hakikatin aynasında şiir ile müntehir
ya da
‘şubatta saklambaç’ olarak zafer ekin karabay şiiri
- pink floyd’a ,nirvana’ya ,rosa luxemburg’a -
‘çocukluğun
kendini saf bir biçimde
akışa bırakması ne güzeldi .yiten bu işte!’ nilgün marmara ‘aldırışsızdı. kesik sağ elinin parmakları, kendi tüzüğünün
gerektirdiği işareti yapmıştır.’ ece ayhan ‘oysa biz hep bir düş kazasında yitirdik arkadaşlarımızı...
karşıdan karşıya geçerken eli bırakılan çocuklardık ‘ zafer ekin karabay
şiirin de geri çekildiği anlar:
dünya ile aramız açıldıkça açılırken şiirin de geri çekildiği anlar
vardır. bir anlam, bir ifade, bir tasarım, bir tasavvur bir tahayyül de
olsa insanın doğa üzerindeki iktidarının aracı olarak dil, hiç de masum
değil.
dünya ile aramız açıldıkça açılırken vuku bulan, adına iletişim denen dil
kazası ve o kaza ile meşrulaşan tahakküm, işte o dil ile cisimleşiyor. o
dil ile kuruluyor evrendeki o büyük hapishane. insanın doğaya
hükmetmesinin, kendi dışındaki canlılar üzerindeki tahakkümünün, kendi
türünü de içine alan o büyük kapatılma ve o büyük kapatılmanın, insan
merkezli dünyanın sınırlarına o dilin içinden yapılan sürekli bir itiraz,
bir müdahale ve sabotajın dili olarak şiir.
iktidarların insanın içindeki ve dışındaki kaosa biçim verme
hazırlıklılarına, yıkımın diliyle kaosun diliyle direnmenin adı olarak
şiir. yeryüzünde kutsal olan itaati, biatı meşru kılan ne varsa kendi
özgürlüğü ve tüm canlıların özgürlüğü adına itiraz ettiği için
lanetlenen, kutsal kitaplardan kovulan şiir …
ve o lanetli dilin temsilcisi şair ile dünyanın arası açılmamış mıdır. ..
nesnelerin ve anlamların boğucu kuşatmasında dünya ile arası açıldıkça
varlık karşısında eksik kalan var oluş, var oluşu şairin. dünya ile
arasında derinleşen uçurum ve kötürüm bir dilde cisimleşen, ne söylense o
olmayan bir ifadesizlikler toplamı olarak hayat ve o akıl ve o hafıza
tutulması. ve giderek her yere ve tüm hücrelerimize nüfuz eden, giderken
de boşluğunu bırakan o tensel ve tinsel uçurum… ve o derin çatlak… o
arkaik, o modern anlamlar çöplüğü ve dille kutsanmış mezarlık…
var olmanın, var oluşun durmadan saldırıya maruz kaldığı, kısıtlanmanın,
kıstırılmanın kuşatılmanın dünyasında geçmiş ve gelecek tasarımının
yitirildiği, yaşamın ,nefes alıp vermeye indirgenip, mutlak bir şimdiye
hapsolunduğu insan merkezli dünyada sonsuz bir saklambaç, şubatta bir
saklambaç olarak şiir. ve şiirin geri çekildiği anlar… son mektubunda
şöyle diyordu şair: "daha ne kadar dayanabilirdim, herkesin bir
başkasının acısı pahasına mutlu olduğu yaşama..."
‘şiir hem yitiş, hem kurtuluştur’
‘şiir hem yitiş, hem kurtuluştur da diyen şair. zafer ekin karabay, 1975
yılında kayseri’de doğar. ilk ve orta öğrenimini doğduğu kentte tamamlar.
1993 yılında kayseri atatürk ticaret lisesi'nden mezun olur, aynı yıl
ankara üniversitesi hukuk fakültesi'ne girer. lisans öğrenimini 1999
yılında tamamlar ve ankara üniversitesi sosyal bilimler enstitüsü'nde
yüksek lisans programına başlar. yüksek lisans programını başarıyla
tamamlar, iki gün sonra ise eskişehir anadolu üniversitesi hukuk
fakültesi’nde araştırma görevlisi olarak çalışırken odasının kapısına
kendini kemeriyle asar… aramızdan ayrılırken de bir intihar mektubu
bırakır ve imkansız şiirler…
“ ‘hani, hayatın neresinden dönülse kardır’ dizesi var ya nilgün'ün,
canım benim, ben yaşamın neresinden döneceğimi çoktan belirlemiştim.
nilgün marmara'nın 29 yaşında, şubat ayında intihar etmesi, benim de 29.
yaşımın 29 şubatında intihar etmemi gerektirmezdi. ama madem ki yaşamda
kalmaya kendimi ikna edemiyordum, o zaman bir tarih belirlemeliydim ve
29. yaşımın 29 şubatını seçtim. bu yüzden şubatta saklambaç'a bir yığın
başka sırla birlikte intihar edeceğim tarihi de gizlemiştim. ne var ki,
kitabımı bir türlü bastıramadım (o kitabı görmeden ölmek bana nasıl acı
veriyor bilemezsiniz). ama şimdi yaşamımın bu ayrım noktasında hiçbir
yerde huzur bulamadığıma göre bu tarihi bekleyecek gücüm de kalmadı.
