ÖYKÜ

Josef H. Kılçıksız  







Köpük


Mahir’in babası devrimci etiği tüm hücrelerine yedirmiş ve sindirmiş, asi ruhlu, ışıklar sönünce bile gerçekleri görebilen, bir konfeksiyon atölyesi sahibinin tek oğluydu.

Varsıllığa rağmen büyükbabası, Wagnerci bir söyleyişle kendisini ve tüm ırkını adeta paranın lanetinden arındırmak istemişti. Anlayacağınız, yüz yıl önce Pierre Loti’nin sevmiş olduğu, şehrin bir beyefendisiydi.

Yoksul akrabalardan birinin kızı evlenme çağına geldiğinde Mahir’in dedesi hatırı sayılır bir drahomayı bir araya getirir, böylelikle kızın para yüzünden istemediği birisiyle evlenmesini önlemeye çalışırdı.

Velhasıl zamanın eskizlerini çizdiği bu tersine dünyayı ayakları üzerine doğrultacak bir enerjisi vardı Mahir’in dedesiyle babasının. Bu umutları belki bir hayaldi ama güzel, asaletli bir hayaldi bu.

Mahir’in babası, kendi babasıyla birlikte İstanbul’un kalburüstü semtlerinden birinde oturdu. Annesini daha çok küçükken göğüs kanserinden yitirmişti. En yaygın vehmi, hayatın bir anda geride iz bırakmadan yok edilmesi korkusuydu.

İnsan hayatına yön veren zaman nehrinin vahşi siyahına bulanışı, onun deyişiyle, Mahir’in annesi olan ilk göz ağrısı sevgilisini amansız bir hastalıkta kaybetmesiyle başlamıştı. Selin’in ölümünden sonra zaman babasını korkunç şiddetiyle boşluğa, bir “nereye gidiyorum”a savurup atmıştı.Babası yeniden evlenmişti gerçi. Fakat kendi deyimiyle, sakalının yeni yeni çıkmasıyla ağarması arasındaki kısacık zaman diliminde hayat ona başka bir gerçek aşk bağışlamamıştı.

Babasının annesiyle ile yaşadıkları zamanlar kapılardan hiç azade değildi. Ama o kapılar diğerlerinden farklı olarak, içinden pek çok mutsuz insanı geçirirlerken nadiren mutlu birilerinin geçmesini sağlıyorlardı. Daha da kötüsü, o kapılardan sevgililerden çok suçluların ve katillerin geçecek olmasıydı.

Mahir’in babası, Selin olduğunu söyleyen ve daha yeni başlamış sohbetlerini hoyratça sonlandıran bu kıza daha ilk günden âşık olmuştu. O dingin, huzur dolu mayıs akşamında, ileride onun fırtınalı hikâyesinin kahramanı olacağını düşünemezdi.

Selin’in yüzünden bir dürüstlük, engin, sade bir karakter ve doğruluk yayılıyordu etrafa. Masalımsı bir tınısı vardı konuşmalarının. Konuşurken babasının zihninde gerçeklik ve kurmaca algısında gelgitlere neden oluyordu.

İlk defa şehir kütüphanesinde rastladığı bu kızın daha önce ne okuduğunu öğrenmeyi ya da onunla konuşmayı başaramamıştı.

Bir keresinde kızı takip etmeye karar vermişti, ama kız bu durumun farkına varınca öyle onur kırıcı bir bakış atmıştı ki takibe devam edememişti.

Selin saçlarını Makedon kadınları gibi bağlıyordu. Babası böylesine ilk defa Üsküp’te rastlamıştı.

Gel zaman git zaman tanışıp kaynaşmışlar, el ele rıhtımlar boyunca yürürlerken, birlikte nargile içip derin sohbetler yapmışlardı.

Her zaman gittikleri nargileci kahvesine uğrayan çiçekçi kadın, babasını görür görmez demetten özenle seçtiği gülü alıp Selin’in saçlarına takıyordu.Gece mavisi kısa bir eteği ve tasasız bakışları vardı çiçekçi kadının.

Süt gibi beyaz çıplak bileklerine altın bileziklerin çok yakışacağını bu çiçekçi kadın düşürmüştü Selin’in aklına.Babası daha sonra çil çil altın bilezikleri beyaz bileklerine takmıştı Selin’in. Hastanedeki son resminde altın sarısının beyaz soluk tenle oluşturduğu kontrast açık seçik fark ediliyordu.

Çiçekçi kadın günün birinde nereden bulduğu belli olmayan siyah kırmızı çizgili bir şalı Selin’e vermişti de sonra parasını gani gani babasından çıkarmıştı. Siyah kırmızı çizgili şal da hastanedeki son fotoğraf karesine girmeyi başarmıştı.

