DENEME

Çağrı Dahbest  





 

NASIL OLDU DA!


Var-lığa ilintilendirilen anlamların var-lığa geçişi üzerine.


                                                         - İKİNCİ BÖLÜM  -


Bi’ yer var henüz bestelenmemişken bir yanda da yazılmamış öykülerin yaşandığı bi’ yer de var. Bi’ tavan da var gözlerin içinde yanarken halen içinde yaşanan öykülerin yaşandığı, özlendiği bi’ tavan da var. İyi de... İyi de bi' hayal de var halen yaşanmamış bi’ sessizliğin mezarlığa gömülü kalışı gibi bi’ hayal de var.

Nasıl oldu da göremediğim anların içinde, nasıl da oldu sadece gömülen göçebelerin görkemleri göründü. Niye böyle üzgünsün, hislerin yitirilip, yerine düşünce aldığı için mi? Yoksa düşünerek, hissedilmeye başlandığı için mi? Şimdi göründü sahile vuran ölü bedenlerin göçmüş halleri! Çünkü kavramların, akla girdiği her an, hislerin yerine düşünceler alıp yaktı her şeyi! Tıpkı tanrı gibi, tıpkı ideal olan her şey gibi!

Şimdi bilindi belki de mana! Belki de şimdi doğuyor güneş! Yine de içimdeki güneş öylece batıyor! Tanrıyı ve şeytanı bu yüzden mi öldürdük! Bu yüzden mi konuştu insan bir anda! İşte bu yüzden görünmedi ki! İnsan konuşunca görünmedi! Âh nasıl da yine üzgün, nasıl da ağlıyor, sanki kendisi için olan şeyi kendisiyle öldüren asla kurtulamıyormuş gibi! Tıpkı öznesini, öznesiyle anlamaya çalışan bi’ çocuk gibi nasıl da oynuyor öylece akılla, nasıl kurtulabilsin ki! Tanrı ölünce, yerine gelen tanrısallığıyla tanrı olmadı mı? Nasıl da tanrı olan bilmez her şeyi, nasıl da olur!

SESSİZLİK! Müziğin içinde tragedya! SESSİZLİK! Mağaralara saklanan örümceklerin şarkısı! SESSİZLİK! Kendisini bilmeden kendisiyle oynaşan uyumsuz millet!

Artık konuş! Konuş! Neden sustun içimdeki ses! Nasıl oldu da sustun sen! Tanrı sen miydin yoksa? Sen mi? Nasıl kıydım sana bilmeden... Yoksa sen giderken arkandan “gece türküsü” ‘nü mü bıraktın? Etrafta sanki “gece türküsü” ‘nün tınıları var, müziğin oluşuna karşı hiçbir şey duymadım! Tını vardı! Müzik vardı! Ama hislerin yerine düşünceyle bulanmış hislerin dünyasında yoktu! Çünkü yalandı! Aklımdaydı müzik! Duydum! Bildim! Sezdim! VE HİSSETTİM! Zaman yitip giderken, nasıl da notalar üst üste binmedi, diye düşündüm! Nasıl oldu da müzik, zamanı yarattı işte bunu duyumsadım! Var etti bir anda kendini! Hiçlikten var-lığa çıkan şey, müziğin tanrısallığıyla yüceltilen zaman oldu. “İyi de zaman öldü,” Ölmedi aklım, ölmedi! İdeal zaman öldü! Her ideal olanın, tıpkı hristiyanlık ve islam gibi sahtekârca yaklaşmasını bildiğim gibi reddettim reddedecek bir şey yokken! Reddederiz de olmayı!