hem zebercet de belirlediği tarihten önce intihar etmemiş miydi? (kim
bilir belki kendimle barışabilseydim...) yerleşik yabancıydım her yere
metin abi... sen yanarak öldün ve ben ne yangınlar geçirdim sana
ulaşabilmek için. daha ne kadar dayanabilirdim, herkesin bir başkasının
acısı pahasına mutlu olduğu yaşama?
tüm arkadaşlarımı ve sevgilim meral'i çok seviyorum. beni affedin.”
mektubunda da belirttiği gibi yirmi dokuzunu beklemeden gider zafer ekin.
2000 yılında arkadaş z. özger şiir ödülüne layık görülen şiirleri, 2002
yılında mayıs yayınları tarafından ‘şubatta saklambaç’ adıyla yayımlanır.
kitabına girmeyen şiirleri de bulunmaktadır.
mayıs yayınlarınca yayımlanan kitabı melih cevdet, kemal özer ve behçet
aysan‘ın dizelerinden alıntılanan ‘sakladığım’, ‘saklandığım’ ve ‘saklı’
adlı üç bölümden oluşur.
şiirlerini, çıplak hayatın, sokağın özneleri oluşturur. poetik ve politik
tercihi de bulunan zafer ekin karabay’ın şiirlerinde, sokakta yara bandı
satan çocuklar, işçiler, terziler, berberler, temizlikçi kadınlar,
ayakkabı boyacıları, inşaat ustaları, öğrenciler, devrimciler sınıfsal
konumlarıyla ve tüm çıplaklığıyla yer alırlar. fakat tüm bu özneler
klasik toplumcu şiirin dili ile değil tüm farkları ve çoğulluğuyla
metaforik bir yapı içinde ete kemiğe bürünürler.
şiirde bir politikası ve poetikası olan zafer ekin karabay, şiirlerini
sinematografik bir dille ve yer yer virgülle ayırdığı, birbirine geçişli
imgelerden oluşan uzun dizelerle kurar. sürprizler ve jestlerle doludur
şiirler. bir şiirin hiç olmadık yerinde nirvana ile leonard cohen
karşılayabilir sizi. pink floyd dinlersiniz durup dururken, mezarından
kendi gençliğini çıkaran rolling stones, bir apartman boşluğunda trabzana
yaslanmış john lennon ile gülümseyebilirsiniz.
rüya ile gerçek ve arasında gelip giden sınırsız bir imge evreni bulunan
şiirlerinde, farklı hikayeleri ve hayat karşısındaki duruşları ile çehov,
hep ölmek isteyen veronika, genç werther’in acıları ile goethe, tezer
özlü, palyaço yüzlü ozanlar, kediler karşılayabilir sizi ve eksik tuşları
daktilonun ve giderek eksilen şiir…
ve mitolojik kahramanlar da elbet. ‘bulduğum ilk mitolojide kaybediyorum
tanrıyı’ dese de şair. rüyalarından sorumlu tuttuğu anarşist mahno,
lenin’e bir gönderme olarak nisan tezleri şiiri ve 1921
kronstadt
ayaklanması... veremden öldürdüğü gerçekleri ile paris,
orpheurs'un sevgilisi eurydic...
nil güne akarken, şubat gibi biriken:
sondan başlayalım öyleyse. şubatta saklambaç kitabının son şiiri
saklı’dan dizeler
‘nil güne akarken şubat gibi biriktim;
dört yıl topladığı acısını yirmi dokuzuncu
adımında gösteren. ve çıktım yaşama
onun sakladıklarını sunarak saklandığım
yerden. sonra kendime dönüp dinledim
yeniden acılarımı ve sordum:
yaşamın neresine saklanmalı ozan,
ya da nasıl saklamalı yaşamı?’
şiirlerinde saklamak ve saklanmak temaları bulunan zafer ekin dünyanın
görsel teröründen ve şiddetinden korunmak için sürekli bir şeyleri ve
kendini saklamanın, saklandığı yerde saklı bir hafıza bir ütopya
oluşturmanın derdini, meramını taşımaktadır. yaşam, saklanılacak kadar
tehlikeli bir hal almışsa ve yaşayan için sürekli bir tehdide dönüşmüşse,
ozan, neresine saklanmalı yaşamın, şiir neresine. ve saklanılan yerde bir
yaşamı saklayabilmenin imkanının arayışındayken tıpkı müntehir şair
george trakl’n söylediği gibi ‘bütün yollar siyah bir çürümüşlüğe çıkar’
ise nereye çıkar yolu şiirin…ücrasında saklı kalana mı…
‘ey, iki adımlık yerküre
senin bütün arka bahçelerini
gördüm ben! ‘ -
nilgün marmara -
sylvıa plath ve nilgün marmara, ontolojik, poetik yakınları olarak
görülebilir zafer ekin’in. ‘nil güne akarken’ bütün arka bahçeleri
gezilen görülen iki adımlık yerkürenin saklanacak bir yeri kalmış mıdır.
