korkunun ve yürek çarpıntılarının simgesine dönüşen iğrenç sesiyle açıldığında aksine floresan lambalarıyla ışıklandırılmış aydınlık bir mekân çıkıyor karşıma. Bir tür çalışma ofisi.

Sağda ufak bir alan, tuvaletlerin olduğu bölüm. Solda genişçe bir yer. Pencere kenarında polislerin masası ve sandalyeleri. Bu orta büyüklükteki oda da, daha ötede, kapısı olmayan bir kapı aralığıyla daha geniş bir salona ayrılıyor. Salonun içerisi insan dolu, gözaltında olanlar. Ama bizim Mülkiye tayfası henüz oraya yerleştirilmemiş, polislerin olduğu ön bölümde hepsi. Ayakta yüzleri duvara dönük, parmak uçlarıyla duvara dayalı konumda bekletiliyorlar. Beni bekliyorlar. Napayım, ben mi dedim onlara benim adını verin diye. Sağ olsunlar, bana göreceği gelen, yüzleştirildiğimiz o arkadaş sayesinde sekiz kişilik kadronun sekizinin de ifadeleri benim üzerime. Dokuzuncu ben geldim, kadro tamam oldu. Neyse, artık heveslerinin dışında fazla bekletilecek bir sorun kalmadı. Belirli bir kişi ya da kişileri çağırmadım. Herkesi cümbür cemaat çağırdım, onu da kabul ettiremedim.

Kısacası, benden sonra gelen olmayacak, olmadı da.







DAL’IN DALINA BİNMEK     - Üçüncü Bölüm -


Yüzüm duvara dönük..duvara bakıyorum. Göstermelik gözbağım engelleyemiyor duvarı görmemi. Görmekle de kalmıyorum,hissediyorum. İki elimin de işaret parmağıyla duvara dayanıyorum.Diğer parmak uçlarıyla dayanmak yasak,hele ellerinizle,avuçlarınızla,külliyen yasak. Burası yasak bölge. Yalnızca işaret parmağınızla duvara dayalı olacaksınız. Ayaklarınız da bitişik değil, ayrık olacak. Çünkü böyle daha çok yoruluyorsunuz. Bitiştirdiğinizde tekmeyle ayrılıyorlar.

Bu şekilde saatlerce tüm gün duruyorsunuz. Yalnızca öğlen ve akşam ‘yemeklerinizde’ çömelmenize hatta soğuk betonun üzerine oturmanıza izin veriliyor. Bir de tuvalete polis gözetiminde giderken, yemek yerken gözbağınızı gevşetmenize izin veriliyor. Böylece başınız eğik halde önünüzü görebiliyorsunuz. ‘Yemek’ derken emniyetin size özel bir menü falan çıkardığını sanmayın. O menü belli zaten. El ayak çekildiğinde verilir. İsteseniz de istemeseniz de ‘yersiniz.’

İlk öğle yemeğinden kısa bir süre önce, daha önceden gözaltında bulunan arkadaşlarca para toplanıyor. Toplanan paralar polise verilip yemek sipariş ediliyor. Paranız olmasa da polis değil ama oradakiler sizi kolluyor. Kimse aç bırakılmıyor. İlk günün öğle menüsü yarım ekmek içine helva, akşama da beyaz peynir var. (İlk günün ve her günün menüsü. Çay dahil herhangi bir içecek yok. Zaten yiyip içecek haliniz de yok.)

Bu şekilde yüzümüz duvara dönük olarak, gözler yine bağlı,iki, parmak ucumuzla duvara yaslanarak ayakta bekletilişimiz tam üç gün sürüyor.Kısacası buraya ‘turistik’ bir gezi yapmak ya da tur operatörlerinin promosyon operasyonlarıyla getirtilenler ilk 72 saati gözlerini kırpmadan geçirmek zorundalar.

Dördüncü gün kurallar hafif gevşetiliyor. Uyumanıza izin veriliyor. O da iki saat ya var ya yok.

Gece boyunca sırtınız yaşama dönük; hiç susmayan insan bağırışları,haykırışlar, işkencede inleyen insanların sesleriyle Bitmeyen Senfoni’yi dinliyorsunuz. Sabaha doğru 6,5-7 civarı gerçekleşiyor polislerin nöbet değişimi. Koşuşturmacalar, ser ayak sesleri, alt katlarda çarpan kapı sesleri ve sonunda bizim ‘şato kapısının’ kendince günaydın diyen malum, hantal gıcırtısı. Tüm bunlar nazikçe ‘uyanın artık’ demenin ilk belirtileri. Nöbet değişimi tamamlanınca yeni ekip son noktayı koyuyor. En bas perdeden ‘kalkın lan’ borusunu çalıyor.

Anında hazırola geçiyorsunuz. Doğal olarak polislere değil, yine yüzünüzü döndüğünüz duvara karşı. Elleriniz yan taraftan bacaklarınıza yapışık ve bitişik değil, yine önünüzdeki duvara işaret parmaklarınızın uçlarıyla dokunuyorsunuz. Burada hazırol böyle.