Aklım, ben sana uymazken, sen bana nasıl oldu da uydun! Ben kimdim ki, aklımdan ayrı, karşı çıktım ideal olanlara! Oldu! Çünkü bilim çözemez! Felsefe açıklayamaz! Din kurtaramaz! “Öyleyse, aklında, ben de bi’ ideal olarak ölüyüz senin için” Yoktun ki benim için, bir anda eserken sustu rüzgâr, bir anda belirdi güneş tepemizde! Parladı her şey! Gece parlarken göründü! Parlak olan her şey bir anda belirdi! Göründü... Çünkü bilindi! Bilinen; göründüğü zaman değil, fark edildiği zaman parladı! Müzik bizi var etti. Ruhun tragedyası, Müzik! Müzik! Çünkü zamanı, zamansallığıyla var etti. Neliği ve mekansallığı olmadan çıktı! Öznesini, özneden bularak çıktı! Her şeye karşı çıktı! “Her şeye karşı çıkma, savaşma, savaşma, dendi!” Savaş yok! Yokken olmaz savaş! Her şeyden daha net ve açık olan, tek var-olan şey Müzik! Bu yüzden her şeye karşı yeni bi’ ideal var! Bi’ MÜZİK var! “Tanrının ölümü gibi” ölümü gibi aklım. Yine de içim susma, sen susma ki “gece türküsü” ‘de susmasın.

-Tanrı yok... Yok işte! Onu tekrar öldürdünüz yüz elli yıl evvel gibi şimdi de! Ben de yaşayamam artık!

Görüyorum az evvel gibi şimdi de, perdeler açılmış, tavan erimiş bir anda, öldü tanrı, eridi her şeyimi tutan bi’ şeyim! Köklerim söküldü, içime doldu bahtsız musiki, azımdan çıktı tüm küfür! Hüzün kapladı yine!

Şu sessizlik, dediğim sesin içinde nasıl da boğuldu cümleler, nasıl da oluyor bu olanlar oluşmadan! Niye abacıya verilen bi’ bez parçası halen satılmadan geri iade edildi. Neden kapandı kapılar, neden kadınlara yüklendi bunca acı!

Kapılar kapandı... Kafamın kalbi kana kandı...

Kadınların kahırları kargaşaya karıştı... Karnımı kahkahalar kaptı!

Çalındı her şey, sanki, şey olanlar şekilleşti, zaman geçmeden şekilleşenler şeyleşti. Kimse bilmedi! Kimse görmedi! Hiç kimse anlamadı! Tanrı ve şeytanın ölümü gibi oldu her şey! Şekli olmayanlar hiçliğe gömülü kaldı! İnsan... İnsan bitti artık! Duyun, duyun insan da öldü artık tanrısıyla birlikte! Yittirdi her şeyi insan, yetti artık insanın kattığı anlam, yetişti anlamsız manalar insana, yeşerdi belki de manalı ahenkler insana, yetim kalan kavramlar arşa çıkıp düştü hiçlikten insana, yeniden doğdu belki de insan! Ne çabuk geçiyor, ne çabuk anlamını yitiriyor her şey, ne çabuk oluyor olanlar, olanların dışında nasıl da olmaz oluyor var-olanlar! Nasıl da küstahça şey bu anlam! Nasıl da karmaşık her şey, sanki bi’ koydan yıldızlara bakarken humasey-i fıtriye akıyor gözümden, dostum... dostum benim, sen de üzgünsün ama ben de çok üzgünüm, ben de... Senden kopmak, senden ayrı hayaller kurmak, nasıl da bitti her şey senden ayrı, nasıl yitirdim her şeyimi tutan bi’ şeyimi... her şeyimi tutan bi’ şeyimi... Âh nasıl da yine üzgün, nasıl da ağlıyor,


-Tanrı yok... Yok işte! Onu tekrar öldürdünüz yüz yıl evvel gibi şimdi de! Ben de yaşayamam artık!

Tanrının ölümünü sen de mi gördün! Söyle, sadece sen kaldın! İkinci yalnızlığım bu benim! İkinci! Ölmüş müydü az evvel gibi şimdi de tanrı? Söylesene!