ya da nereye saklamalı onu. saklambaç oynayan bir çocuktur büyüttüğü,
babasının dudaklarına sıkışmış ve unutulmuş… tıpkı nilgün marmara‘nın
babasının yuvarladığı çığın altında kalması gibi. babaların hiç
değişmeyen otoriterliği ve babalarının iki dudağı arasına sıkışıp kalan
özgürlüğü çocukların… ve çığın altında ezilen çocukluk…
‘sobelendim, saklandığım saydam düşlerin
ardında, sunacak başka şeyim yoktu,
bir çocuğun bayram sabahındaki
beklentisini sundum yaşama ve tedirginliğini
oğlu savaşta bir annenin uzak ezgisini
dinleyerek bırakıp gitmelerin’
bayram sabahıdır bir çocuğun. beklenir… belki sevinç belki mutluluk ve
belki de kimden geleceği belirsiz bir sürpriz hediye… sürüyordur umut.
bir parça yaşama umudu belki…
savaşın hiç eksik olmadığı, yaşam ve ölümün iç içe olduğu bir coğrafyada,
savaşsız sömürüsüz bir dünya umudu. belki biter tedirginliği oğlu savaşta
bir annenin... belki…
dört yılda bir yirmi dokuz çekmesi beklenen bir ay : şubat. ve eksik...
ve esrik…
yirmi dokuz yaşında hayata veda eden nilgün marmara’nın on bir şubat bin
dokuz yüz altmış üçte otuz bir yaşında sylvıa plath’e yetişememesi gibi,
zafer ekin de nilgün marmara’ya yetişemiyor. yirmi dokuz ve şubat üç
şairin de ortak noktalarıdır…
“bir ayna damıtan şu buluttan daha fazla annen değilim senin’
-
sylvıa plath -
‘değdim, sana gitmek için beni
bırakan mektuba ve derine
al dedim, ne yüklediysem yolculuğa
onu çıkaran gemiyi ve beni. bir
deniz kabuğu gibi uğultusunu duyduğun
antik bir tiyatroydu gözlerim. ki şimdi
soruyor ve susuyor :biraz sesim,
biraz da annem değil misin benim.’
………………………..
anne şiirini sylvıa plath’a atfeder zafer ekin. biri dışa, diğeri içe
açılan iki kapı buluşturur ‘anne’ ile ‘oğul’u. biri evin diğeri bir
okulun kapısıdır. anne evindedir çocuklarının yanında. oğul okulda
araştırma görevlisi olarak ders verdiği okulun odasında… ikisi de bir
kapının ardında…
ve annelik bölüşülür, yoktur eksiği fazlası. şiirde düzde ve her yerde
paylaştıkça çoğalan hiç eskimeyen annelik… arkadaş z özger’in beyaz ölüm
kuşları şiirindeki gibi … ‘anne bir tedirginliktir nerede olsa’
var oluş, varlık ve anneye geç kalanın ontolojik halleri… var oluş
karşısındaki eksiklik, sakatlık, dili tutulan hayat…
müntehir bir şair ve anne olarak plath hayata veda ederken, çocuklarının
başucuna sütlerini bırakır ve banyonun kapısını arkasından kilitler.
çocuklarının odasına gaz sızıntısı olmasın diye kapıyı içerden bantlar ve
öyle açar hava gazını...
arkadan kilitlenen ve dışa açılan kapılar ile arkadan kilitlenen ve içe
açılan kapılar… ayna ve kapı metaforu arasında yer değiştirerek gezinir
müntehirlerin şiirleri. devletin kapıları dışa doğru açılır. okul,
hapishane vs. kapıları ki arkasında bir barikat kurulmaması ve iktidarın
gözünün her yere hakimiyet kurması için…
devletin dışa doğru açılan kapısını arkadan kilitler zafer. bir şiirinde
söylediği gibi, bir çocuğun kapı koluna çektirdiği dişini de anımsayarak.
kemeriyle kapının koluna asar kendini. dışarıdan gelenler kapının
kolunu zorladıkça daha bir sıkmaktadır boğazını kemer. öyle öyle var
olunur şiirde… dışarının elleri içerdekinin boğazındadır…
özne, nesne, zaman, mekan diyalektiğinin tersine çevrildiği şiirine giren
özneleri, hayatın her yerinden, sokağın kalbinden hayatı örgütleyen
emekçilerden seçmesiyle farklı bir şiire yönelerek kendi poetikasını
oluşturabilen bir şairin şiirleri olarak da okunabilmeli zafer ekin
karabay’ın şiirleri..
akşam
‘eteğini rüzgarla paylaşan kadın, alacasına
giriyor akşamın ve açık kalmış bir çekmecede
öylesine bakan çorabın masum bekleyişi,
radyoda yıllardır unutulmuş Nirvana ve sakınan
adımlarıyla ve yastıkla buluşan bir kedi. perdenin
ardında avutuyor sabahı bekleyen beni.
akşam erken sunuyor külden tabladaki karanlığı,
sigaranın sağlığa zararlı olduğunu unutuyorum,
yaşamanın da.
hem acılarımdan başka kaybedecek neyim varsa giriyorlar
akşamın alacasına: daktilom ,kitaplarım…
nirvana’ya da aldırmıyorum artık, öylesine çalıyor
sessizliğine ne bıraktıysam odamın.
