ÖYKÜ

Ayşe Korkmaz  







Raydan Çıkmak


-1-

Sabahın altısında uyanırım. Köpeğimi yürüyüşe çıkarmak için, en ideal saat budur. Böylece, ne çevredeki meraklı komşularla konuşmak zorunda kalırım, ne de münasebetsiz esnafın rahatsız edici bakışlarıyla karşılaşırım. Yürüyüş dönüşü ekmeğimi alır, yedide kahvaltıya oturmuş olurum.

Kahvaltı sırasında gazete okumaktan hoşlanırım. Bulmaca sayfasını, saat onda başlayacak olan kadın programları bittikten sonra çözmek için ayırırım.

Kahvaltıdan sonra ilk işim yemeğimi yapmak olur. "Aş sabahın, iş sabahın..." diye düşünürüm. Böylece günün herhangi bir saatinde, dolapta bir kap yemeğim mutlaka bulunur.

Yarımda öğlen, altıda akşam yemeği yerim. Yemek saatleri hiçbir zaman aksamaz. Öğleden sonraları yapılacak işlerim, yine belli bir rutin çerçevesinde gerçekleşir. Pazar çamaşır, pazartesi ütü, salı alışveriş günümdür. Dışarıda yapılması gereken diğer işler için, çarşambayı seçerim. İki haftada bir perşembeleri bakımevindeki teyzemi görmeye gider, cuma temizlik yaparım. Cumartesi günleri çok sık olmayacak şekilde beni ziyaret etmek isteyen eski dostlarımı kabul ederim. Ama bu ziyaretlerin haber verilmeksizin yapılmasından hiç hoşlanmam.

Akşamları yedide köpeğimle birlikte bir saat yürüyüşe çıkarım. Sekizden sonraki zamanımı kitap okuyarak geçiririm. Daha çok, içine dâhil olabileceğim, roman ya da öykü tarzı kitapları tercih ederim. Kitaplardaki karakterler bana çevremdeki insanlardan çok daha gerçek gelir. Çünkü eninde sonunda, adalet yerini bulur. İyiler kazanır, kötüler cezasını çeker. Saat onda kendimi uykunun kollarına teslim ederken bunları düşünürüm.

Planlı programlı olmak, dış dünyanın belirsizliğine karşı kurduğum bir çeşit savunma mekanizmasıdır. İşler aksamadığı sürece, kontrolün elimde olduğunu bilirim.

Ama bazen birileri gelip hayatımın orta yerine oturur. Kurduğum bütün düzeni alt üst eder. Ben bunu "raydan çıkmak" olarak adlandırırım. Tekrar normale dönmenin bir yolunu bulamazsam olaylar istenmeyen yerlere doğru gider. Çünkü dünya yüzünde hayatımın daha iyi olmasını sağlayacak bir insan yoktur. Kurgu, anlamsızca, tehlikeli bir düelloya dönüşür. Taraflardan biri eninde sonunda tetiği çeker.



-2-

Bugün günlerden pazartesi olmasına rağmen ütü yapmak yerine bir cenaze törenine katıldım.

Her ne kadar programımı bozmak rahatsız edici görünse de cenaze ortamının iyi geldiğini söyleyebilirim. Üçer beşer gruplar halinde toplanmış insanları seyrettim uzun uzun. Çoğu siyah giyinmişti. Taktıkları kocaman gözlüklerle birbirinden farklı ruh hallerini gizlemeye çalışıyorlardı.

Kimileri gerçekten acı içindeydi. Gözlerini göremesem de, dudaklarının titreyişinden anlıyordum bunu. Ölen kişinin ardından veryansın ediyordu kimileri. Duyan oldu mu diye arada etrafı kolaçan etmeleriyle kendilerini ele veriyorlardı. Sağlığında söyleyemedikleri ne varsa sayıp döküyorlardı yanlarındaki kişilere. Büyük çoğunluk, bitse de gitsek modundaydı. Ne ölen kişiyi umursuyorlardı, ne de ardından konuşulanları... Aynı olayın farklı insanları nasıl bu denli farklı şekillerde etkileyebildiğini görmek şaşırtıyordu beni.