-Öldü... -Ağlama. Gel... Sarıl bana!- Çekil üzerimden... Öldürdün onu! Nasıl yaptın! Bak, bak... Hep senin yüzünden öldü insanlar! Sırf... Sırf kendi menfi hislerin için tanrıyı öldürüp, diğer insanların elinden de tanrıyı aldın. Ve... Beni halen ağlatıyorsun! Ağlatıyorsun Dahbest... Ve inan... inan ki benim de elimden aldın her şeyi! Kendi kurtuluşun için herkesin ölümüne bi’ şey oldun. Şeyleştik Dahbest! Şeyleştik... -Ağlama! Ağlama!- Ve şimdi nasıl küstahça bu şeyleşmeye aklında cevap arıyorsun! Nasıl da beni dinlemeden yine kendini düşünüyorsun! Biliyorum! Biliyorum! Hazel Dahbest’i öldürdüğün gibi beni de öldüreceksin. Çünkü senin tanrın yoktur Dahbest! Senin şeyleşen tanrıların vardır! Ve ben de... Ben de artık kendi tanrımı öldüreceğim! Seni öldüreceğim Dahbest, seni! Parlayan belime düşen ışıklar... Boynuma bakarken gördüğüm huzur! Yere bakarken düşürdüğüm gözyaşlarım... Bak... Zaten sevişmekteki tek gaye aşk değil de bi’ savaş değil mi? Sana savaşmamayı söyledim birçok kez ama bilmemiz gerekiyordu ki ilk savaş sevişmeyle başladı! Hırıltılar, sırtlara çizilen tırnak izleri, boyunların öpüşerek morarması, En büyük savaşı, savaş yokken vermeye başlamışız Dahbest... -Sus... Sus...-

Ölüm yoktur ki doğmayan güneş olmadıkça, yaşam yoktur ki batan bi’ güneş olmadıkça, ben hem güneş, hem de geceyi içime aldım, gönlümü açtım meydan savaşına,nasıl oldu da bilmezler, nasıl oldu da görmezler, onların reddettiği yaşamın, onlara öğreti olarak gelen intihar olduğunu! Nasıl da bilmezler! Şimdi Tanrı uyanmalı! Uyanmalı tekrar Tanrı! Şeytan ayağa kalkmalı! Görmeli her şeyi yaşam! Tatmalı Tanrının tuzunu! Hissetmeli şeytanın şekerini! Onlar bilmeli olanların tanrıdan ve şeytan geldiğini! Bilinmeli artık Tanrı ve Şeytana muhtaç olduklarını! Onlar sadece bildiklerini sanıyorlar... Sanıyorlar, sanrılar sarıyor sarmaşık sapkınlıklarını. Bilmeli bu reddedişlerin sahipleri, reddediliş tarafından onlara bu reddedilişin verildiğini! Nasıl oldu da görmezler! Nasıl oldu da bilmediler benim infazımın bi’ intihar değil de bi’ bengilik olduğunu!

Yine de müziğin ruhu beni yargılamayı seçti, korkmadım ki siz korkaklar gibi, çıktım işte karşısına, esen rüzgârın içinde masum her şey gibi şeyleştirmekten ötürü benim de yargılanmam gerektiğini! Göremedim, gözümden kaçmış, insan, kendisine kendisiyle anlayıp ona anlam katamayan sefil bi’ yaratıktır artık! Gönlüm... gönlüm... KONUŞ ARTIK İÇİM, çok yalnızım!

Yüzüme rüzgâr çarpmıyorken, gözüme ışık dolmuyorken geldi ses,


“Var-olanlarla yaşayıp, var-olmayanlarla ölen bi' insandan başkası değildi insanlar. Yine de hep şu var-oldu aklımda olmazlığıyla. Her şeye hâkim olduğunu sanan, her şeyin uyacağı anlamı bilmesi yanlıştı. Bundandır, fikrin ve eylemin anlam bütünlüğünden doğan figanlar, galiba kullanılan dildi yanlış olan. Şimdi benim ne haddime sana konuşmak... Ne haddime tanrımı öldüren senle konuşmak! Bir anlamda anlam kazanan kelimenin diğer bi' anlamda anlam kazanamaması şimdi senin suçun! Tanrı bize böyle bir alçaklığı yapmazdı! Yapmaz!”