çemberine sığmayan ilk harfi kalıyor geriye
pencerenin pusunda saklanırken Akşamın!’
eteğini rüzgarla paylaşan kadın, alacasına girer akşamın… ve açık kalmış
bir çekmecede öylesine çorabın masum bekleyişi de…radyoda yıllardır
unutulmuş nirvana ve sakınan adımlarıyla yastıkla buluşan bir kedi.
sigaranın sağlığa zararlı olduğunu unutuyoruz, peki yaşamak …
acılar…onlar da yerlerini buluyordur akşam alacasında.
daktilo. hani bir kaç tuşu eksik olan daktilosu da giriyor akşam
alacasından içeri.ve kitapları…
ve fakat ‘çemberine sığmayan ilk harfi kalıyor geriye… pencerenin pusunda
saklanırken akşamın!’
gece şirinde ise tezer özlü ile ağlayanlara çıkar yolu şiirin ve şairini
saklayan bir masa lambasına…
'elektrik kesildiğinde görüyorum karanlığın
altında kalanları. yanaklarımı ıslatıyorum.
hiç umut yokken denize ulaşması için
sakalımdaki damlanın. telefondaki ses
öldüğümü söyleyince anımsıyorum.'
umut yok mudur… intihar eden şairler kitabında ismini arayan şair ve
şubatta saklambaç oyununda kendini bir kayıp otobüsünde arayan şiir için,
umut yok mudur. tarihin tecellisidir: 2016 yılında varlık yayınlarınca
bir kitap yayımlanır: ‘intihar şairleri’. kitabın adı zafer ekin’in kendi
adını görmek istediği kitabın adından biraz daha farklıdır intihar
şairleri kitabı. çünkü o,
‘gece’ şiirinde:
'intihar eden şairler kitabı”nda ismimi
aradığımı ve gizlice tenine sokuluyorum
gecenin. saklayarak masa lambamı.’
diye seslenmektedir.
kültür endüstrisi şiiri, şairi ve intiharı nasıl bir formatta
pazarlayabilirimin derdine düşmüştür. şairin intiharı üzerinden ince
hesaplar yapanlar şiiri ve şairi bir kez daha katlederek kültür
endüstrisinin bir nesnesi kılmıştır. kitapta yer alan şairlerin
sanki bütün var oluşlarının müntehirlik üzerine kurulduğu algısı
oluşturularak şiirin ve şairin ontolojisini yok sayıp intihar şairi
olarak etiketlemiştir. böyle bir kitapta zafer ekin’in adını görmesini
mi... istemezdim asla...
uyku şiirinden :
'sesini tenime gizliyor bir karanlık, uyuyorum.
bulduğum ilk mitolojide kaybediyorum tanrıyı.
rüyalarımdan manho’yu sorumlu tutup
paris’te veremden öldürüyorum gerçekleri
babam ajans haberlerinde kendisinin ölümünü
dinliyor ve bana gelmeden önce eurydic’i
üçüncü kez kaybediyor orpheus.
….odamda uçları eprimiş bir halı ve acıları genç werther’in .'
uyku şiirinde mitolojik ögeler görmekteyiz. müzisyen- şair orpheus ve
sevgilisi eurydıc ve 1917 ekim devrimi'nde bolşevik çizgiyi kabul etmeyen
ukraynalı anarko-komünist devrimci nestor mahno ve genç werther’in
acıları ile goethe. intihar izlekleri hiç peşini bırakmıyor şiirin ve
şairin. genç werther’in acıları’nın yayımlanmasından sonra ülkede intihar
salgınının başladığını ve goethe hakkında davalar açıldığını da
hatırlatalım.
rüya şiirinden :
'yorganın benim için ayırdığı kuytuda
resimlerini gösteriyor geceyi bana taşıyan
rüya: kıyılarıma usulca vuruyor, kendisini
şişeye kapatmış mektup, suskun ve ıslak
yanaklarını taşıyor hangi savaşta öldüğünü
bilmediğim askerin ve ben daktilonun
kayıp tuşunu arıyorum; benimle eksilen yanını
tamamlamak için senin.
kendi eksiğimde ararken seni, mektuptan
öğreniyorum kayıp tuşun yerini. savaşta
kedileri okşayan bir ozanın ceplerini
bu yüzden karıştırıyorum ve içimdeki
savaşını kazanırken ispanya,
sessizce ölüyorum. yazdığım son mektubu
kimseler görmüyor, bir şişeye saklayıp
denize bıraktığım.’