Selin dikiş dikmeyi, nakış işlemeyi, evi ve kümesi çekip çevirmeyi, çiftlik evine bitişik bahçeyi ekip biçmeyi büyükannesinden öğrenmişti. Çiftlik dediysem öyle ihtişamlı bir yer değildi. Selin’in dedesinin Balkan cephesinde şehit düşmesinden sonra tarla ve hayvanlar ikisine kalmıştı.

Anneannesi dedesiyle beşik kertmesiydi. Onları beşikten mezara aynı ritimde taşıması gereken dalga ona bakması için anneannesini yutmamıştı. Yaşamlarını aynı ülkede, aynı kentte, çoğunlukla da aynı evde geçirmişlerdi.

Dedesi, anneannesinin deyimiyle tanrısal işler kotarmış bir adamdı. Tam da sınırın berisinde olduklarını düşündükleri bir anda Balkan harbi patlak vermişti.

Birinci harbe kadar dünyada olup bitenler gazetede sayfalarında kalmış, gelip kapılarını yumruklamamıştı.

Anneannesinin anlattıklarına bakılırsa, ekilip biçilen engin yaylalarda at binilirdi, kızlar da erkek kardeşleri gibi şevkle, dörtnala at sürerlerdi. Bu kızlar tıpkı anneleri ve anneanneleri gibi tabanca ve tüfekle ateş etmeyi de öğrenmişlerdi.

Kısacası Selin, gözü pek, güçlü bir anneanne tarafından yetiştirilmişti.

Yüzyıllar boyu ağır ağır büyüyen, içten dışa doğru bir gelişme sergileyen kent o zamanlar barındırdığı, iki milyonluk küçümsenemeyecek nüfusla, bireylere refah ve büyükşehre özgü her tür renk ve çeşitliliği sağlamıştı. O zamanlar henüz farklı sosyal sınıflardan insanları üst üste yığmamıştı.

Köklü kültürel değişimlerin yaşandığı on dokuzuncu yüzyıl İstanbul’unun yükseliş ve çöküş öyküsünü en iyi anneannesi biliyordu Selin’in. Şehrin yenilginin, hain saray soylularının, köylülerin, Çingenelerin ve işbirlikçi burjuvaların şehrine dönüşmesini en iyi o biliyordu.

Mahir’in annesi Selin eğitimli bir kadındı, Hıristiyanlığın birleşmiş prensliklerinin Türklerden kurtuldukları için şükran duası ettiği Viyana’da eğitim görmüştü. Almanca ve Fransızca konuşurdu.Mal ve para canlısı hiç değildi. Maddecilik ruhundan sıyrılıp kurtularak, daha duru,daha temiz, paranın geçmediği tinsel alanlara erişmeye çalışan bir kadındı.

Kuru şaraba, hamur işine ve pastaya düşkünlüğünün yanında daha ince zevklere merakı da vardı. Müzik yapmak da dans etmek de uzun derin sohbetler etmek de şık ve zarif davranışlı olmak da ince yetenekleri arasındaydı.

Kısacası Selin, Mahir’in babasına bir dünyaya açılan yolun kapılarını göstermişti.

Hayat uzun bir yoldu. Bu yol, bu özlem git git bitmez bir uzun fasıldır ki, bir ucundan tutup anlatmaya başladın mı katlanılmaz bir azap oluyordu senin için.

Yine de fanilerin ömür hesabıyla yola çıkılıyordu. Herkesin tek başına bekleyip, tek başına yürüdüğü ve tek başına öldüğü bir sonsuzluk bozkırında atlar çatlayıp develer susuzluktan ölüyordu vuslata varamadan.

Hatırlamanın eşikleri arasında saklı babanın aydınlık yüzü, seni duygusal girdaplara sürüklerken, güzel bir alan da açıyordu.

Baban bütün cephelerde mücadele etmiş başarısızlığın tozunu yemiş bir adamdı.

Sağlıklı bir insandı, ama kalbi hiç izahı olmayan bir biçimde ona oyun oynadı.

Ani gidişine, hiç beklenmedik ölümüne yanıyordun.

Ölmeden önce son bir doğrulmayla öksürüp boğazını temizlemeye çalışmış ama adamakıllı vedalaşamamıştı seninle. Okumaya zamanı olmadığı kitapları hediye etmişti sana.

Ecel anı öncesi, nasıl ki insan başka bir bilinç alanına kayarsa öyle boşluğa kaymıştı bakışları.

Gözlerinin yerini derin mavi bir deniz almıştı. Sanki sular çekilmişti de o büyük çukur ortaya çıkmıştı. O lacivert boşluklara neler neler yığmıştı hayat.

Gömülmeye yakın göz çukurlarının daha da büyüyüp büyümediklerine bakmak istemiştin de annen izin vermemişti.