Öte yandan, kendimi hatırlıyordum. Annemin ve babamın cenazelerine gidip geliyordu aklım. Birinde acımı ifade edebilecek sözcük ararken, diğerinde yeryüzünün bir pislikten temizlendiğini düşünürken buluyordum kendimi.

Bana hayatı zindan eden babamı bir türlü aklımdan çıkaramıyordum. On üç yaşında bir kızın yalvaran sesini duyuyordum.

"Yapma baba! Canımı acıtma baba!"

Kırk kiloluk bir kızın seksen kiloluk bir adamı püskürtmesi mümkün değildir. Bunun gerçek olmadığını düşünmeye çalışırsınız. Anneniz gelecek, sizi kurtaracaktır. Ama bu hiçbir zaman olmaz. Çünkü kadınların ortak kaderidir çaresizlik. Gerçeklik duygusunu yitirirsiniz yavaş yavaş. Acıyı hissetmemenin tek yolu budur.

Annemin o tatlı, insanı içine işleyen sesini düşünerek rahatlamaya, babamın hayaletinden kurtulmaya çalışıyordum. Ama yalnız çığlıklarını duyabiliyordum annemin. Bir de o küçük kızın sesini.

"Hayır baba! Annemi dövme baba!"

Cenaze törenine katıldığım Adnan Bey, üst katımda yaşayan, elli beş yaşında bir öykü yazarıydı. Komşum olması, ona diğer erkeklerden farklı bir değer vermemi gerektirmiyordu. Yine de etrafımdaki pek çok insanla birlikte, güneş gözlüklerimin arkasına saklanıp üzülüyormuş gibi yapıyordum. Yakınlarına ne kadar iyi bir insan ve ne iyi bir yazar olduğunu anlatıyordum. Aslında, birkaç gün öncesine kadar gerçek düşüncem de bu yöndeydi.

Onunla ilk kez sitemize taşındıktan bir ay kadar sonra, bir salı akşamı karşılaşmıştık. Beni ısrarla akşam çayına davet etmiş, kabul etmeyince hayal kırıklığına uğramıştı.

Alışveriş günümde dost ziyaretine gitmem görülmüş bir durum değildi. Kaldı ki, kırk beş yaşında hiç evlenmemiş bir kadının yalnız yaşayan bir adamın evine gitmesi, uygunsuz bir davranış olurdu.

Üstelik on yıldır, bir arada yaşadığım hiçbir komşuyla samimi davranışlar içerisine girmemiştim. Bu benim kırmızı çizgimdi. Ama onlara karşı saygıda kusur ettiğim de söylenemezdi. Tanıdık biriyle karşılaşınca başımla selam verir, "Nasılsınız?" ya da "İyi günler..." diyerek geçiştirmeye çalışırdım. Diyalogu mümkün olduğunca kısa tutardım.

Adnan Bey'le karşılaşmalarımız, sonraları birkaç kez daha tekrar etti. Ve doğal olarak ayaküstü sohbetlerden öteye gidemedi.

Babamdan sonra hayatıma giren diğer erkekler de onun gibiydi. Bu nedenle kendimi erkeklere karşı kapatmıştım. Bana bakabildikleri ama asla dokunamadıkları, camdan bir duvar örmüştüm etrafıma. Böylece, tekrar zarar görmemeyi garanti altına almış oluyordum. Üstelik bu duvarı örmek için yıllarca uğraşmıştım. Sıradan birinin çıkıp berbat etmesine izin veremezdim.

Yine bir salı akşamı Adnan Bey, evime geldi. Cumartesi dışında kapının çalınması, münasebetsiz bir ziyaret anlamına geliyordu. Başımı kapıdan çıkararak gelenin kim olduğunu anlamaya çalışırken köpeğim Tarçın, Ahmet Bey'e hırladı. Belli ki, o da, benim gibi bu durumdan tedirgin olmuştu.