şiirde rüya dile geliyor. özneler ile nesneler yer değiştiriyor. uzun
soluklu dizelerde bir rüyanın taşıdığı dünyadayız. kendisini şişeye
kapatmış bir mektup suskun ve ıslak yanaklarını taşıyor hangi savaşta
öldüğünü bilmediği bir askerin hayallerini taşıyor. ve şairin daktilosu
ve daktilonun kayıp tuşunu arıyor yine şair. ve kayıp tuşu daktilonun bu
kez bulunuyor. aurası yitmeyen bir devrimi 1936 ispanyol devrimini
selamlıyor şair. ve içindeki savaşını kazanırken ispanya şair sessizce
gözlerini yumuyor. carla’nın şarkısıyla açılıyor müzik kutusu, şair başka
bir dünyaya açıyor gözlerini...
sabah şiirinden :
‘sessizce uğrun aydınlatıyor sabah
evlerin çatısından dökülüyor: kırık
sandalyesinde kahvesini içen bir ihtiyarın
yüzüne, simitçinin el örgüsü bir örtüyle
sakladığı simitlerine, serçe parmağı
sökülmüş eldivenine bir çocuğun ve
kentin yeni başlayan trafiğine.’
bu kez sabah dile geliyor tüm akışkanlığıyla. sessizce ve uğrun uğrun
ilerleyerek ilk ışıklarıyla güneşin, geziniyor dünyanın avlusunda,
yüzünde, yüzlerinde, ellerinde… hayatın çırılçıplak akışına geçiyor, tüm
arka sokağın ritmine vuruyor. bir türlü uzanmıyor bazılarına…
sabah şiirinden devam :
‘bir parça nihilizm, tutunacak birkaç kitap
ve rock, biraz da kırıntısı isyanın ve
beni de yoklamıyor aralarındaki beni de. yanımda
belli belirsiz sesler -radyomu açık unutmuş
olmalıyım- bir apartman boşluğundan
bakıyorum dünyaya john lennon trabzana
yaslanmış gülümsüyor hala.’
bazılarına ise bir türlü uzanmıyor sabahın yürüyüşü. değmeden geçiyor
aralarından. buna dizelerin yazarı da dahil. önce kendi göğsüne saplıyor
bıçağı şair sonra da kanırtarak gezdiriyor içimizde. kimler nasibini
almıyor ki şairin eleştirel sivri dilinden: hayatı ve olayları sadece bir
teoriden ibaret görenler, kirine gizine dokunmadan sokağın, steril bir
yaşam sürenler, küçük burjuvalar ve kendilerine hakikatin değil de kuru
gerçeğin, bir isyanın kırıntısı kalanlar ve o kırıntı ile avunanlar…‘oysa
biz hep bir düş kazasında yitirdik arkadaşlarımızı... karşıdan karşıya
geçerken eli bırakılan çocuklardık ‘ değil miydik…
tarihin yönünü değiştiren devrimci karakterlerin özel bir yeri vardır
zafer ekin şiirinde. ‘mektup’ şiiri spartakist rosa luxemburg ‘a
atfedilmiştir. şiirde omuzlarından boşluğa asılmış polisler dikkat çeker.
kendi düşlerinden kaçan bir ozanın düşürdüğü harfler ve pulsuz beyazlığı
yazının…
mektup şiirinden :
'mektubunu getiren posta güvercini, suskun
bir acıyla gözledi beni. ellerinin titrediğini
mektuba bakarken duyumsadım; gözlerindeki
zabıtadan kaçan işportacı telaşını ve
hiç umursamadım omuzlarından boşluğa
asılmış polisleri, çünkü düşürdüğü harfleri
gönderdiğini anlamıştım, kendi düşlerinden
kaçan bir ozanın ve sessizce baktım
pulsuz beyazlığına yazının.’
rosa luxemburg ile sylvıa plath arasında uzanan dünyanın iki ucu arasında
salınır düşleri zafer’in. hem dünya’ nın bir devrimle
değiştirilebileceğine dair umudu ve hayalleri vardır hem de herkesin bir
başkasının acısı pahasına mutlu olduğu yaşama tahammülü kalmamıştır.
belki de şu sözleri bu durumunu eksiksiz özetler: ‘yerleşik yabancıydım
her yere’. metin altıok’un izindedir. poetik ve politik bir yakınlığı
hatta yoldaşlığı vardır metin altıok ile.
son mektubunda, zafer’in abisine karşı ne kadar da sahici olduğu görülür.
‘yerleşik yabancıydım her yere metin abi... sen yanarak öldün ve ben ne
yangınlar geçirdim sana ulaşabilmek için.’
mektup şiirinden devam :
‘son sözünü söylememiş bir kahramandı
dudakların, yüzümdeki ıslaklığında anımsadığım.
uyansam her şey siyaha boyanacaktı ve sesin
son sözünde saklayacaktı dudaklarını.
mektup taşıyan güvercin karesinde
bu yüzden durdurdum rüyamı.’
ve vazgeçilmiş intiharlar da bırakmaz peşini şairin. vazgeçilmiş olsalar
da dile gelirler bir şiirin tam orta yerinde. vazgeçilmez bir yaşam mı
daha ağırdır düşlerinden yoksa vazgeçilmiş bir intihar mı… vazgeçilmiş
bir intihar olsa olsa gecikmiş ve ertelenmiş bir intihar değil midir… ne
ki yaşam gecikmiş, ertelenmiş hızı yavaşlatılmış bir intihardan başka. ..