Bir dört gün de böyle geçiyor. İlk üç günkü sıfır uykunun ardından,ikinci dört gün, buz gibi beton ‘yer yatağınızın’ üzerinde günde ikişer saat kıvrılarak yeni bir canlı türüne dönüşüyorsunuz. Artık uykuyu aramıyor vücudunuz; sadece uykuyu değil, yemeyi, içmeyi hatta tuvaleti bile aramayan, unutan, bilmeyen bir canlı türüne.

Yedi gün böyle tamamlandığında,arkadaki geniş salona, tüm göz atındakilerin yanına atamanız yapılıyor. Burası şimdiye dek yaşadıklarınızın yanında fazlasıyla lüks.

Öncelikle göz bağlarınızdan kurtuluyorsunuz, taş yatağınızdan da. Otururken ya da yatarken kullanasınız diye banklar konmuş içeriye. 10-15 santim eni anca olan daracık, küçük boy banklar. Bunlar tek kişilik değil, ikişer kişi olarak kullanacaksınız. İnanılmaz ama emniyet bu kez sizi düşünüyor. Gece yatarken üstünüze örtersiniz diye battaniye bile var. Tek kişilik ‘bebe battaniyeleri.’

Doğrusu ilk gün çok da yadırgamadın yerimizi. Emniyet altıncı katın yine bildik hengamesi. Yeni gelenler, sorguya gidenler, sorgudan dönenler, volta atanlar, oturup dertli dertli düşünerek sigara üstüne sigara içenler, işkenceden yeni çıkanların bir köşeye çekilerek kendine gelme çabalar, sohbetler, tartışmalar..ne ararsanız var. Bir tek çay yok.

Duvarın caddeye bakan yanında dev bir pencere. Fakat dışarısını göremiyoruz. Simsiyah boyanmış, açamıyorsunuz da, zincirlenerek kilitlenmiş.Burada her şey bizim için düşünülmüş. Her şey bizim ‘iyiliğimiz’ için. Zincirlemenin nedenini anladınız doğal olarak, içimizden biri aşka gelip de ‘heeeyt ulan’ deyip intihar etmesin diye yapılmış bir güzellik. Girişte, bırakın çakı, tırnak makası, tarak v.b. eşyalarımızı, pantolon kemerlerimize, ayakkabı bağcıklarımıza dek her nesneyi aldıkları yetmiyormuş gibi, ek olarak bir de bu önlem. İşim ilginci ola ki bir sağlık sorununuz var ve belirli zamanlarda kullanmak zorunda olduğunuz ilaçlarınız, haplarınız var, bunları da alıyorlar intihar etmeyesiniz diye. Gözümün önünde, onca yalvarmasına karşın, bir kişinin yüksek tansiyon haplarına el kondu, o kişinin ‘sağlığı’ adına.

Ancak nedense onca önleme karşın bu Emniyet intiharlarının önü bir türlü alınamaz. Alınan bunca emniyet, Emniyet’te sökmez… aksine Emniyet intiharlar için vazgeçilmez bir ‘cazibe merkezi’dir.

Biliyorsunuz bizde intihar meraklıları ikiye ayrılır. Birincisi gözü yükseklerde olup da bir türlü o düzeye gelemeyenlerin oluşturduğu, özlemleri patlama noktasına gelen grup. Bunlar yaşamda seçkin bir yere gelmek isteyen, rahatça yaşamak isteyen,sevgilisine kavuşamayan, iş bulamayan, toplumda hak ettikleri yere gelemediğine inanan kesim..bunlar hiç olmazsa ölürken yükseklerde öleyim içgüdüsüyle Boğaziçi Köprüsü’nü, çok katlı kamu kuruluşlarının, belediye binalarının, holdinglerin çatı katlarını seçerler intihar için. Bir de kendi halinde, mütevazi, ölümleriyle bile olsa kimseyi rahatsız etmek istemeyen bir kesim var ki bunlar da genelde hep Emniyet binalarını seçerler. (Mütevazi dediğime de bakmayın,aslında seçkincidirler. Öyle her önüne gelen ayda yapmazlar bu seçimlerini, ya kış koşullarının başladığı ya da en çetin kışların yaşandığı aylar ve dönemler intiharları için en elverişli aylardır,eylül, mart gibi,bir de 12 rakamının uğuruna inanırlar sessiz sedasız yaşamdan çekilmek için.) Üstelik siz bakmayın buradaki siyaha boyalı pencerenin zincirlendiğine, aksine, bunlar bu işleri Emniyet binalarının bodrum katlarında, bu iş için özenle hazırlanmış yer altı hücrelerinde becerirler. Kimileri de ıssız, bomboş kamu arazilerinin en kuytu köşelerinde beyinlerine bir kurşun sıkarak yaparlar, önceden özenle kazdıkları bir çukura da yatıverirler sonrasında.

