Mahir’in babası devrimci etiği tüm hücrelerine yedirmiş ve sindirmiş, asi
ruhlu, ışıklar sönünce bile gerçekleri görebilen, bir konfeksiyon
atölyesi sahibinin tek oğluydu.
Varsıllığa rağmen büyükbabası, Wagnerci bir söyleyişle kendisini ve tüm
ırkını adeta paranın lanetinden arındırmak istemişti. Anlayacağınız, yüz
yıl önce Pierre Loti’nin sevmiş olduğu, şehrin bir beyefendisiydi.
Yoksul akrabalardan birinin kızı evlenme çağına geldiğinde Mahir’in
dedesi hatırı sayılır bir drahomayı bir araya getirir, böylelikle kızın
para yüzünden istemediği birisiyle evlenmesini önlemeye çalışırdı.
Velhasıl zamanın eskizlerini çizdiği bu tersine dünyayı ayakları üzerine
doğrultacak bir enerjisi vardı Mahir’in dedesiyle babasının. Bu umutları
belki bir hayaldi ama güzel, asaletli bir hayaldi bu.
Mahir’in babası, kendi babasıyla birlikte İstanbul’un kalburüstü
semtlerinden birinde oturdu. Annesini daha çok küçükken göğüs kanserinden
yitirmişti. En yaygın vehmi, hayatın bir anda geride iz bırakmadan yok
edilmesi korkusuydu.
İnsan hayatına yön veren zaman nehrinin vahşi siyahına bulanışı, onun
deyişiyle, Mahir’in annesi olan ilk göz ağrısı sevgilisini amansız bir
hastalıkta kaybetmesiyle başlamıştı. Selin’in ölümünden sonra zaman
babasını korkunç şiddetiyle boşluğa, bir “nereye gidiyorum”a savurup
atmıştı.Babası yeniden evlenmişti gerçi. Fakat kendi deyimiyle, sakalının
yeni yeni çıkmasıyla ağarması arasındaki kısacık zaman diliminde hayat
ona başka bir gerçek aşk bağışlamamıştı.
Babasının annesiyle ile yaşadıkları zamanlar kapılardan hiç azade
değildi. Ama o kapılar diğerlerinden farklı olarak, içinden pek çok
mutsuz insanı geçirirlerken nadiren mutlu birilerinin geçmesini
sağlıyorlardı. Daha da kötüsü, o kapılardan sevgililerden çok suçluların
ve katillerin geçecek olmasıydı.
Mahir’in babası, Selin olduğunu söyleyen ve daha yeni başlamış
sohbetlerini hoyratça sonlandıran bu kıza daha ilk günden âşık olmuştu. O
dingin, huzur dolu mayıs akşamında, ileride onun fırtınalı hikâyesinin
kahramanı olacağını düşünemezdi.
Selin’in yüzünden bir dürüstlük, engin, sade bir karakter ve doğruluk
yayılıyordu etrafa. Masalımsı bir tınısı vardı konuşmalarının. Konuşurken
babasının zihninde gerçeklik ve kurmaca algısında gelgitlere neden
oluyordu.
İlk defa şehir kütüphanesinde rastladığı bu kızın daha önce ne okuduğunu
öğrenmeyi ya da onunla konuşmayı başaramamıştı.
Bir keresinde kızı takip etmeye karar vermişti, ama kız bu durumun
farkına varınca öyle onur kırıcı bir bakış atmıştı ki takibe devam
edememişti.
Selin saçlarını Makedon kadınları gibi bağlıyordu. Babası böylesine ilk
defa Üsküp’te rastlamıştı.
Gel zaman git zaman tanışıp kaynaşmışlar, el ele rıhtımlar boyunca
yürürlerken, birlikte nargile içip derin sohbetler yapmışlardı.
Her zaman gittikleri nargileci kahvesine uğrayan çiçekçi kadın, babasını
görür görmez demetten özenle seçtiği gülü alıp Selin’in saçlarına
takıyordu.Gece mavisi kısa bir eteği ve tasasız bakışları vardı çiçekçi
kadının.
Süt gibi beyaz çıplak bileklerine altın bileziklerin çok yakışacağını bu
çiçekçi kadın düşürmüştü Selin’in aklına.Babası daha sonra çil çil altın
bilezikleri beyaz bileklerine takmıştı Selin’in. Hastanedeki son resminde
altın sarısının beyaz soluk tenle oluşturduğu kontrast açık seçik fark
ediliyordu.
Çiçekçi kadın günün birinde nereden bulduğu belli olmayan siyah kırmızı
çizgili bir şalı Selin’e vermişti de sonra parasını gani gani babasından
çıkarmıştı. Siyah kırmızı çizgili şal da hastanedeki son fotoğraf
karesine girmeyi başarmıştı.
