‘’O sırada, bazı arkadaşlar yukarıdan atılan beyaz bir toz görmüşler,
bunun ne olduğu hiç açıklanmadı ama ben bunun fosfor olduğunu
düşünüyorum. Sonra yukarıdaki bir makinenin içinden yangın topları
gelmeye başladı, her yer alev içinde kaldı. O güne kadar bildiğimiz yanma
biçiminden daha farklı bir şekilde kavrulmaya başladık, içerisi cehennem
gibi oldu ama o sıcaklık asitik bir sıcaklıktı, hava yanıyordu resmen.
Sanki her yönden alevler püskürten bir fırının içinde gibiydik. Kapıya
tesadüf eseri barikat kurmamıştık ama kursaydık eğer, alt kata inecek
herhangi bir yer olmayacağı için orada kavrulacaktık ki, bence
istedikleri de buydu. Başımda ıslak bir havlu vardı, neremin yandığını
anlamak için bütün vücudumu yoklamaya başladım, en sonunda saçlarımın
yandığını anladım, elimi üstüne kapatarak söndürdüm alevi. Kendimizi
canhıraş bir şekilde merdivenlere attık ve yemekhaneye indik. Baktık,
yukarıda kalan arkadaşlarımız var, hemen yukarı çıktık, ben ilk Birsen
Kars’ı kucakladım ama o sırada onun derileri çoktan sünmüş, erimişti;
vücudunuzdan derilerin aktığını düşünün. Aşağıda bol suyla müdahale
ettik. Hacer’in, Gülizar’ın da derileri erimişti. O kargaşada baktık,
altı tane arkadaşımız yok. Yukarıya çıktım ki, Gülser kapıya çok yakın
bir yerde sıkışmış ve yanıyor. Çekmeye çalıştık, çıkmadı. Bu arada
jandarmalar, kurtarmayalım diye başlarımızın üstünden ateş etmeye
başladılar, içeriye giremedik. O an vermemiz gereken korkunç bir kararla
baş başa kaldık. Zaten Gülser’den başkasını da göremedik ve aşağıya indik
yeniden. Yanıkları ağır arkadaşlarımızı suya yatırdık. İlginçtir,
giysilerinde yanık izi yoktu ama vücutlarında çok büyük yanıklar
oluşmuştu.‘’
(Nokta, 21-27 Aralık 2006, yıl:1,sayı:8, s. 46)
12 Eylül’den yirmi yıl sonra, 19 Aralık 2000’de toplam yirmi cezaevinde,
üç gün sürecek olan ‘Hayata Dönüş’ operasyonu yapılır.
Dönemin başbakanı Bülent Ecevit’in deyişiyle ‘teröristleri kendi
terörlerinden kurtarmak’ amacıyla başlatılan yurt genelindeki bu ‘Hayata
Dönüş’ operasyonu, 28’i tutuklu, ikisi asker toplam otuz kişinin ölümüyle
sonuçlanır.
Bu operasyonun en yoğun ve en kanlı yaşanan yeri on iki kişinin yaşamını
yitirdiği Bayrampaşa Cezaevi’ydi. 19 Aralık 2000 gecesi yapılan
operasyonda, Kadınlar Koğuşu’nda sağ kurtulmayı başaran Münevver Köz,
yaşadıklarını o dönem Nokta dergisine bu sözlerle anlatmıştı.
Her ne değin operasyon kamuoyuna dönemin başbakanının sözleriyle
‘teröristleri kendi terörlerinden kurtarmak’ olarak açıklanmışsa da
gerçek amacı dönemin adalet bakanı Hikmet Sami Türk net olarak
söylüyordu:
"Asıl amaç ölüm oruçlarını bitirmek değil, devlet otoritesini sağlamak."
Böylece 12 Eylül gerçek amacına yapıldığından yirmi yıl sonra belirgin
bir biçimde ulaşmış oluyordu. Ya da ‘devlet’ 12 Eylül’de kendini öylesine
tescil ediyordu ki, kaç yıl geçerse geçsin, yönetimde hangi parti olursa
olsun her zaman iktidarda kalıyordu.
12 Eylül’ün yapılış amacı budur işte. Güçlü devleti mutlak ve egemen
kılmak. İktidarda kim olursa olsun aslında gerçekte var olan hep 12
Eylül’ün iktidarıdır. Bu, ‘derin devlet’ in su yüzüne çıkmış halidir. 12
Mart’ın ‘sindirmek’, 12 Eylül’ün ise ‘silmek’ odaklı olduğunu daha önce
söylemiştim. Bu ‘silme’ işleminin karşılığını bulduğu alansa devleti
birey ve toplum karşısında tek mutlak otoriteye dönüştürmektir. 12 Eylül
bunu başarmıştır. Öyle ki, tutuklulara yönelik ‘işkence’ ve ‘katletmek’
gibi en insanlık dışı uygulamalara ‘sosyal demokrat’ kimliğiyle var olan
iktidarlar da engel olamamakta, engel olmak bir yana bizzat bunlar
tarafından yapılmaktadır bu uygulamalar.