kimin ne zaman nerede penceredeki pusun parmak uçlarına ayırdığı yerden
geçip geçmeyeceğini kim bilebilir… öyle bir yalnızlık ve öyle bir
çizgiden bakış ki öyle kaçışı olmayan bir çizgi ki ‘kaçış çizgileri’nin
üstünde. öyle bir var oluş ki bir ihlalin hafızası her çizgi…kendi
kendinin ihlali…ve kayıp otobüsünde sürer saklambaç ontolojik bir
kayboluş. öyle bir kayboluş öyle bir saklanış ki kayıp otobüsünde kendini
bulup tekrar kaybolmanın bir yolunu bulup tekrar tekrar kaybolmak... aramanın kendisinin bir ontolojiye dönüşmesi…ve elbet saklanmanın da…
saklambacın da…
kağıttan gemi şiiri :
'üstüne yaşamın serdiği perdeyle
geriyor ipi kadın. inceldiği yere
acısını asıyor ve bakıyor üstünden
perdenin: evreni beyazlarcasına
kirleniyor çamaşırı işçinin.
sonra yıkıyor onları karısı ve asıyor,
kendisini de asarak aynı çamaşır
ipine. içi kirli su dolu çamaşır
leğeni kalıyor geride; bir de umudu-
nu kağıttan bir gemiye yükleyen
ve suda yüzdüren çocuk. '
evreni beyazlarcasına
kirleniyor çamaşırı işçinin...
tüm evren kapitalizmin kiri olmuşken... o kirden doğmuşken ne
doğmuşsa, ne doğacaksa.... kirinden, gizinden gözleri kör eden
sistemin temizlenmesine işçinin kiri yeter mi... alın terinde yüzen
bir gemi hayaleti var mıdır....
kirli bir su değil midir yaşam…ne kalmıştır ki geriye. umudunu kağıttan
bir gemiye yükleyen çocuğa... ne kalmıştır.. aynı kirli sularda o gemiyi
yüzdürmekten başka… hiç deniz yüzü görmemiş gemileri kağıttan bir çocuk…
boyacı şiiri :
'kollarına her gün uğruyor jilet henüz
tanışamadan bıyıklarıyla. ve siyah
bir türlü konuk oluyor zenci
parmak uçlarında. bir omzunu düşürüyor
boyalarını sakladığı sandığı ve
çocukluğunu. sanki bırakıp gidiyor
saçları,
bir yanını başının; acısı
boyundan uzun bir boyacının.
cila yerine kalbini sürüyor kunduraya
ve sesinin kadifesini, kadife kumaş,
yerine. bir anarşistin cesaretini yüklüyor
gözlerine –polisten yalnızca dolmuşta
ayakta yolcuyken saklanan-ve sadece
siyah boya taşıyor sandığında.
“insanlar genelde siyah kundura
giydikleri için mi, yoksa siyah kalbimin
rengi mi? diye sormadan.'
“şahsi ve muhterem” bir uğraş ve fildişi kulenin seçkinlerinin keyfi bir
sayfa faaliyeti olmaktan kurtulunca boyacılar da giremez yazmıyor şiirin
kapısında. ne çok çocuk ne çok evren geziniyor sokağında şiirin. henüz
bıyıkları ile tanışmadan kollarına her gün jilet uğrayan ne çok çocuk…
acısı boyundan uzun bir boyacı ve siyah boyalar taşıyan sandığında. cila
yerine kalbini süren kunduraya ne çok hayal. ne çok hayat siyah öyle bir
siyah ki kadife kumaş yerine bir anarşistin cesaretini yüklüyor
gözlerine. yine mi polis demiyoruz. hep peşindeler şairin ve şiirin. ve
siyah kalbimizin rengi olmadan önce yine siyah mıydı…
ve günlük hayatlarını daha rahat sürdürmeleri için birilerinin
temizlerken kirlendiğini düşündüğü evlerin camlarında suretini arayan
gündelikçinin şiiri.
gündelikçi şiirinden .
…………… ‘bacaklarında bir intihar cesaretiyle oturduğu
pervaza gün ansızın taşıdı onu, sayıklayarak
ve sarkarak sildiği cama. içine usulca yerleşen
ebe uğrun uğrun öldürdü onu; temizlerken
kirlendiğini düşünerek bu varsıl evleri.
bu yüzden cama yansıyan siluetini göremedi
ve dinleyemedi her cam sildiğinde kendisine
fısıldayan sözlerini…’
kendi bakışlarını anımsayarak güneş de dile geliyor şiirde. kendi
bakışlarını mı sadece. tüm hafızasını yitirenlerin de, çünkü bir bakışla
değişip dönüşmektedir dünya. bir bakışla daralıp genişlemekte evrenin
sınırları. işte o yüzden sürekli düzenlenmekte formatlanmaktadır
bakışlarımız ta ki modern dünyanın normal dediği sınırlara dahil oluncaya
dek. makro mikro iktidarlarınca modern dünyanın sürekli bir
seanstayızdır. sürekli bir kapatılma sürekli bir gözaltı..