12 Eylül dönemi gerek iç gerekse de dış kamuoyunca ‘faili meçhul’ cinayetlerle çalkalandı durdu aylarca, yıllarca. Beş yüzün üstünde kişinin bu gözaltılarda kaybolduğu, yani öldürüldüğü öne sürüldü. Baştan sürekli inkarcı politikalar izleyen 12 Eylül dönemi ve onun hükümetleri, cesetler ortaya çıkmaya başladıkça bunun çok çok az da olsa bir bölümünü kabullenmek zorunda kaldı. Doğal olarak, ‘öldürüldü’ demedi, bunlar devletin gözünde içerde sağlık sorunlarıyla yaşamını yitirenler ve ‘intihar’ edenlerdi. Anlayacağınız, o dönemin ölümlerine damgasını vuran Emniyet ve DAL’ın ‘işletmecisi’ MİT’in intihar için bir ‘çekim merkezi’ olduğu devlet tarafından da tescillendi.

İçerde sıkıldıkça volta atmalar meşhurdur. Kafalarında şimdinin ve geleceğin kaygılarını taşıyanlar; uğradıkları durumun şaşkınlığını ve ezilmişliğini duyanlar yollara vurur kendini. Evet, yollara vurur. Görünürde bir salon içinde sürekli gidip gelmelerle adımlanan daracık bir mekandır. Ama aslında yüreklerinde, düşlerinde upuzun, ucu bucağı olmayan bir yoldur yürünen. Sınırlı mekanlara tıkılanlar,sınırsız yollara vurur kendini. Böyle varır özgürlüğe ayaklar, hiç durmadan yürüyerek, adımlayarak, volta atarak.

Gözaltı salonuna taşınmamızın ilk günlerinde ilginç konuklarımız da oldu. Bunlardan birini hiç unutamayacağım. Orta yaşın biraz üzerinde İranlı bir kişi getirdiler. Yabancı uyruklular da devletlerarası siyasetin alanına girdiği için, bu konuda sorunlu görülenler de doğrudan Siyasi Şube’ye getirilir. Gelen kişi, Şah döneminde İran’da albaymış. Humeyni rejimi gelince o da Türkiye’ye kaçmış. Bir süre kaçarak yaşamış, sonuçta yakalanmış pasaportu olmadığı için. Mevzuata göre sınır dışı edilmesi hatta iade edilmesi gerekiyor. İçerde sürekli olarak ağlamaklı bir ses tonuyla bizlere yalvarıyordu kurtarmamız için onu. Kel başa şimşir tarak türü bu da ayrı bir trajedi. Adam kaça kaça darbe olmuş bir ülkeye kaçıyor ve kurtulmayı darbeciler içeri tıkılan bizlerden bekliyordu. ‘Beni İran’a göndermeyin’ diyordu sürekli, ‘yaşatmazlar beni. İade ettiğinizde İran’a adım atar atmaz kurşuna dizecekler.’ Zaman zaman da üstü örtülü tehditler sıkıştırıyordu yalvarmalarına, ‘..hem bu yaptığınız insan haklarına da aykırı. Bile bile bir insanı ölüme gönderiyorsunuz. Nerede insan hakları? Bütün dünyaya rezil olacaksınız.’ Ne demezsin..12 Eylül ne de takar ya dünyaya rezil olmayı..Bak, onun için bizi el üstünde tutuyor. Yediğimiz önümüzde yemediğimiz ardımızda.

Böyledir ‘İnsan Hakları’.. bıçak gırtlağa dayanınca anımsanır.

Birkaç gün yanımızda kaldı İranlı. Sonra çekip gitti. Sorununu çözdü mü, iade edildi mi edilmedi mi uzun süre hiç haber alamadık kendisinden. Sonradan anladım ki iade edilmemiş, Türkiye’de oturma izni koparmıştı ya da en azından kaçak yaşamayı sürdürüyordu. Taa ki…

Aylar sonra bir gazetede gördüm onu. Cesedini hemen tanıdım. İstanbul’da bir durakta araba beklerken, yeni İran yönetiminin üç ajanı tarafından taranarak öldürülmüştü.

Salona taşınmamızın ikinci günüydü. Üç konuk geldi aramıza. Kılık kıyafetlerine bakılırsa, herhangi bir sorgudan geçmemiş, henüz Emniyet’in özel konuğu olmamışlardı. ‘Hoşgeldiniz’e gittiğimde durum anlaşıldı. Burada ‘geçici konuk’tular, gerçek konukseverliği, ikramı İstanbul gösterecekti. Barış Derneği ve Disk davalarının sanıklarıydılar. Gelen konuklarımızdan biri genç bir asistan arkadaştı, o zamanki Tüm Öğretim Görevlileri ve Asistanları Derneğinin yöneticilerindendi kendisi. Büyük olasılıkla onu önce dernek faaliyetlerinden sorgulayacaklar sonra TKP Davası’na katacaklardı. Gelenekti o zamanlar..tüm dernekler, özellikle de sonu Der’le bitenler bir şekilde TKP’ye ekleniyordu. Açıkçası yönetim TKP’nin kitle örgütleri içindeki yaygınlığından rahatsızdı.