Gitme... Gitme... Ses gitme! Hangi tarafa gitmem gerekiyor! Hangi yoldan çıkmam gerekiyor! Hangisi! Hangi tavanda olmam gerek! Hangi tavanda o yer! Hangi öykü yazılmadı henüz! Neredeyim şimdi böyle susarken! Kendimle yapayalnız kalırken yine nasıl oldu da yalnız kaldım...

Ben... ben... ben... ben... Nasıl oldu da... Ben... Ben... Nasıl oldu da... BEN NE YAPTIM! NE! Kendi kendimin kemirgenliğini keşfetmişim, kendimi anlamadan nasıl da yitirdim her şeyimi! Tutan bi’ şeyimi!

-Katilsin sen, dedi üzgün kız.

“Katilsin sen,” dedi içimdeki ses,

Uzaklardan bi’ uğultu geldi, sen bizim kurtarıcımızsın, dedi tanrının ve şeytanın gölgesi. Sen... Bizi insandan kurtardın! Tekrar göz yaşı dök, yaşama aksın içindeki seller, yığılsın gökyüzündeki yapraklar, çınarların boynu bükülsün, böğürtlenler üzerine sıçrasın, yol kenarına yığılan çınar yapraklarının kokusu üzerine sinsin, işte o zaman bi’ katil değil de var-lık sahibi olacaksın!

Ya şimdi neyim? Ya şimdi!

Uzaklardan bi’ uğultu geldi, sen bizim kurtarıcımızsın, dedi tanrının ve şeytanın gölgesi. Sen artık şeylikten kurtuldun. Şeylerin de şekillerini öldürdün! Artık sen var-sın. İliklerine kadar var-lığını tat! Bil her şeyi! Gör her şeyi! Hisset şimdi! Ve... Ve artık inan var-lığına!

Nasıl oldu da bunlar oldu! Tekrar tanrıyı kale aldım ve tekrar doğdu gözümdeki ateş! Nasıl oldu da büzüştüm şimdi. Sen de mi gittin! Sen de mi? Ya sen? İyi de...


Sana hep tapmak isterdim, seni takip etmek için var-olmak yeter, dedim.

Seni her zaman da görmek isterdim, seni olan olarak altı çizili cümlelerle kavraya bilmek için var-olmak yeter, dedim.

Şu ucu görünmeyen denizde görünen olan ol, diye

Şu kuruyan derenin içinde yaşayacak olan ol, diye.

Sadece tek olan, gözlerime dolan gözler olan ol, diye...

Her derenin denize karışıp, kaybolduğunu, dereden anlamsızlığa kaydığını, sana asla gelemeyeceğimi bilerek de olsa, bu olan olarak gelmek için olduğumu bilen ol, diye! Var-oldum!

Her adımımda tavandaki ışığına vardım!

Adımlarımın bıraktığı takırdaya vardım!

Beni olu-ver diye görürken, olan asla olacak olarak olmayacakmış bunu öğrettin.

Çünkü her adımımda, adımında seni takip ettiğimi, zaten var-olmadan önce var-olduğunu görürken öğrendim!

Çok uzakta değil elbet insanın var-lığı bunu öğrettin!

Kendime ulaşmak, kendisini kendisine bıraktığına yakın olmak, sana tapmak,

Göz yaşlarım düşerken sana... sana... sana...


İyi de... Nasıl oldu da böyle oldu?


-Yaşlandım. Yaşlandım şimdi. Az evvel belimden parlayan ışıkların uhrevi manasını görüyordun, şimdi bilmedin ki yaşlandığımı. Yaşlar akmaz senden, yine de yüzündeki ekşimeyi gördüm, benim taze kanıma kandın, bedenlerinden ayrılan bedenlerine beden giymek için çırpınan erkeklerden oldun, vicdanına yenilmemek için halen bana şiir mi okuyorsun, nasıl da küstahça, nasıl da sen olmuş bi’ tanrı, senin içinde yaşayan tanrı da küstahlaşmış sen gibi, tanrın ölürken ne çok şey çalmışsın gözyaşlarının arasında, ne kaldı ki? Ne? O da senden çalmış insanlığın şeylerini! Nasıl da buruşmuş belimden tiksindin, tiksindiniz şimdi, nasıl da iğrendin benden! Halen ne söylemeye çalışıyorsun, ne? Tanrı da sendin, şeytan da sendin, sen de sendinsin! Alçaklar, yükselmeden alçalan mabud’lar. Ağlama demiştin, diyorum ya şimdi gülüyorum, diye, sen de az evvel gibi şimdi de tanrıya diyorsun, şimdi ağlamıyorum, diye. İşte Dahbest, ben de şimdi sana diyorum, son gözyaşımdı bu, şimdi gülüyorum,

