Sabahın altısında uyanırım. Köpeğimi yürüyüşe çıkarmak için, en ideal
saat budur. Böylece, ne çevredeki meraklı komşularla konuşmak zorunda
kalırım, ne de münasebetsiz esnafın rahatsız edici bakışlarıyla
karşılaşırım. Yürüyüş dönüşü ekmeğimi alır, yedide kahvaltıya oturmuş
olurum.
Kahvaltı sırasında gazete okumaktan hoşlanırım. Bulmaca sayfasını, saat
onda başlayacak olan kadın programları bittikten sonra çözmek için
ayırırım.
Kahvaltıdan sonra ilk işim yemeğimi yapmak olur. "Aş sabahın, iş
sabahın..." diye düşünürüm. Böylece günün herhangi bir saatinde, dolapta
bir kap yemeğim mutlaka bulunur.
Yarımda öğlen, altıda akşam yemeği yerim. Yemek saatleri hiçbir zaman
aksamaz. Öğleden sonraları yapılacak işlerim, yine belli bir rutin
çerçevesinde gerçekleşir. Pazar çamaşır, pazartesi ütü, salı alışveriş
günümdür. Dışarıda yapılması gereken diğer işler için, çarşambayı
seçerim. İki haftada bir perşembeleri bakımevindeki teyzemi görmeye
gider, cuma temizlik yaparım. Cumartesi günleri çok sık olmayacak şekilde
beni ziyaret etmek isteyen eski dostlarımı kabul ederim. Ama bu
ziyaretlerin haber verilmeksizin yapılmasından hiç hoşlanmam.
Akşamları yedide köpeğimle birlikte bir saat yürüyüşe çıkarım. Sekizden
sonraki zamanımı kitap okuyarak geçiririm. Daha çok, içine dâhil
olabileceğim, roman ya da öykü tarzı kitapları tercih ederim.
Kitaplardaki karakterler bana çevremdeki insanlardan çok daha gerçek
gelir. Çünkü eninde sonunda, adalet yerini bulur. İyiler kazanır, kötüler
cezasını çeker. Saat onda kendimi uykunun kollarına teslim ederken
bunları düşünürüm.
Planlı programlı olmak, dış dünyanın belirsizliğine karşı kurduğum bir
çeşit savunma mekanizmasıdır. İşler aksamadığı sürece, kontrolün elimde
olduğunu bilirim.
Ama bazen birileri gelip hayatımın orta yerine oturur. Kurduğum bütün
düzeni alt üst eder. Ben bunu "raydan çıkmak" olarak adlandırırım. Tekrar
normale dönmenin bir yolunu bulamazsam olaylar istenmeyen yerlere doğru
gider. Çünkü dünya yüzünde hayatımın daha iyi olmasını sağlayacak bir
insan yoktur. Kurgu, anlamsızca, tehlikeli bir düelloya dönüşür.
Taraflardan biri eninde sonunda tetiği çeker.
-2-
Bugün günlerden pazartesi olmasına rağmen ütü yapmak yerine bir cenaze
törenine katıldım.
Her ne kadar programımı bozmak rahatsız edici görünse de cenaze ortamının
iyi geldiğini söyleyebilirim. Üçer beşer gruplar halinde toplanmış
insanları seyrettim uzun uzun. Çoğu siyah giyinmişti. Taktıkları kocaman
gözlüklerle birbirinden farklı ruh hallerini gizlemeye çalışıyorlardı.
Kimileri gerçekten acı içindeydi. Gözlerini göremesem de, dudaklarının
titreyişinden anlıyordum bunu. Ölen kişinin ardından veryansın ediyordu
kimileri. Duyan oldu mu diye arada etrafı kolaçan etmeleriyle kendilerini
ele veriyorlardı. Sağlığında söyleyemedikleri ne varsa sayıp döküyorlardı
yanlarındaki kişilere. Büyük çoğunluk, bitse de gitsek modundaydı. Ne
ölen kişiyi umursuyorlardı, ne de ardından konuşulanları... Aynı olayın
farklı insanları nasıl bu denli farklı şekillerde etkileyebildiğini
görmek şaşırtıyordu beni.