Bir başka arkadaşımız DİSK davasına eklenmek üzere getirilmişti. Savaş, DİSK’e bağlı OLEYİS’in Ankara yöneticilerindendi. (Onunla çok sonraları hem Ankara hem İstanbul Mülkiyelilerde görüştük.) DİSK de önemliydi 12 Eylülcüler için. Ödleri kopuyordu işçiler haklarını arayacak, eyleme geçecekler diye. Hop oturuyor hop kalkıyorlardı. Nasılsa hedefi ağababaları Halit Narin göstermişti, Türkiye’nin başına ne geldiyse hep işçiler ve onlara verilen yüksek ücretler nedeniyle gelmişti. Kenan Evren boşuna mı neredeyse ağlayacak halde meydanlarda işçilerden dert yandı. ‘Düşünebiliyor musunuz, bir otel çalışanı benden çok para alıyor.’ Örnek verdiği otel de Hilton’du. Koskoca Türkiye’de Anadolu’da binlerce otel arasında bula bula onu bulmuştu. Herhalde kendileri başka otellerde kalmadığı için.

Üçüncü konuğumuz ise evlere şenlik bir dava için geliyordu. Barış Derneği davası. Harun Aykut Göker, Barış Derneği davasının Ankara ‘militanların’dandı. Barış da batıyordu 12 Eylülcülere.. biz ki taaa Ortaasya’dan savaşa savaşa buralara kadar gelmişiz, Viyana kapılarına dayanmışız, barış bizim neyimize. Hem bak ne güzel, nüfus sorunu da çözümleniyor çaktırmadan.

Barış Derneği davasından yargılanan Harun Aykut Göker, ülkemizin değerli bir bilim adamıydı. Fizikçiydi. İstanbul sorgusunun ardından tutuklanacak olan Göker, Barış Derneği davası baştakilere az gelmiş olacak ki, sonradan Disk davasında da kendine bir yer verdiler. Göker bilimsel çalışmalarını şimdi de sürdürüyor ve Cumhuriyet Gazetesi’nin Bilim-Teknik dergisinde yazıyor.

Salondaki tüm banklar yüzleri karşılıklı olarak birbirine bakışımlı olarak düzenlenmişti. Ben de onlara katıldım, dördümüz, boş gördüğümüz, salona girer girmez solda bulunan ilk gördüğümüz banka yerleştik. Her bankı iki kişi paylaştığı için ilk bank asistan arkadaşla Aykut Göker’in oldu karşılarında da Savaş’la ben.
Çok güzel olmuştu bu bizim için. Karşılıklı oturduğumuz banklarda yüzümüz birbirine dönük minicik bir sohbet odası gibi. Ne sohbetler etmedik ki o daracık mekanda. Kuşkusuz bu söyleşilerimizin başlangıcı 12 Mart’a dek uzanıyordu. O dönemde yaşananlar, gözaltılar, işkenceler, komedi niteliğindeki yargılamalardan 12 Eylül’e gelen tüm süreç irdeleniyordu konuşmalarımızda. Bu konuda içimizde en deneyimli olan Savaş’tı. 12 Mart’ta da içeri alınmıştı. Bu nedenle içimizde en rahat olan da oydu. Deneyimin getirdiği bir umursamazlık hatta biraz da alayla bakıyordu içimizde bulunduğumuz duruma. ‘Alışın artık’ diyordu bize de ‘bunlar her on yılda bir gelirler böyle.’

Asistan arkadaş (ki ne yazık ki adını bir türlü anımsayamadım. Ola ki bu yazıyı okur da bana şimdiki yerini bildirirse hem kendisinden özür diler hem de geçmişi anarız) okulundan atılmıştı önce tüm demokrat öğretim üyeleri gibi. Ancak o zamanlar asistan durumundaki öğretim görevlileri kadrolu olarak değil, çoğunlukla sözleşmeli olarak çalışıyorlardı. Bunun için de ayrıca 1402 gerekmiyordu onları atmak için. Sözleşmelerini uzatmamak ya da 12 Eylülcülerin buyruğuyla herhangi bir basit kovuşturma sonucu tek yanlı olarak feshedilmeleri yeterliydi. Bu arkadaşımız da böyle bir işlemle üniversitedeki görevinden atılmıştı. Bu durumun ufak da olsa bir avantajı vardı. 1402’ye dayanarak atılmadığı için bütün iş kapıları yüzüne kapatılamıyordu. O da tutmuş, yoğun müzik bilgisine ve birikimine güvenerek Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’na girmişti. (Bir de başka bir arkadaş daha tanımıştım o günlerde. Hamdi. O da tam tersi CSO’dan atılmış, bizim Mülkiye’nin Ankara’daki misafirhanesinde çalışıyordu görevli olarak.) Yanılmıyorsam orada viyolonsel çalıyordu. Ama 12 Eylül bu,zıtlaşmaya gelir mi? Her ne değin atılma kararın prosedür gereği 1402’yle yapılmasa da, anlayacaksın, kendi 1402’ni kendin yaratacaksın. Hiçbir işe bulaşmadan işsiz, aç ve açıkta yaşayacaksın. Yoksa adamı işte böyle buraya getirirler.