Ağrı şiddetlenip bütün göğsünü alev alev kavurmaya başlamıştı. Bu ağrıyı tanırdın daha önceden. Zamansız ayrılık acısıydı bu.

Başına gelen en tuhaf şey hiç korkmaman olmuştu. Sonraları utanmıştın bu cüretinden.

Ağzının çevresine köpük toplanmıştı. O gündür bugündür köpük ve çağrıştırdıkları terk etmedi benliğini.

“Dalgaların çıkardığı köpüğü sever misin?” diye deniz kenarında Nora sormuştu sana.

Romantik olmak adına evet demiştin. Bu senin son yalanın olmuştu. Babanın ölüm anına son ihanetin, ebedi paradokslarından biriydi.

Ölenle ölünmüyor deyip kendini kandırmıştın. Bu senin kendine son kandırmacandı.

Tabutuna atılan karanfillerin nereden toplandıklarıyla meşgul olmuştu zihnin. O koku bulutunun içinde sen de vardın.

Öleceğini sana önceden haber vermediği için kızmıştın ona. Çiçek örtüsünün altından kalkıp vedalaşmasını bekledin nafile. Bu yüzden tabutun vidalanışını engellemek istemiştin.

Seni son bir defa çocukluğunun bahçelerine, dilleriniz morarıncaya kadar yediğiniz o karadut ağacının altına götürmesini istemiştin.

Bu senin son yenilgin, bir masala son inanışındı.

Son uykusunu uyumak üzere kabristana götürülenin kim olduğunu toprak önceden biliyordu sanki. Öylesine yumuşak, öylesine buharlı bekliyordu, kucağını açmış.

Cenaze töreninden sonra, hüküm giymiş bir suçlu olarak seni süklüm püklüm etmişti zaman. Kalemini kırıp, cezanı kesmişti.

Kilisede geçmişle yeniden dolan gözlerin sözcük kullanmaksızın konuşuyordu insanlarla. Yolunu onunla birlikte yürüseydin, kim bilir neler hazırlamıştı sana hayat.

Senin de belki korumayı başaramadıkların olacaktı. Onların kınamaları ve sana kalıt bıraktıkları meydan okumalarla tek başına baş edebilecek misin?

Her tabutun peşinden kenti boydan boya aşıp tek başına yürüyebilecek misin?

Yaşam ağacından kara dut koparıp tek başına ağzını mora bulayacak mısın?

Tek hissediyordun kendini babanla. Herkes bu tekin dışında kalıyordu; annen bile.

Bir yas, bir ağıt uydurmuştun kendine. Oturduğu sandalyeyi seni bırakıp gitmesin diye sıkı sıkıya tutuyordun. Söylediği sözcüklere tutunuyordun.

Bu son ikâme, son avuntuydu senin için.

Baban öldükten sonra üvey annen, hayatın bir alanından diğerine yas duygusu olmadan kolayca süzülerek geçişler yapmış, doya doya çıkarmıştı tadını.

Özü saf özgürlük olan bir şeyi özlüyordu belki de. Tıpkı bilinmeyen ve adı konulmamış bir iyiliğe duyulan kökensel yanılsama gibi.

Kızıyordun üvey annene. Seni doğurana olan özleminin hıncını ondan çıkarıyordun. Bu senin son ikame kırgınlığındı.

Nora sormuştu da babasızlık nedir diye. “Onsuz evin çöker, bedenin canlılığını yitirir. Sürekli bir meydan okuma duygusuyla yaşarsın. Onsuz kar yağar sürekli. Tipiler, boranlar, fırtınalar tepinir hayatında, biteviye üşürsün.”Demiştin de kızcağız iki gün ağlamıştı bu dokunaklı cümlelerin ardından.

Babanın ölümünden sonra huşu içinde seyrederdin karın yağışını. Kış aylarının o kısa süren, güneşin bir göz kırpmasıyla aniden battığı o alacakaranlık saatlere kadar ne çok yorardın kendini.

Sonra mağarasına çekilmiş yaralı vahşi bir hayvan gibi uyurdun. Uyumak denmezdi ya buna, aslında bir çeşit agoniydi içine gömüldüğün.

Olasılıkları kafanda sürekli hesaplamaktan yorulurdun. “Babasız insan toprağa sağlam basmalı” derdin.

Babanla geçirdiğin o kısa anları tutmak için canını vermeye bile hazırdın. Bir çocukluk oyununa kaptırmıştın kendini. Hiç bitmesin istedin. Sessizce çekip gitme fikri ve keşkeler en iyi başarabildiğin şeylerdi.

Onun ölümünden sonra sürekli üşüdün. Kar, tipiler, boranlar, fırtınalar birbirini izlemişti hayatında.


içindekiler    üst    geri    ileri   




 17