Öte yandan, kendimi hatırlıyordum. Annemin ve babamın cenazelerine gidip
geliyordu aklım. Birinde acımı ifade edebilecek sözcük ararken, diğerinde
yeryüzünün bir pislikten temizlendiğini düşünürken buluyordum kendimi.
Bana hayatı zindan eden babamı bir türlü aklımdan çıkaramıyordum. On üç
yaşında bir kızın yalvaran sesini duyuyordum.
"Yapma baba! Canımı acıtma baba!"
Kırk kiloluk bir kızın seksen kiloluk bir adamı püskürtmesi mümkün
değildir. Bunun gerçek olmadığını düşünmeye çalışırsınız. Anneniz
gelecek, sizi kurtaracaktır. Ama bu hiçbir zaman olmaz. Çünkü kadınların
ortak kaderidir çaresizlik. Gerçeklik duygusunu yitirirsiniz yavaş yavaş.
Acıyı hissetmemenin tek yolu budur.
Annemin o tatlı, insanı içine işleyen sesini düşünerek rahatlamaya,
babamın hayaletinden kurtulmaya çalışıyordum. Ama yalnız çığlıklarını
duyabiliyordum annemin. Bir de o küçük kızın sesini.
"Hayır baba! Annemi dövme baba!"
Cenaze törenine katıldığım Adnan Bey, üst katımda yaşayan, elli beş
yaşında bir öykü yazarıydı. Komşum olması, ona diğer erkeklerden farklı
bir değer vermemi gerektirmiyordu. Yine de etrafımdaki pek çok insanla
birlikte, güneş gözlüklerimin arkasına saklanıp üzülüyormuş gibi
yapıyordum. Yakınlarına ne kadar iyi bir insan ve ne iyi bir yazar
olduğunu anlatıyordum. Aslında, birkaç gün öncesine kadar gerçek düşüncem
de bu yöndeydi.
Onunla ilk kez sitemize taşındıktan bir ay kadar sonra, bir salı akşamı
karşılaşmıştık. Beni ısrarla akşam çayına davet etmiş, kabul etmeyince
hayal kırıklığına uğramıştı.
Alışveriş günümde dost ziyaretine gitmem görülmüş bir durum değildi.
Kaldı ki, kırk beş yaşında hiç evlenmemiş bir kadının yalnız yaşayan bir
adamın evine gitmesi, uygunsuz bir davranış olurdu.
Üstelik on yıldır, bir arada yaşadığım hiçbir komşuyla samimi davranışlar
içerisine girmemiştim. Bu benim kırmızı çizgimdi. Ama onlara karşı
saygıda kusur ettiğim de söylenemezdi. Tanıdık biriyle karşılaşınca
başımla selam verir, "Nasılsınız?" ya da "İyi günler..." diyerek
geçiştirmeye çalışırdım. Diyalogu mümkün olduğunca kısa tutardım.
Adnan Bey'le karşılaşmalarımız, sonraları birkaç kez daha tekrar etti. Ve
doğal olarak ayaküstü sohbetlerden öteye gidemedi.
Babamdan sonra hayatıma giren diğer erkekler de onun gibiydi. Bu nedenle
kendimi erkeklere karşı kapatmıştım. Bana bakabildikleri ama asla
dokunamadıkları, camdan bir duvar örmüştüm etrafıma. Böylece, tekrar
zarar görmemeyi garanti altına almış oluyordum. Üstelik bu duvarı örmek
için yıllarca uğraşmıştım. Sıradan birinin çıkıp berbat etmesine izin
veremezdim.
Yine bir salı akşamı Adnan Bey, evime geldi. Cumartesi dışında kapının
çalınması, münasebetsiz bir ziyaret anlamına geliyordu. Başımı kapıdan
çıkararak gelenin kim olduğunu anlamaya çalışırken köpeğim Tarçın, Ahmet
Bey'e hırladı. Belli ki, o da, benim gibi bu durumdan tedirgin olmuştu.