Tarçın, ince bacaklı, boyuna göre iri cüsseli, beyaz tüylü, dişi bir Eskimo köpeği. Uysal, sadık, duygulu, kısaca, insan olamayacak kadar mükemmel.

Adnan Bey, o gün kapıda, öykü yazarı olduğundan bahsetti. Kadın temalı öykülerden oluşmuş bir kitap hazırlığı içerisindeydi.

Okumak için, yazdıklarının birer kopyasını istedim. Kadın Emeği, Kadınsal İçgüdü, Kadının Rüyası, Kadın Doğası öykülerini son satırına kadar heyecanla okudum ve bundan büyük bir zevk aldım. Adnan Bey, kadınların karşılaştığı sorunları bilen, bu sorunlara çözüm üretmeye çalışan bir adam olmalıydı.

Konusu kadın olan her şey bana fazlasıyla ilgi çekici geliyordu. "Kadının Sesi" televizyondaki en sevdiğim programdı mesela. Onu izlerken, kadınlardan oluşmuş bir dünyada hissediyordum kendimi. Yaratan da yöneten de onlardı. Türkiye'nin dört bir tarafından gelen zavallı, bahtsız kadınlar, kocalarından, sevgililerinden yedikleri dayakları, uğradıkları haksızlıkları anlatıyor, erkeklere karşı içten içe besledikleri kini seyircilerle paylaşıyorlardı. Onlara zarar veren erkekler, sanki bunu bütün kadınlara yapıyorlardı. Programı nefesim kesilerek izliyor, bu kadınların acılarını acımmış gibi hissediyordum.

Adnan Bey'in öyküleri de bende aynı hissi uyandırmıştı. Yalnız okumakla kalmıyor, üstlerinde uzun uzun yorumlar yapıyordum. Aramızda hoş bir dostluk kurulmuş, Adnan Bey, birden bire hayatımın en önemli parçası haline gelmişti.

İşte "raydan çıkmak" diye tanımladığım durum tam olarak buydu. Bir çeşit yanılsama hali... İnsanlara karşı gerçekte olduğundan farklı izlenimler ediniyor, ördüğüm duvarı kaldırıyordum. Böylece yavaş yavaş kontrolümü yitiriyordum.

Artık cumartesi akşamları, yaptığım kurabiyelerle birlikte Adnan Bey'in evine taşınıyordum. Bir yandan çaylarımızı ya da kahvelerimizi yudumlarken, diğer yandan Adnan Bey'in yeni yazdığı öyküyü tartışıyorduk.

Her yeni öykü kahramanı, yeni bir kişilik demekti. Kendimi onunla özdeşleştiriyor, geleceğini ellerimle şekillendiriyordum. Benim için bir yazar tanımak, yaradılış sürecine katkıda bulunmak anlamına geliyordu.

Ama zaman içerisinde Adnan Bey'in bu öyküleri erkeksi bir bakış açısıyla yazdığını fark ettim. Kadınlara karşı "iyi polis" rolünü üstlenmişti. Sorunlarımıza eğiliyor gibi görünerek üstümüzde bir çeşit hegemonya kurmaya çalışıyordu.

Bu durum öykülerinden ziyade gerçek yaşamından anlaşılıyordu. Öykülerinde kadın emeğini öne çıkaran adam, günlük konuşmalarıyla değersizleştiriyordu.

Yorucu bir temizlik gününü anlattığımda, "İlahi Mukaddes Hanım, evin temizliğinden ne olacak?" diyordu mesela.

Ya da siteyle ilgili anlamaya çalıştığım bir sorun karşısında, "Siz o narin kafanızı yormayın, kadınların anlayabileceği bir iş değil bu!" diye kestirip atıyordu.

Kadın bilmez, kadın anlamaz, kadının yaptığı iş sayılmazdı. Bu benim için tanıdık bir duyguydu. Adnan Bey yavaş yavaş kadınların canını acıtan erkeklere dönüşüyordu. Ve yerin dibine gönderdiğim babama...

Anlaşılması zor, çok ince bir ayrıntıydı bu. Ona güvenmek büyük bir yanılgı olabilirdi.