dile geldikçe güneş, dil de bir göstergeler toplamı ve iletişim aracı
olmaktan çıkıp insan merkezli dünyanın ortasından fırlayıp asıl ait
olduğu yere doğaya iade ediliyor. hafızası olan bir güneşin ışıkları
hafızası olan bir dile vuruyor ve evrendeki canlı cansız tüm nesneler
aslına dönerek kendi hafızasına kavuşuyor. modern dünyanın
labirentlerinden kurtulan güneşte dile gelen şiir, uysal bakışlarını
hatırlayıp, odanın burukluğuna sığınan kedinin ve kadının bakışlarında
beliriyor. ve fakat gecede, bir rüyada olup bitmekte tüm bu olanlar,
gündüz başlamadan önce seanslar…
şiir de intihar da ölüm de uğrun uğrun gelmektedir şaire. bir yeraltı
faaliyeti gibidir şiir. gizliden gizliye örgütlenir ve hakikatin kılcal
damarlarında gezinir. hayatın kapısından süzülerek geçer. bacaklarında
bir intihar cesaretiyle pervaza ve camlara camlara doğru uğrun uğrun
ilerler. bir gündelikçinin hayali umudu olur. olur olmasına da üzerine
oynanan oyunları görmeyen bir körebe uğrun uğrun öldürür o hayalleri..
cama yansıyan silueti umudun… düşüyordur…
ve kukla :
‘kapı kırıldı ; kapalı tutulduğu günlerin
hüznüyle. resim düştü sessizliğe, cam
kırıkları bırakarak gözlerine eski
sevgilinin ve çalar saat vermedi
çaldıklarını. kapı koluna çektirdiği dişleri
dökülünce ipini kemiren kukla.
yüzünü gördüm uykusunda. yüzümden
kaçan kurtulmuş düş, bana göründü
ve yitti. yüzü mevsimlerin dönüştürdüğü
iklimdi; baharın ayıklayıp güzün sahiplendiği .
sakınımlı güvercindi gözleri kuklanın;
yaşama bir diazemle sunulan.’
…………………………………….
kapalı tutulduğu günlerin hüznüyle kırılıyor kapı. önünde ardında kapalı
tuttuklarının da hüzünlerinin de yüküyle ağırlaşıp kırılıyor. ve
kırıldığı yerden dile geliyor. arkasında bıraktığı bir resmin düşmesiyle
bozuluyor sessizlik ve eski sevgilinin gözlerine cam kırıklarından bir
hatıra olarak saplanıyor sureti aşkın. düşüyor kuklası şiirin. sakınımlı
bir güvercindir artık gözleri kuklanın. baharın ayıklayıp güzün sakladığı
sakınımlı bir güvercin. sakınmakta kendisini modern dünyanın şiddetinden,
hengamesinden. sürekli saklayıp sakınıp durmaktan kendini tedirgindir.
tedirgin bakışlı bir güvercin olmuştur şair.
kukla ile hemhal ola ola kendi rüyasından çıkıp kuklanın uykusuna
girerek, kuklanın yüzüyle karşılaşıyor rüyada. şairin yüzünden kaçan
kurutulmuş ve kurtulmuş bir yüz olarak zuhreyliyor kuklanın yüzü.
yüzleşiyorlar… ne kendi uykusu kendi uykusu, ne kendi rüyası kendi
rüyasıdır artık. külfete dönüşen yaşama bir diazemle sunuldukça gözleri,
bakışları, algısı yeniden yeniden biçimlenmekte.
kapının kırılmasıyla başlayan yolculuk ve kapının ardındakilerin yaşamı.
kapının arkasındaki hayat ve önünde bıraktıkları. hafızanın iki ucu
arasındaki yolculuklar. çalar saatin çaldıklarını vermediği o yer ve kapı
koluna çektirilen çürük diş: hayat. neden olmasın. bir bedende yaşamaya
mahkum olanın ömrü, bir bedenden dışarı neden firar etmesin…
ipini kemirdikçe dişleri dökülen kuklalar ve ipini boynunda çürüten
kuklalar cumhuriyeti size sunulmuş hayatları reddedin…
terzi :
‘sabah durgunluğa kurulu saatin
çalmasıyla başlıyor, terzinin umutlarını.
bilmiyor, dişleri mi dudaklarının arasında
görünen, yoksa dişlileri mi çalıştıkça
dikiş makinesinin? ama yüksüğünü
takarak parmağına koruyor terzi, başkası
üşümesin diye kendisini. ve kalemini
düşünüyor kendisi üşümesin diye
başkasını koruyan şairin
yaşama bağlandığı ipler usulca sökülüyor,
diktikçe bir gömleğin sökülmüş yanını.’
çalar saat terzinin umutlarını da çalarak çalıyor. bitiyor durgunluğu
sabahın ve çalınmış umutlarla başlıyor gün…
terzi ile şair arasında bir analoji kuruluyor. terzi, şair; şair, terzi
oluyor filmin sonunda. şiir bir film karesi olunca her film karesinde de
şiir oluyor… terzinin kumaş ile hemhali, şairin şiir ile hemhali oluyor.
hemhal oldukça şair ile terzi, şiir terzinin ve şairin elindeki çizgiden
kaçıyor. kaçışı onun özgürlüğü oluyor. tin’i kaçan bir dünyanın terzisi
yaşama bağlandıkça bağlandığı yerlerde ‘yaşama bağlandığı ipler usulca
sökülüyor tin’i kaçmış bir dünyada terzinin diktiği gömlek dikişlerini
attığı yerden uğrun uğrun sökülüyor işte şiir o sökülüşün hüznü. imkansız
dili oluyor…
tutsak :
'uzaklaşırken kentten, yuvasından ayrılan
bir solucandı tren, biraz önce uğurlandı,
tünelini buraya kazan tutsağı beklemeden
bu yol ayrımını. başı eğildi tutsağın ve
dalıp gitti, sırtında taşınmaktan yorulmuş
hırkasına gözleri.