Asistan arkadaşımızın da aramızda olması benim açımdan çok iyi olmuştu. Daha doğrusu onun CSO’da çalışıyor olması, içimdeki sanat damarını canlı tutuyordu. En azından benim içimde, beni ayakta tutan notalardan kuşlar havalanıyordu artık, umut yüklü özgür kuşlar; hani sadece romanlarda,şiirlerde,çizgilerde, resimlerde kalan, mahpus damlarının küçücük pencerelerinden özgürce gökyüzüne süzülüveren kuşlar. Bunlar benim gerçeğim oluvermişti burada.

O notalarla, o içi nota dolu sohbetlerle nerelere varmadım ki ben? Hem geçmişe uzandım, hem diz boyu umutsuzluk da olsa geleceğe. Bütün besteler kulaklarımda, beynimde, yüreğimdeydi. Bütün besteciler. Orada ben, hiç kesilmeyen, sürekli çalan bir müziği dinledim. Bu beni ayakta tutan en büyük güçlerden biriydi.

O notalar dışarıyla her türlü ilişkiyi kesen simsiyaha boyanmış o koskoca pencereden öyle bir süzülürdü ki dışarıya ve dışarının o tertemiz kokusunu öyle bir sızdırırdı ki içeriye. Kimi zaman, kimi zaman da değil sık sık, pencerenin önüne gelirdim her volta atmaya çıktığımda. Pencere camının en diplerinde, en uçlarında, boyası dökülmüş ya da ola ki boyanamamış minicik de olsa bir delik arardım. Çok ufak noktalar halinde de olsa bulurdum da. Tırnaklarımla kazımağa başlardım sonra, o küçücük noktaları genişletmeye çalışırdım. Notaların beni götürdüğü özgürlüğe tırnaklarımla kazıya kazıya ulaşmaya çalışırdım.

O miniminnacık benek gibi kazılmış açıklıklardan, yaşama ilişkin bir iz arar, yaşam belirtisinin en önemli kanıtı olan ışıl ışıl kent ışıklarını tarardı gözlerim. Gözümüze süzülen ipince bir ışık bile yüreğimde büyüttüğüm kuşların kanat çırpmasına yol açardı ancak çoğu kez gördüğüm lapa lapa yağan kar olurdu.

Bir gün öğleden sonra ana kapının malum zili çaldı. Bizi çağıran ziller gece yarısı olduğu için pek önemsemedik. Yine de, gündüz zilin çalması pek rastlanan bir durum da değildi. İçeriye giren görevli benim adımı verdi. ‘Yazılı ifade vereceksin’ dedi, çıktık dışarıya. Gündüz vakti ve gözlerim de bağlanmadığı için işkenceye gitmediğim kesindi. Son derece rahatım. Asansörle zemin üstündeki birinci kata indik. Düşündüğüm gibi, ortam güzel. Ortalık ana-baba günü. Halk çeşitli adli ve yönetsel işlemlerini yapabilmek için çeşitli birimlerin önünde öbek öbek kuyruklar oluşturmuş.

Salonu geçip dar koridorda ilerleyerek sağdaki ikinci odaya girdik. İçerde masa başında bir polis,masa önündeki sehpadaki daktilonun başında bir başka polis, biri beni getiren olmak üzere tepemde dikilen üç polis daha, etti beş polis. Tümü de sivil.

‘Eeee, anlat bakalım’ dedi masanın başına kurulan sorgucu polis. ‘Oluuur,ne anlatayım?’ dedim ben de. Önce hafif sırıtıp sonra birden ciddileşti. ‘Hangi örgüttensin?’ ‘Hiç birinden.’ Bu soru ve bu yanıt karşılıklı restleşmelerle 7-8 kez gidip geldi aramızda. Bu konuda sıkıştırmalarının tek bir nedeni vardı,benim sürekli otelde kalmam. Onlara göre bu bir ’zenginlik’ durumuydu ve paranın kaynağı araştırılmalıydı. Örgüt bulacaklar ya ucunda akıllarınca.  Oysa ben de onlara çok daha ucuza geldiği için bu yolu seçtiğimi anlatamıyordum. Öncelikle ev için gerekli olan az da olsa eşya v.b. alma derdim yoktu, sürekli kaldığım için bir otelle düşük bir fiyata rahatlıkla anlaşabiliyordum ve her şeyden önemlisi yaz tatili gibi Ankara’da olmadığım zamanlarda kira ödeme gibi bir derdim yoktu. Elektrik,su, yakıt sorunum, giderim yoktu. Kısacası çok daha ucuza geliyordu bir ev tutmaktan. Gel de bunu onlara anlat. Kafaları almıyordu bir türlü.İlle de kısa yoldan örgüt kasası yaratma derdindeydiler.