Tarçın, ince bacaklı, boyuna göre iri cüsseli, beyaz tüylü, dişi bir
Eskimo köpeği. Uysal, sadık, duygulu, kısaca, insan olamayacak kadar
mükemmel.
Adnan Bey, o gün kapıda, öykü yazarı olduğundan bahsetti. Kadın temalı
öykülerden oluşmuş bir kitap hazırlığı içerisindeydi.
Okumak için, yazdıklarının birer kopyasını istedim. Kadın Emeği, Kadınsal
İçgüdü, Kadının Rüyası, Kadın Doğası öykülerini son satırına kadar
heyecanla okudum ve bundan büyük bir zevk aldım. Adnan Bey, kadınların
karşılaştığı sorunları bilen, bu sorunlara çözüm üretmeye çalışan bir
adam olmalıydı.
Konusu kadın olan her şey bana fazlasıyla ilgi çekici geliyordu. "Kadının
Sesi" televizyondaki en sevdiğim programdı mesela. Onu izlerken,
kadınlardan oluşmuş bir dünyada hissediyordum kendimi. Yaratan da yöneten
de onlardı. Türkiye'nin dört bir tarafından gelen zavallı, bahtsız
kadınlar, kocalarından, sevgililerinden yedikleri dayakları, uğradıkları
haksızlıkları anlatıyor, erkeklere karşı içten içe besledikleri kini
seyircilerle paylaşıyorlardı. Onlara zarar veren erkekler, sanki bunu
bütün kadınlara yapıyorlardı. Programı nefesim kesilerek izliyor, bu
kadınların acılarını acımmış gibi hissediyordum.
Adnan Bey'in öyküleri de bende aynı hissi uyandırmıştı. Yalnız okumakla
kalmıyor, üstlerinde uzun uzun yorumlar yapıyordum. Aramızda hoş bir
dostluk kurulmuş, Adnan Bey, birden bire hayatımın en önemli parçası
haline gelmişti.
İşte "raydan çıkmak" diye tanımladığım durum tam olarak buydu. Bir çeşit
yanılsama hali... İnsanlara karşı gerçekte olduğundan farklı izlenimler
ediniyor, ördüğüm duvarı kaldırıyordum. Böylece yavaş yavaş kontrolümü
yitiriyordum.
Artık cumartesi akşamları, yaptığım kurabiyelerle birlikte Adnan Bey'in
evine taşınıyordum. Bir yandan çaylarımızı ya da kahvelerimizi
yudumlarken, diğer yandan Adnan Bey'in yeni yazdığı öyküyü tartışıyorduk.
Her yeni öykü kahramanı, yeni bir kişilik demekti. Kendimi onunla
özdeşleştiriyor, geleceğini ellerimle şekillendiriyordum. Benim için bir
yazar tanımak, yaradılış sürecine katkıda bulunmak anlamına geliyordu.
Ama zaman içerisinde Adnan Bey'in bu öyküleri erkeksi bir bakış açısıyla
yazdığını fark ettim. Kadınlara karşı "iyi polis" rolünü üstlenmişti.
Sorunlarımıza eğiliyor gibi görünerek üstümüzde bir çeşit hegemonya
kurmaya çalışıyordu.
Bu durum öykülerinden ziyade gerçek yaşamından anlaşılıyordu. Öykülerinde
kadın emeğini öne çıkaran adam, günlük konuşmalarıyla
değersizleştiriyordu.
Yorucu bir temizlik gününü anlattığımda, "İlahi Mukaddes Hanım, evin
temizliğinden ne olacak?" diyordu mesela.
Ya da siteyle ilgili anlamaya çalıştığım bir sorun karşısında, "Siz o
narin kafanızı yormayın, kadınların anlayabileceği bir iş değil bu!" diye
kestirip atıyordu.
Kadın bilmez, kadın anlamaz, kadının yaptığı iş sayılmazdı. Bu benim için
tanıdık bir duyguydu. Adnan Bey yavaş yavaş kadınların canını acıtan
erkeklere dönüşüyordu. Ve yerin dibine gönderdiğim babama...