En son cumartesi akşamı birlikteydik. Önce balkonda çaylarımızı içtik. Sonra Adnan Bey'in yeni öyküsünü okudum.

Gününün neredeyse yarısını olimpiyatlara hazırlanarak geçiren bir kadın atletin hayatını anlatıyordu öykü. Kadın bu konuda sevgilisinden hiç destek görmüyordu. Adam sürekli birlikte zaman geçiremediklerinden şikâyetçiydi. Müsabakaya bir hafta kala ille de tatile çıkmak istemiş, kadın kabul etmeyince, bağlayıp zorla arabaya bindirmişti. Öykü korkunç bir trafik kazasıyla son buluyordu. Gözü dönmüş sevgili, karşıdan gelen kamyonu fark edememişti.

Bu nasıl bir yazgıydı? Hayata dair çok büyük hedefleri olan bir kadının öyküsü bu şekilde bitemezdi.

"Böyle olmaz!" dedim. "Böyle ölemez!"

Adnan Bey'den kısa bir bölüm daha ilave etmesini istedim. Adam oracıkta ölürken kadın hastaneye kaldırılacaktı. Bir haftalık tedaviden sonra kıl payı müsabakaya yetişecek ve şampiyon olacaktı.

Ama o bunu kabul etmedi. Bütün öyküler mutlu sonla bitmek zorunda değildi.

"Ne fark eder ki?" dedi. "Bu kadın da böyle ölmüş olsun!"

Amacı onu öldürerek kadın cinayetlerine dikkat çekmek bile değildi. Sadece ölsün istiyordu. Aptalca, pisi pisine bir ölüme kurban gitsin...

"Dünyada ölmeyi hak eden bunca erkek varken, neden zavallı bir kadının ölsün?" diye düşündüm.

Bu durum birden bire Adnan Bey'le ilgili düşüncelerimi değiştirdi. Aslında onu yanlış tanımış olduğumu fark ettim. Tıpkı "Kadın Kadına" programındaki kadınların kocaları, sevgilileri, tacizcileri, tecavüzcüleri gibiydi o da. Babam gibiydi.

Yalnız öykü kahramanını değil, aynı zamanda beni de öldürmeye çalışıyordu. Kadınların var oluş mücadelesini baltalıyordu. Kısa bir süre sonra avucunun içine alacak, asıl iç yüzünü o zaman gösterecekti. Dövecek, sövecek, kötü emellerine alet edecekti. Gırtlağıma yapışıp üstüme abanacaktı.

"Rahat dur!" diyecekti bana. "Bağırırsan öldürürüm."

"Hayır baba! Yapma baba! Canımı acıtma baba!"

Tam kurtulduğumu sanmışken babamın hayaleti geri dönmüştü. Bu kez Adnan Bey'in kılığında...

Birinin bu duruma müdahale etmesi gerekiyordu. Onu yok etmek, "Kadın Kadına" programındaki bütün o kötü erkekleri yok etmek demekti. Ve babamı yok etmek...

Benim için hiç de zor değildi bu. Zaten balkondaydık. Tek yapılması gereken, onu bir bahaneyle, korkuluğun yanına çekmek olacaktı.



-3-

Adnan Bey'in cesedi, pazar günü, arka bahçede bulundu. Boyun kemiği kırılmıştı. Cenaze, oğlunun gelmesi için pazartesiye kadar bekletildi.

Onu herkesle birlikte gözyaşları içinde son yolculuğuna uğurladım. Hem komşum, hem arkadaşım, hem de en sevdiğim yazardı çünkü. Böyle bilsinler istedim.

Cenaze töreninde Adnan Bey'in editörü, yeni bir kitabın hazırlandığından bahsediyordu. Cebimden çıkardığım buruşmuş kâğıtları uzattım.

"Bu kâğıtlarda onun son öyküsü var." dedim.

Öykü, bir kadın atletin şampiyon oluşunu anlatıyordu. İlave edilen son bölüm el yazısıyla yazılmıştı.



içindekiler    üst    geri    ileri   




 11