Bir ara karşılıklı restleşmelerden sonra sorgu polisi başladı bağırmaya, sonra farkına vararak sesini alçalttı. Bunu sezmem iyi olmuştu. Dışarıdaki halka sesini duyurmamaya özen gösteriyordu.Doğrusunu isterseniz bunun bana çok yararı oldu. Bir ara polislerden biri,belden aşağıya saldırma, ‘sıkma’ girişiminde bulunmak istedi. Anında avazım çıktığı kadar bağırıp ortalığı inleterek adamın elini sertçe sıkarak yakaladım. O anda hemen ürkerek çekti elini. Sesimin dışarıdan duyulmasından çekiniyordu. ‘Dur lan, daha hiçbir şey yapmadım, elimi bile sürmedim, ne bağırıyorsun?’ diyerek karşılık vardı sinirlenerek. ‘Yaptıktan sonra bağırmamın anlamı kalır’ mı dedim ben de gülümseyerek. Artık normal bir sorgu ortamına dönmüştük.

Otelde kalma nedenim konusunda bir sonuca ulaşamayacaklarını görünce bu kez yeni bir konuyu başladılar deşmeye. O da aramalarda buldukları bir şiirim. ‘’Yunanistanlı Dosta’’ adlı bir şiirim. O yıllarda Abdi İpekçi adına bir yarışma düzenlenirdi, Abdi İpekçi Barış ve Dostluk Ödülü. Şimdi yok. Türk ve Yunan halkları arasında barış, dostluk ve kardeşlik ortamının oluşmasına ve gelişmesine katkı amacıyla sanat ve kültür ortamına verilen bir ödüldü. Türkiye ve Yunanistan’da ayrı ayrı değerlendirilerek verilirdi ödüller. Bu şiir de o yarışmaya katılmak amacıyla yazdığım bir şiirdi. İlk dört dizenin ardından vurduğu ‘yunan’ askerinin cebini karıştırırken bulduğu mektup ve resimlerle kendi yaşamı arasında özdeşlikler kuran bir Türk askerinin duygularını anlatışıydı. Aslında buna yakın bir konu yıllar önce tiyatroda da işlenmişti. Ben yalnızca bu konu ve yaklaşımı şiirsel bir dile dökmüştüm. Konunun önemini vurgulayan ilk dört dize şöyleydi:

          ‘Damarımda Elen kanı dolaşıyor’ diyen değerli dostum
                       Ve
          'Damarında Türk kanı dolaşan’ ben
          Ve aramızda milyonlarca insan
                     Damarlarında
                             İnsan kanı dolaşan.



Bu şiir müthiş öfkelendirmişti sorgucuları. Kafalarında binbir çeşit senaryolar üretiyorlardı; örgütün Yunanistan ayağından tutun da Yunan casusluğuna varana dek. Oysa ki iki ulus arasındaki yarışmaydı söz konusu olan ve devlet içindeki birçok kesimden de destek görmüştü o güne dek. Ama bunu o kafalara anlatmanın olanağı yoktu. Bir süre karşılıklı didişmeden sonra söz yine döndü dolaştı örgüte geldi:

‘Evet söyle bakalım, hangi örgüttensin?’ dedi sorgucu başı. ‘Hiç birinden’ dedim son derece rahat bir biçimde. ‘Ya tamam’ dedi bu kez ‘anlıyorum, örgüt üyesi olmayabilirsin ama içinden muhakkak birine yakınlık duyuyorsundur. Hangi örgütün sempatizanısın. Ne var bunu saklayacak. Bak örgüt üyeliğiyle suçladığımız yok.’

Bu 12 Eylül’ün en çok başvurduğu üçkağıtlardan biriydi o dönem. Size örgüt üyeliği dayattıklarında bunu kanıtlamakla yükümlüler. Bir sürü örgütsel belge, silah, örgüt içi konumunuza ilişkin kanıtlar v.b. Hele sizin örgütsel bir organik bağınız yoksa bunu kanıtlamaları olanaksız. Bu gibi durumlarda işkence altında alınan ifadeniz de pek işlerine yaramaz. Uzun bir gözaltı süresi de geçirseniz sonuçta aklanırsınız. Ama örgüt sempatizanlığı farklı bir durum. Hiçbir kanıta gerek yok, ‘ifadeniz’ yeterli. Dayayıverirler önünüze beş yılı. Bu ilk numara. 12 Eylülcülerin en çok kullandıkları ikinci üçkağıt ise şuydu: Diyelim hiçbir ilişkiniz olmadığı halde üzerinize bir suç bindiriliyor. Ve yine diyelim ki bu suçu gerçekten ‘işlemiş’ olsanız sekiz yıl hapis yatmanız gerekiyor. Sizi sekiz yıl yatırıyorlar, bu süre içinde tutuklu olarak yargılanıyorsunuz. Uzun dönemlere atıla atıla sekiz yıla yayılan yargılamanız sonucunda aklanıyorsunuz. Ama sonuçta aklanmasanız bile zaten o suçun karşılığı olan sekiz yılı da paşa paşa yatıyorsunuz. Bu o dönemde en çok kullanılan 12 Eylül yöntemiydi. Bu uygulama özellikle TKP ve DEV-YOL toplu davalarında bolca kullanılmıştır. Çoğu suçsuz bulunmasına karşın bu davalardan hemen her tutuklu uzun yıllar cezaevlerinde kalmışlardır. Özellikle de DEV-YOL toplu davasının yakın zamana doğru bitmesi de bunun canlı bir örneğidir.