Anlaşılması zor, çok ince bir ayrıntıydı bu. Ona güvenmek büyük bir
yanılgı olabilirdi.
En son cumartesi akşamı birlikteydik. Önce balkonda çaylarımızı içtik.
Sonra Adnan Bey'in yeni öyküsünü okudum.
Gününün neredeyse yarısını olimpiyatlara hazırlanarak geçiren bir kadın
atletin hayatını anlatıyordu öykü. Kadın bu konuda sevgilisinden hiç
destek görmüyordu. Adam sürekli birlikte zaman geçiremediklerinden
şikâyetçiydi. Müsabakaya bir hafta kala ille de tatile çıkmak istemiş,
kadın kabul etmeyince, bağlayıp zorla arabaya bindirmişti. Öykü korkunç
bir trafik kazasıyla son buluyordu. Gözü dönmüş sevgili, karşıdan gelen
kamyonu fark edememişti.
Bu nasıl bir yazgıydı? Hayata dair çok büyük hedefleri olan bir kadının
öyküsü bu şekilde bitemezdi.
"Böyle olmaz!" dedim. "Böyle ölemez!"
Adnan Bey'den kısa bir bölüm daha ilave etmesini istedim. Adam oracıkta
ölürken kadın hastaneye kaldırılacaktı. Bir haftalık tedaviden sonra kıl
payı müsabakaya yetişecek ve şampiyon olacaktı.
Ama o bunu kabul etmedi. Bütün öyküler mutlu sonla bitmek zorunda
değildi.
"Ne fark eder ki?" dedi. "Bu kadın da böyle ölmüş olsun!"
Amacı onu öldürerek kadın cinayetlerine dikkat çekmek bile değildi.
Sadece ölsün istiyordu. Aptalca, pisi pisine bir ölüme kurban gitsin...
"Dünyada ölmeyi hak eden bunca erkek varken, neden zavallı bir kadının
ölsün?" diye düşündüm.
Bu durum birden bire Adnan Bey'le ilgili düşüncelerimi değiştirdi.
Aslında onu yanlış tanımış olduğumu fark ettim. Tıpkı "Kadın Kadına"
programındaki kadınların kocaları, sevgilileri, tacizcileri,
tecavüzcüleri gibiydi o da. Babam gibiydi.
Yalnız öykü kahramanını değil, aynı zamanda beni de öldürmeye
çalışıyordu. Kadınların var oluş mücadelesini baltalıyordu. Kısa bir süre
sonra avucunun içine alacak, asıl iç yüzünü o zaman gösterecekti.
Dövecek, sövecek, kötü emellerine alet edecekti. Gırtlağıma yapışıp
üstüme abanacaktı.
Tam kurtulduğumu sanmışken babamın hayaleti geri dönmüştü. Bu kez Adnan
Bey'in kılığında...
Birinin bu duruma müdahale etmesi gerekiyordu. Onu yok etmek, "Kadın
Kadına" programındaki bütün o kötü erkekleri yok etmek demekti. Ve babamı
yok etmek...
Benim için hiç de zor değildi bu. Zaten balkondaydık. Tek yapılması
gereken, onu bir bahaneyle, korkuluğun yanına çekmek olacaktı.
-3-
Adnan Bey'in cesedi, pazar günü, arka bahçede bulundu. Boyun kemiği
kırılmıştı. Cenaze, oğlunun gelmesi için pazartesiye kadar bekletildi.
Onu herkesle birlikte gözyaşları içinde son yolculuğuna uğurladım. Hem
komşum, hem arkadaşım, hem de en sevdiğim yazardı çünkü. Böyle bilsinler
istedim.
Cenaze töreninde Adnan Bey'in editörü, yeni bir kitabın hazırlandığından
bahsediyordu. Cebimden çıkardığım buruşmuş kâğıtları uzattım.
"Bu kâğıtlarda onun son öyküsü var." dedim.
Öykü, bir kadın atletin şampiyon oluşunu anlatıyordu. İlave edilen son
bölüm el yazısıyla yazılmıştı.