…………….
kuzeyi üşüdükçe bir kağıda anlatmalıydı
önlüğünü yakan ilkokul öğrencisini.
……………….
yüzüne ters dönmüş bir kaplumbağa
çaresizliği düşmeden
ya da öğrenmeden uykularının hangi
yorgana gömüldüğünü. '
dilin tahakkümünden kurtulan doğadaki nesnelerin dile geldiği bir şiir
zafer ekin şiiri. trenler, aynalar, gözler ve yüzler, bazı sokaklar ve
yollar ve günün belli saatleri, sabah. tren, yolcu eder bir yol ayrımını.
beklemese de istasyonda, tünelini oraya kazan tutsağı. gördüğü işkenceler
sonucu hafızasını yitiren devrimciler, yitik hafızaları ve parçalanmış
benlikleriyle başka bir dille, şizofrenik bir dille konuşurlar…
kuzeyi üşüyen bir kağıda anlatmalıydı
tüm bunları ve : önlüğünü yakan ilkokul öğrencisini’ nasıl anlatılırsa…yüzüne ters dönmüş
bir kaplumbağa çaresizliği düşmeden önce, ebeden kaçan bir çocuğun
düşlerini…
tüm şiirlerinde modern dünyanın kuşatmasından, görsel şiddetinden,
polislerinden kaçmak, saklanmak ve derin bir nefes almak istiyor şair.
oysa hep ensesindedir bir gestapo olarak zaman. polisler bırakmıyor ki
şiirin peşini ,adresini sadece polisin bildiği faili meçhuller, kayıplar.
kör noktada katledilenler. hafızası sakatlanarak, mutlak bir şimdiye
hapsedilenler…
tekme şiirinde:
‘bir kapının gölgesi düşer sabaha, sonra
kadının: başını örtmüş anlaşılmıyor saçlarının
sözü ama yüzünden okunuyor bütün öyküsü:
önce oğlu; o çimentoyu döküyor kalıplara
usta onu. sonra kasıklarına öfkesini taşıyan
kocası ya da acısı tekmelerinin, hem onun
hem karnındaki bebeğin.’
bir film karesini kurgulayan usta bir yönetmen gibi kurguluyor şiiri
şair. çocuk, baba, anne, inşaat sahasında bir şantiyede buluşuyor ve
doğum, o da bir inşa değil mi sonuçta. şiirine giren özneler, hayatın
sıfır noktasında gezinenler.. berberler, çıraklar, terziler, inşaat
ustaları, temizlikçi kadınlar, gündelikçiler, ayakkabı boyacıları, yara
bandı satan çocuklar…
aynaların konuştukları hariç.
‘oysa sözcüklerin
sustuğu günlerde aranan harflerdi yaşam;
tümcelerin peşine düştüğü.’
yara bandı:
‘sarıydı teni ve kirliydi elleri. bir gecenin
kondusu yürümüştü gözlerindeki kısa
patikada. çocukluğunu oyuncak bir
trenden çıkarıp taşını sulamıştı kaldırımların
ve anlamıştı insanlığın yarası olan
varlığıyla en çok sarmayı
gereksindiğini insanların.
bir gecenin kondusu yürürken şiirin gözlerindeki patikada.
akşamın alacasından içeri girenler durur mu, onlar da yürüyordur…
ayaklanmış tüm kalbi sokağın…
ve açık kalan bir yaradır yürüyen. sarıldıkça açılan. derin yaraları var
oluşun. bir yara ile yaşamanın ve o yaşama itirazın, reddiyenin dili olan
şiir… şiir ile var olmanın halleri… şiirden başka kaybedecek bir şeyi
olmayanların tahammülü ve tahammül sınırlarında kırılmalar ve bir şairin
düşleri… uğrun uğrun kanayan… ve çocukluk… zamanın zulmünden… bir
yerlerden… hep saklanmaya çalışılan. o uzun süren saklambaç… şubatta…
kıvılcım diyor ki: ‘noktadan sonra boşluk bırakmayı unutma.’
- ya virgülden sonraki suskunluk…
- …
- ya noktadan önceki boşluk…
- …
noktadan sonraki…mi…
sonsuzluk…
burada sözü zafer’e bırakalım :
trafik
kentin baskısı kaldı bize
ve ışıkları trafiğin ya da kazası
oysa biz hep bir düş kazasında
yitirdik arkadaşlarımızı
karşıdan karşıya geçerken
eli bırakılan çocuklardık
o insan kalabalığındaki
son gülümsemesiydi annemizin