Sonuçta, onca uğraşmalarına karşın ifademe ‘örgüt sempatizanı’ sözünü sokamadılar. Buna kızan sorgucubaşı sert bir ses tonuyla ‘yani hiçbir siyasetle ilgin yok. Solcu falan da değilsin. Atatürkçüsün öyle mi?’ dedi bağırarak.

‘Atatürk konusunda bakış açılarımız farklı’ dedim işi alaya vurdurarak. ‘Şimdi, öyleyim desem de nasılsa inanmazsınız. Sol düşünceyi savunuyorum. Yıllardır böyleyim’.

İşte o an gözlerinden ışıl ışıl neşe saçarak büyük bir mutluluk ve sevinçle yerinden sıçradı sorgucubaşı. Ne yalan söyleyeyim, onu bu halde görmek beni de mutlu etti. Demek onlar da gülebiliyormuş.

Yineleme gereğini duydu. ‘Solcusun?’ Büyük bir hazine bulmuşcasına yüreğindeki sevinci sürdürerek. ‘İyi de ne var bunda’ dedim ben de, ‘suç mu?’ Sorgucubaşı da gaza getirmeyi unutmuyor ‘yok, değil tabi ki. Ama nedense kimse bunu söylemek istemiyor. Kime sorsak Atatürkçü’. ‘Bence de’ demek geldi içimden fakat bu kez o eşek arısı dilimi tutmayı becerdim. Başıma ne geldiyse hep onun yüzünden gelmedi mi?

Bizim sorgucubaşı hiçbir fırsatı kaçırmıyordu. ‘Eveeet..şimdi gelelim örgüte’ dedi, gözümün gözbebeğine gözlerini dikerek. Ben de aynı bakışla ‘yok, gelmeyelim’ dedim. ‘Yok çünkü.’ Bu sırada elinde uzun köstekli saat zinciri olan, zinciriyle başıma vurarak hatırlamamı sağlamaya çalışıyordu.

Uzun uğraşlardan sonra ne ‘örgüt üyesi’ ne de ‘örgüt sempatizanı’ sözünü kabul ettiremeyen sorgucubaşı, sonunda uğraşmayı bıraktı.

Yazıcıdan yazılı ifademi alıp önüme attı. ‘İmzala’.

‘Önce okuyacağım’ diyerek inatçılığı açığa çıkardım. Hayret, gerçekten de hiçbir ekleme yoktu elime tutuşturulan kağıtta. Sözcüğü sözcüğüne söylediklerim yazılıydı.

İmzaladım.

Doğal olarak böyle bir ortamda rahatlamam, kuş gibi hafiflemem gerekirdi odadan çıkarken. Tersine, altınca kata çıkarken bütün yükler omuzlarıma binmişti. Tepeden tırnağa elektrik yüklüydüm. Kafamdaki tek düşünce onca elektrik stoğuna karşın bu ek elektriği nereme sokacağımdı.

Çünkü, gündüz yırtmıştım ama bunun gecesi de vardı. Ve gece yarısından sonra, geri götürüldüğüm emniyetin en tepesindeki mahzen, insanın kanını donduran bir zille gerçek bir mahzene kapılarını açıyordu. Ortaçağ karanlığına, engisizyon işkencelerine, güneş yüzü görmemiş mağara devri adamlarına kapılarını açıyordu. DAL’a..

DAL. Bilimi ayaklar altına alan açılımıyla ‘Derin Araştırmalar Laboratuvarı’…emniyet içindeki resmi yazışmalardaki kısaltılmış adıyla ‘D Grup Amirliği’.

‘Derin Araştırmalar Laboratuvarı’ çok da bilim dışı sayılmaz aslında. Aksine birçok ‘araştırmaları’ bilimin sınırlarını zorlayacak düzeyde. TSE’de bile nesnelere, yapılara uygulanmayan ‘deneyler’ burada sizin üzerinizde yapılır. Dayanıklılığınızı ölçen, zorlayan testlerden geçersiniz. En önemlisi, DAL, insanları iz bırakmadan ortadan kaldırmanın, ‘buharlaştırmanın’ merkezidir. ‘Faili meçhuller’ DAL’da ‘icat edilmiştir’.