Selin dikiş dikmeyi, nakış işlemeyi, evi ve kümesi çekip çevirmeyi,
çiftlik evine bitişik bahçeyi ekip biçmeyi büyükannesinden öğrenmişti.
Çiftlik dediysem öyle ihtişamlı bir yer değildi. Selin’in dedesinin
Balkan cephesinde şehit düşmesinden sonra tarla ve hayvanlar ikisine
kalmıştı.
Anneannesi dedesiyle beşik kertmesiydi. Onları beşikten mezara aynı
ritimde taşıması gereken dalga ona bakması için anneannesini yutmamıştı.
Yaşamlarını aynı ülkede, aynı kentte, çoğunlukla da aynı evde
geçirmişlerdi.
Dedesi, anneannesinin deyimiyle tanrısal işler kotarmış bir adamdı. Tam
da sınırın berisinde olduklarını düşündükleri bir anda Balkan harbi
patlak vermişti.
Birinci harbe kadar dünyada olup bitenler gazetede sayfalarında kalmış,
gelip kapılarını yumruklamamıştı.
Anneannesinin anlattıklarına bakılırsa, ekilip biçilen engin yaylalarda
at binilirdi, kızlar da erkek kardeşleri gibi şevkle, dörtnala at
sürerlerdi. Bu kızlar tıpkı anneleri ve anneanneleri gibi tabanca ve
tüfekle ateş etmeyi de öğrenmişlerdi.
Kısacası Selin, gözü pek, güçlü bir anneanne tarafından yetiştirilmişti.
Yüzyıllar boyu ağır ağır büyüyen, içten dışa doğru bir gelişme sergileyen
kent o zamanlar barındırdığı, iki milyonluk küçümsenemeyecek nüfusla,
bireylere refah ve büyükşehre özgü her tür renk ve çeşitliliği
sağlamıştı. O zamanlar henüz farklı sosyal sınıflardan insanları üst üste
yığmamıştı.
Köklü kültürel değişimlerin yaşandığı on dokuzuncu yüzyıl İstanbul’unun
yükseliş ve çöküş öyküsünü en iyi anneannesi biliyordu Selin’in. Şehrin
yenilginin, hain saray soylularının, köylülerin, Çingenelerin ve
işbirlikçi burjuvaların şehrine dönüşmesini en iyi o biliyordu.
Mahir’in annesi Selin eğitimli bir kadındı, Hıristiyanlığın birleşmiş
prensliklerinin Türklerden kurtuldukları için şükran duası ettiği
Viyana’da eğitim görmüştü. Almanca ve Fransızca konuşurdu.Mal ve para
canlısı hiç değildi. Maddecilik ruhundan sıyrılıp kurtularak, daha
duru,daha temiz, paranın geçmediği tinsel alanlara erişmeye çalışan bir
kadındı.
Kuru şaraba, hamur işine ve pastaya düşkünlüğünün yanında daha ince
zevklere merakı da vardı. Müzik yapmak da dans etmek de uzun derin
sohbetler etmek de şık ve zarif davranışlı olmak da ince yetenekleri
arasındaydı.
Kısacası Selin, Mahir’in babasına bir dünyaya açılan yolun kapılarını
göstermişti.
Hayat uzun bir yoldu. Bu yol, bu özlem git git bitmez bir uzun fasıldır
ki, bir ucundan tutup anlatmaya başladın mı katlanılmaz bir azap oluyordu
senin için.
Yine de fanilerin ömür hesabıyla yola çıkılıyordu. Herkesin tek başına
bekleyip, tek başına yürüdüğü ve tek başına öldüğü bir sonsuzluk
bozkırında atlar çatlayıp develer susuzluktan ölüyordu vuslata varamadan.
Hatırlamanın eşikleri arasında saklı babanın aydınlık yüzü, seni duygusal
girdaplara sürüklerken, güzel bir alan da açıyordu.
Baban bütün cephelerde mücadele etmiş başarısızlığın tozunu yemiş bir
adamdı.
Sağlıklı bir insandı, ama kalbi hiç izahı olmayan bir biçimde ona oyun
oynadı.
Ani gidişine, hiç beklenmedik ölümüne yanıyordun.
Ölmeden önce son bir doğrulmayla öksürüp boğazını temizlemeye çalışmış
ama adamakıllı vedalaşamamıştı seninle. Okumaya zamanı olmadığı kitapları
hediye etmişti sana.
Ecel anı öncesi, nasıl ki insan başka bir bilinç alanına kayarsa öyle
boşluğa kaymıştı bakışları.
Gözlerinin yerini derin mavi bir deniz almıştı. Sanki sular çekilmişti de
o büyük çukur ortaya çıkmıştı. O lacivert boşluklara neler neler yığmıştı
hayat.
Gömülmeye yakın göz çukurlarının daha da büyüyüp büyümediklerine bakmak
istemiştin de annen izin vermemişti.