Sessizlik... Bi’ kuş gibi! Sessizlik... Bi’ gözyaşı gibi! Sessizlik... Bi’ tavan gibi!

Şimdi ben de bittim!

Her anlam kazananın ahı mutlu olmak için çırpınan insanlarda görülüyor. Yaşamı kaçırma güdüleriyle, bir an olsun yaşayabilmek için deliren insanlar görülüyor. Diyorum ya, bu dünya da ne bir şey kaçar, ne de bir şey yaşanmaya tabidir. Sen de tanrı gibi ölmen gerekiyor! Tanrı hepinizi lanetlemiş. Üçüncü yalnızlığım başladı az evvel gibi şimdi de, ve bitti şimdi! Her şeyimi yitiriyor olmamla yaşamımı da yitiriyor olmam gerekmiyordu!

Bitti... Kulaklarım duymuyor artık! Gözlerim görmüyor artık! Dilim hissetmiyor artık! Kalbim atmıyor artık!

Sessiz ve karanlık olu verdi, Hazel Dahbest’in yağmurlu gece vakti salındığı uçurum belirdi! Tavandan da kaçtım. Parlayan belinden de! Ve her şeyden kaçtım şimdi! Ağlamıyorum ama yüzüm ekşi belki, belki de ölüyorum! Yaşlandın, evet yaşlandın ama ben seni zaten göremiyordum, sadece sen kendini taze görürken benim de gördüğümü sandın! Anlam ve anlama bitmemiş! Bunu her şey gibi tekrar öğrettin! Bitti... Her şey bitti şimdi! Tanrı da, şeytan da, sen de gidin! Ne çok sevdiniz beni, ne çok savaş verdiniz içimde! Sevmek, akla açılan en büyük savaştır!

Zaman geçti, şimdi ve az evvel gibi, duyun ahali, duyun ahali şimdi! Her şey yitip gitti! -Nasıl oldu da bunlar oldu, dedi ahali- Halen görmediniz mi? Dedim. -Hayır, görmedik, dedi ahali- Ne güldüm... ne ağladım! Ekşimiş yüzümle, işte... bu yüzden, dedim... Dedim ve bitti başladığı gibi her şey!




Her şeyden sonra sessizleşen zamanın içinde son bi’ not;

Çok zaman geçti her şeyden ve her zamanın üzerinden! Sözler biterken canlandı her şey! Bi’ şeydense, hiçbir şey daha kolay anlaşıldı. İşte, her şey bu sözlerle yalnızlığa kala kaldı. Acınası ama... Anlayanların ötesinde kalakaldılar!

***

Anlam ve anlama üzerine şunu demekte büyük bi’ pay var; İzah olarak anlayamadım, bi’ başkası da pek anlayamaz, ortada olmayan bi’ şeyin izahı da olmaz. İyi de niye içimde ki şey hüsran olurken, şey üzerine olan izahın kendisi hüsran olmuyor. Eğer benim içimde bütünleşiyorsa anlamın kendisi, anlama yetimle nasıl oluyor da ben yıkılırken izah halen ayakta durabiliyor?