Bu nedenle içim sıkıntılarla doluydu yerime götürülürken. ‘Çok kolay’ olan bu gündüz sorgulaması ‘tatminsiz’ bırakmıştı beni. Büyük olasılıkla DAL’ı da. Gece yarısı konuklarımı beklemeye başladım. DAL’ın dalına binmiştik bir kez. Ya bu DAL, bizi savurarak yok edecek ya da bindiğimiz bu dalı düşmeyi göze alarak kesecektik.

O gün morallerini bozmamak için arkadaşlara sıkıntımı belli etmemeye çalıştım. Gelen giden olmadı da.

Ertesi gün, akşam saatleri. Ben yine pencerelerin önünde Ankara’yı ‘dinlemeyi, yaşamaya çalışıyorum. Birkaç kişi daha attılar aramıza. Bir-iki saat kadar sonra içlerinden biri pencere kıyısında, yanıma geldi. Sigara istedi, verdim. Elleri titriyordu, bütün vücudu titriyordu. Uzattığım sigarayı alamadı. Bütün duyguları ve gücü gitmişti. Sigarayı yakıp dudaklarına yerleştirdim. İzmir’den gelmiş ve 2 ay yoğun işkencede kalmış. Ayakta duracak hali yoktu. Saatlerce simsiyah pencerelerin önünde dışarıyı ‘izledik.’ İkimizde de oturacak hal yoktu. Kulağımız tetikte duruşundaydık.

Gece yarısını yarım saat kadar geçti. Koskoca bina yine ıssızlığına gömüldü. En küçük bir ses, yankılanan sinir bozucu bir gürültüye dönüşüyordu. Derken..

beklenen zilin sesi duyuldu öncesinde. Demir kapının gıcırtılı, iğrenç sesi böldü geceyi.. ardından salonda yankılandı o beklediğim ses:

‘Semih Özcaaaan…..’

Yalnızca bizimkiler değil, tüm salon ölüm sessizliğine büründü. Bu ses, her yarım saatte bir içimizden birinin adının okunması demekti.

Bense rahatlamıştım. ‘Sıramı’ savacaktım en azından. Şimdi tek sorun, götürecekleri mahzende nasıl bir tavır alıp da ardımdan başkalarının gelmesini önlemekti.

Bir polisin eşliğinde kapıya yöneldim. Demir kapı, hantallığından beklenmeyen bir çeviklikle açılıp kapandı. Şaşırmıştım. Saniyeler belki de saliseler içinde o çok kısa an içinde, bir silüet halinde babamı görmüştüm.

İçeriye alındığımı öğrenince Ankara’ya gelmiş, birtakım tanıdıklar ayarlamış ve saliseler içinde de olsa, gecenin bu saatinde beni görebilmeyi başarabilmişti. Anlatılmaz, yazıya dökülmez bir sahneydi. O an, yıllar önce okuduğum, şimdi kime ait olduğunu anımsayamadığım bir tanım uyandı zihnimde. İmge’nin tanımı. İlk aklıma gelen bu oldu. ‘İmge’ diyordu tanım, ‘hızla giden bir trende göz ucuyla görülenlerin özelliği’… Ben de az önce, İmge’nin tanımını görmüştüm babamın silüetinde. Üzüntünün, kuşkunun, nefretin, korkunun imgeye dönüşen resmini görmüştüm o bir anlık görüntüde.

Yalnızca görüşmekle kalmamış, polisler 3-4 büyük poşet de sıkıştırmışlardı elime. İçi sigara, bisküvi, süt ve çikolata kaynıyordu. Gözlerim yaşardı. Geri döndüğümde salona sinen ölüm sessizliğini bağırarak yırttım ‘Cenazede misiniz lan. Kendinize gelin!’ Beni karşılarında gördüklerinde şoka girdiler. Bense bağrışımı sürdürüyordum:

‘Dal mal yok oğlum, bunlar var!!!!!’

Poşettekileri çıkarıp çıkarıp salona savurmaya başladım. Şoktan kurtulanlar sevinç gözyaşlarına boğulmaya başladılar. Kimi gülerek ağlıyor kimi boynuma sarılıyordu. Kimisi de düzelememiş, mahzun mahzun köşelerinde oturmayı sürdürüyordu. Bizimkilerden Ümit’in yanına gittim. O da hiç tınmamış, kendi halinde bir köşede dalgın, öylece oturuyordu. ‘Sana noldu’ dedim, poşetten elime ilk geleni ona uzatırken..
‘Hiiiiç..’ dedi, ‘az önce yaşamımdan 20 yıl gitti’.




(*)  Bu yazının ilk iki bölümü 2011 yılında cerideimulkiye.com'da yayınlanmıştır.



dizin    üst    geri    ileri  

 



 31 

 SÜJE  /  Semih Özcan  /  yirmi şubat iki bin on dört     2