Ağrı şiddetlenip bütün göğsünü alev alev kavurmaya başlamıştı. Bu ağrıyı
tanırdın daha önceden. Zamansız ayrılık acısıydı bu.
Başına gelen en tuhaf şey hiç korkmaman olmuştu. Sonraları utanmıştın bu
cüretinden.
Ağzının çevresine köpük toplanmıştı. O gündür bugündür köpük ve
çağrıştırdıkları terk etmedi benliğini.
“Dalgaların çıkardığı köpüğü sever misin?” diye deniz kenarında Nora
sormuştu sana.
Romantik olmak adına evet demiştin. Bu senin son yalanın olmuştu. Babanın
ölüm anına son ihanetin, ebedi paradokslarından biriydi.
Ölenle ölünmüyor deyip kendini kandırmıştın. Bu senin kendine son
kandırmacandı.
Tabutuna atılan karanfillerin nereden toplandıklarıyla meşgul olmuştu
zihnin. O koku bulutunun içinde sen de vardın.
Öleceğini sana önceden haber vermediği için kızmıştın ona. Çiçek
örtüsünün altından kalkıp vedalaşmasını bekledin nafile. Bu yüzden
tabutun vidalanışını engellemek istemiştin.
Seni son bir defa çocukluğunun bahçelerine, dilleriniz morarıncaya kadar
yediğiniz o karadut ağacının altına götürmesini istemiştin.
Bu senin son yenilgin, bir masala son inanışındı.
Son uykusunu uyumak üzere kabristana götürülenin kim olduğunu toprak
önceden biliyordu sanki. Öylesine yumuşak, öylesine buharlı bekliyordu,
kucağını açmış.
Cenaze töreninden sonra, hüküm giymiş bir suçlu olarak seni süklüm püklüm
etmişti zaman. Kalemini kırıp, cezanı kesmişti.
Kilisede geçmişle yeniden dolan gözlerin sözcük kullanmaksızın
konuşuyordu insanlarla. Yolunu onunla birlikte yürüseydin, kim bilir
neler hazırlamıştı sana hayat.
Senin de belki korumayı başaramadıkların olacaktı. Onların kınamaları ve
sana kalıt bıraktıkları meydan okumalarla tek başına baş edebilecek
misin?
Her tabutun peşinden kenti boydan boya aşıp tek başına yürüyebilecek
misin?
Yaşam ağacından kara dut koparıp tek başına ağzını mora bulayacak mısın?
Tek hissediyordun kendini babanla. Herkes bu tekin dışında kalıyordu;
annen bile.
Bir yas, bir ağıt uydurmuştun kendine. Oturduğu sandalyeyi seni bırakıp
gitmesin diye sıkı sıkıya tutuyordun. Söylediği sözcüklere tutunuyordun.
Bu son ikâme, son avuntuydu senin için.
Baban öldükten sonra üvey annen, hayatın bir alanından diğerine yas
duygusu olmadan kolayca süzülerek geçişler yapmış, doya doya çıkarmıştı
tadını.
Özü saf özgürlük olan bir şeyi özlüyordu belki de. Tıpkı bilinmeyen ve
adı konulmamış bir iyiliğe duyulan kökensel yanılsama gibi.
Kızıyordun üvey annene. Seni doğurana olan özleminin hıncını ondan
çıkarıyordun. Bu senin son ikame kırgınlığındı.
Nora sormuştu da babasızlık nedir diye. “Onsuz evin çöker, bedenin
canlılığını yitirir. Sürekli bir meydan okuma duygusuyla yaşarsın. Onsuz
kar yağar sürekli. Tipiler, boranlar, fırtınalar tepinir hayatında,
biteviye üşürsün.”Demiştin de kızcağız iki gün ağlamıştı bu dokunaklı
cümlelerin ardından.
Babanın ölümünden sonra huşu içinde seyrederdin karın yağışını. Kış
aylarının o kısa süren, güneşin bir göz kırpmasıyla aniden battığı o
alacakaranlık saatlere kadar ne çok yorardın kendini.
Sonra mağarasına çekilmiş yaralı vahşi bir hayvan gibi uyurdun. Uyumak
denmezdi ya buna, aslında bir çeşit agoniydi içine gömüldüğün.
Olasılıkları kafanda sürekli hesaplamaktan yorulurdun. “Babasız insan
toprağa sağlam basmalı” derdin.
Babanla geçirdiğin o kısa anları tutmak için canını vermeye bile
hazırdın. Bir çocukluk oyununa kaptırmıştın kendini. Hiç bitmesin
istedin. Sessizce çekip gitme fikri ve keşkeler en iyi başarabildiğin
şeylerdi.
Onun ölümünden sonra sürekli üşüdün. Kar, tipiler, boranlar, fırtınalar
birbirini izlemişti hayatında.