Her şey, diye bahsettiğimiz şeyin içindeki şeylere, anlamsızca durmalarına karşın anlam yükleyen bizlerin, bizden öte diğer insanlar tarafından atfedilen anlamlarda kendi anlamlarımızı anlamalarını beklerken bulamayışımızdır yalnızlık. Bu yüzden Rusya’da, “yalnızlık soğuktan dahi daha soğuktur,” dendi. "Ucun bucağın belli değil, seni sevmek ne mümkün! İçinde ne yaşamak ne de ölmek mümkün ey Rusya,” diye devam etti! İnsanın insan olarak insanlığını paylaşamamasındaki büyük ahkamda yalnızlık! Bu yüzden doğuyordu bu yalnızlık çünkü kendi kendisini anlayarak, kendisine anlam katamadığı takdirde bi’ hayvan olmayı kabul etmiş olacakken, kendisinden ayrı ötekisi bunu asla kabul etmeyecekti mantığımıza ters düşen bazı kanunlar gibi! Ama bu böyleydi işte! Mantık ve anlamın ötesinde bi’ durumdu! Kala kalmaktı; insan olarak insanlığını ortaya koyamayan kişide bulunur yalnızlık, insanın, insan olamayışıdır yalnızlık.

Eğer duran şeye anlam yüklenecekse, bu şeye de biz anlam yükleyip, ortak bi’ anlamın bizlere savrulmasına anlamsal diyeceğiz. Öyleyse, anlayanların ötesinde kalakalanların anlamlarını her an hissetmek... Daima yalnız mı kalacağım?

Her yalnızlığın bi’ ağırlığı vardı! Ne orada ne de burada! Neva nehrinin kenarısında yürürken hafifçe esen rüzgâra karşı iki yalnız kişi karşılaştı. Uzaktaki, kısa saçlı bi’ kadın, yakındaki, ince omuzlu bi’ adamdı! -Uzaktaki, kimin için uzak, yakındaki kimin için yakın, bunu ben de göremedim! Özne yokken, anlam bu denli sahteydi işte! Öyleyse, “ben” ödevi, en önemli ödevlerin içindedir. Anlam veremedim.- İkisi de yere bakıyordu. Rusya’nın ağır soğuğu eserken kadının eteği dalgalanıyor, adamın ince vücudu sanki etrafa saçılıyordu.

Adam,

Yitip gitmemeliydi yaşam bi’ anda, gözlerinin içinde bitmemeliydi her şey, nasıl da hüzünlü bi’ gece, nasıl da buruk ve kırık, üzgünüm, diyor uzaktaki, bilmiyorum, diyor yakındaki, ne zaman ayrıldık bu denli, ne zaman koptuk birbirimizden, bilmiyorum ki nasıl söylesem, bilmiyorum ki şu gözyaşları ne denli gerçek, yaşamak, yanına hafifçe uzanmak ve yaşlı bedeninin huzurunu sezmek, yalnız bırakma beni, çok oldu belki de, çok oldu üzülmeyeli... ve bi’ şarkı çalıyor, nasıl da ölüyor insan, nasıl da yitiriliyor anlam, insanlık, kişilik, bunlar adice üstadım, sar beni kendine, sarıl bana, bırakma, korkmam hiçbir şeyden ama hüzün korkutur beni, ve inan, nasıl da içim acıyor bi’ bilse yaşam, o zaman durur işte bir anda, sanki duracak, belki de durmayacak, öyle çok acı varken niye durmadı ki? Durmaz... Durmaz... Ben yine bu geceyi atlatırken karnımın ağrısını parmaklarımla ısıtarak geçirmeye çalışacağım! Ya o? Ya onlar? Dünya... Dünya... Ne çok ihtişam saçıldı sana! Ne çok sevildin bilmeden ne de çok öfkelendiler sana! Ne de çok küfür ettiler. Ben diyecek bir şey bulamıyorum sana, biliyorum çünkü, artık biliyorum, sessizliğin tek gerçek olduğunu biliyor, yine de üzgünüm işte... ah benim büyüklerim, ne de güzel demiştiniz, “tanrı ve şeytan bir araya gelse zaten beyaz ve düz bi’ kâğıttan başka bi’ dost veremezlerdi sana,” diye, öyle büyüklerim, keşke birlikte olsak, ben Rus çayı içerken, siz öylece Rusya’yı yıkıp tekrar kursanız dillerinizle! Öyle... inanın sizi özlüyorum ben, ne diyeyim ki artık... Anlam ve anlama yokmuş insanda! Yokmuş! Bazılarının asla yaşamaması gerektiği kanunu gibi yokmuş!


SAFKTAKİLERE KARŞI SON SÖZLER

Sessizlik eserken aklımın içinde, rüzgârı hissettiğimi bilirken adilikle suçlamıyorum artık bir şeyi, çünkü hissetmekle-düşünmek artık kaçınılmaz bi’ bağ içerisinde! Artık ideal olarak toplumda var-olan her şey, idealsizliğin sonuncunda dahi geri dönüşümde var-olmaya devam eder halde dururken, gözlerimi diktiğim safkta -tavanda- var-olmak yeterlidir.

***

Sevgidir şimdi bizi yücelten, cevap menfidir aklımıza, belki de vardır gözlerimizde bi’ hidayet, yoktur işte yaşamın yaşanmaya değer bi’ yaşantısı, belki de vardır kişilerin gözlerinde bi’ yaşam, yanarak yaklaşan yalanlar da vardır, belki de vardır güzelliğiyle gülen gübrelerin günahında, bundandır bildiğimiz tüm her şeyin gerçeklik tartışması, belki de bundandır iki kişinin gözleri arasında kalan yere gerçeklik deme hissiyatı. Bu yüzden sadece safktakiler bilecek ve anlayacaktır son sözleri! Bu yüzden sadece onlar bilecektir bu söylemleri...
Bi’ çınar yeşerdi! Etrafta sadece bi’ müzik çalıyor, sadece bi’ müzik! Nasıl da sessiz şimdi tüm hüznün üzerine an, nasıl da durdu şimdi her şey, şu yalnızlık, diyemediğim de aklımda dönen kelimelerin hikayeleri, âhlak, din... görünen, bilinen... saçmalayıp da bilinmeyen ve güvenilen her şey nasıl da sessiz şimdi aklımda, nasıl da göründü bir anda, nasıl da sessizce görünüyor köşesinde. İşte, işte o benim, sokak lambasının hafifçe çarptığı yatağa uzanarak gözyaşı dökerek cümleleri okuyan ben, nasıl da göründü şimdi gözüme safktaki uzletin kapısı! Nasıl da belirdi silüet şimdi!

Her şey az evvel gibi şimdi eridi! Kurtuldum, diye bağırma ihtiyacı dahi yok mu? Bilmem ki! Ne önemi var, karşımda öylece baktığım ben isem, yaşamamakla da bir şey kaybetmiyor oluşumun ne önemi var ki! Elimdekiler, nasıl da tavana doğru yükseldi, sanki başka bi’ göz belirince bozuldu her şey! Bu sefer niye bozulmadı bu an, şimdi gördüm işte, kendime baktığım diğer göz de bendim de ondan mı! Ne İlahi arş, ne de yaşam, işte, şimdi uzlete girdim! Kendimi gördükten sonra gördüm girdiğimi! İnandım, var-lığıma inandım!

Anladım işte, sessizliğin içinde haykırarak çağıramaz insan insanı, sevgiyi acı içinde arayamaz, bunların da şeyliğini şeylerin içinde şeyleştiren kişi tarafından kaybettiklerini bilemez. Ne kendileri fark edebilir, ne de kendisinin dışındaki kendileri... nasıl da süzüldü şimdi... Nasıl da anlaşıldı her şey, nasıl da durdu bi’ an da az evvel gibi şimdi de, ve nasıl da durdu çok evvel gibi şimdi de... Oy.... Oy... Nasıl komik bir an, her şey gözümde görününce nasıl da komik!

Şimdi uzunca bi’ sessizlik geçti yanımdan, ama geldi de, zaman sanki şeyleri tutamıyor! Nasıl da yapıştı bu üzerime, üzerine bir şey yapıştığını iddia edenler nasıl da küstah,

“Burası da öyle sessiz ki az evvel gibi, sayfalarım açılırken hep bi’ naiflik var, gocuğumun kalın oluşu, içimi sıcak tutuyor dışımda feryat figan koparken ama bilip de hissetmiyorum, işte, onların soluduğu hava içime girmiyor! İşte safktakilerin uzlete girişi böyle başladı her şey yandıktan sonra! Kimse de cevap vermeyecek, kimse de bilmeyecek, bu böyledir! Böyle, deriz işte!”

Çekil önümden, artık hiçbir önemi yok!

Herkes konuşmak için konuşmuyor işte, ama çokta konuşmak isteyen konuşuyor, düşündüğünü ifade eden düşünürlerin, düşünerek hissetmeye başladıklarını düşünerek neden anlamadılar, anlamadılar ki hisleri düşünerek hissetmeye başladılar, nasıl da üzgünüm onlar için, Ey... ey... Tanrıyı yüz elli yıl önce sen öldürdün ilk, ama nasıl da düşünerek hissetmeye başladın da öldürdüğün tanrıyı tekrara ayağı kaldırdın, bak şimdi tekrar ölüyor tanrı, öldüğü gibi tekrar ayağı kalkıyor, her şey oluyor, olacakta! Ama ben olmayacağım var-lığıma inanırken, duydun şimdi beni ve oturdun öylece...

Nasıl da sessizce ayaklandı kalem, kâğıt yükseldi, gidiyorum, dedim, gitmelisin sen, dedi, gidiyorum, derken öylece gitmiştim zamanın içinde, her şeyden uzağa oldu bu gidiş... Herkesten uzağa... Ve bitti zaman...


Başlangıç

Bazı geceler olunan halin, olmamış haline gitmek ister insan, bazen nasıl da oluyor olacaklar insanın karşısında, kimse yokken gözlerinin önünde. Sanki olmamış tüm olacaklar, olacağını hissettirip, olan gibi görünmesi kadar acı ve gerçek gözüküyor gözlerinin önünde. En büyük yıkım olarak olan, olanın kendisinden çıkıyor oluşacak olan beklenene dek. Çünkü bilinir her eylem gibi olacak olanın gerçekliği, oluşacağı zamana kadar beklenen olanın içinde kendi kendini yiyip bitirmesini. Çünkü bitmiyor, bitmezliğin içinde dahi bitmenin hakikat oluşu varken, bu olanların bitmesi bitmiyor. Çünkü olan, olacak olana çıkana kadar devam ediyor... bitene kadar da var-olan olarak, oluşacak olanlar, olanın önünde öylece olandan başkası olarak kalamayacak olması görülüyor...


Başlangıçtaki Son

İnsanın, insan için, en büyük ödevi olarak diyebileceği, “en büyük yıkım, olandır,” cümlesidir! İnsan olunan halin içindedir daima, olacak olan dahi esasen kendi zamanının içinde bi’ olan olarak çıkar karşımıza, keza bunu anlamakta, zamanın, hem kendisine (zamana), hem de var-lığa karşı işlediği büyük bi’ itirazın yine kendi kendisinin oluşu gibi zor bi’ anlayıştır! Yukarıdaki büyük ödevlerin de bahsettiği tanrı ölümü! Esasen bu soru yanında bi’ hiçtir, çocuk oyuncağı gibidir. Esasen tanrı meselesine, gülmek gerekir kendisi gibi! Çünkü tanrıyı savunan insanların dilinde, kâle alınması gereken bi’ tanrı varsa, tanrının da kendisinin kâle alındığını sanan bi’ oluşu vardır, artık bu ödevlerin içinde tanrı vardır ama dillerdeki tanrı yoktur, ben de gülüyorum dillerde var-olan tanrılarına, onunla birlikte gülüyor, belki bana kimseliğini bilmediğim kimseler “sen kimsin,” diyecektir, merak etmeyin, yine ödevlerin içinde bunlara da gülündü! Bu ödevler, 21.yy’ın kurtarıcısıdır artık.

- yazı sonu -

içindekiler    üst    geri    ileri   


 



 48