Devletin tepeden tırnağa tüm toplum katlarında varlığını tesis etmesi,
otoritesini sağlaması demek, bireyin de, bireylerin oluşturacağı her
türlü sivil yaşam biçiminin ve örgütlenmenin önünün tıkanması, yok
edilmesi demektir.
Bundan önceki bölümlerde özellikle altını çizmek istediğim bir konu
var..birey yok edildikçe, bunu meşrulaştıracak kültürel hegemonya da
toplumun gözeneklerine işlendi. Öyle ki tümüyle algı saptırması ve yanlış
bilinç yaratılarak bireyin özgürlüğüne ve kimliğine yönelik tüm değerler
yok sayıldı, dahası bunların yok edilmesi neredeyse toplum için ve
toplumsallaşma için gerekli görüldü. Tümüyle aldatmaya yönelik bu yanlış
bilinç ve algı saptırması gitgide ‘muhalif’ kanadı da etkisi altına
alarak ‘muhalifliği’ de; alternatif birey ve yaşam seçeneği getiremeyen,
sadece iktidar odaklı ve yalnızca onu güçlendirmekle yetinen bir alana
itti.
Salt devlet erkinin ele geçirmesine odaklanan anlayışla işte bu noktada
muhalif yaşam biçimi, kültürü, bireyi ve toplumsal yapı hiçbir zaman
olmadı. Düzen ‘muhalifleriyle’ birlikte kendini sürekli yeniden üretti,
ta ki mutlak otoritesini kurana dek. İşte 12 Eylül bu sistematiğin
tamamlandığı tarihtir.
Örneğin; yine bundan önceki bölümlerde anlattığım gibi, bürokrasinin
kalkmasının devlete karşı birey özgürlüğünü sağlayacağı yanlış bilinci
özellikle işlendi. Oysa ki durum bunun tam tersiydi. Kapitalist
toplumlarda aksine bürokrasi iktidara karşı bireyin haklarını gözeten tek
kurumdur. Bunun ortadan kalkması iktidara sınırsız yetki vermek ve
devletin mutlaklığının önünü ardına kadar açmak demektir.
Oğuz Demiralp bir denemesinde
(Gergedan, sayı:3, mayıs
1985, s.35); ‘’Kent onsuz, o kentsiz değişmişti. Kentle
değişmemiş, kentin değişimine katılmıştı.” der. Bu ülkede kendini düzen
karşıtı – ya da düzenin dışında- görenlerin konumu da biraz böyledir.
Düzene karşıtıdırlar ama dışında da kalamazlar. Düzen dışında kendilerine
yeni yaşam alanları oluşturamazlar. Sonuçta dönüştüreni olamadıkları
düzen kendilerine rağmen kendini yeniden üretir ve bu sürecin yalnızca
tanığı olunur.
12 Mart işkenceleriyle tarihe geçen bir dönemdir. 12 Eylülse; işkence –
bu kez doruğa çıkarak- yine sürse de, ‘faili meçhuller’le. 12 Eylül
işkenceyle yetinmez, ortadan kaldırır. Üstelik bunu ‘alıştırarak ve
meşrulaştırarak’ yapar.
12 Eylül’de, Mamak’ta, İlhan Erdost’un dövülerek öldürülmesinin altından
o dönemin Mamak komutanı Raci Tetik hakkında dava açılır. Tetik’in
savunması buna en somut örnektir:
"Vurun dedim ama öldürün demedim."
Bu, öldürmeyi meşrulaştıran sürecin ilk evresidir. İlk başta, öldürmeye
karşı gibi gözüken ama ölümle sonuçlanmayacak ‘vurmaları’ doğal gören
anlayış gitgide bu davranışları ‘alıştıklarımız’ arasına sokacaktır. Bu ‘
doğal alışkanlıklar’ bir süre sonra, hukuk mekanizmasının ulaşamadığı
noktalarda ‘doğal ve zorunlu’ davranışlara dönüşür. Televizyonlarda
izlediğimiz filmlerde özellikle de dizilerde mafya ilişkilerinin patlama
yapması bu sürecin bir uzantısıdır. Bu tehlikeli tırmanış, günümüzde
hukuk dışı cezalandırma yöntemlerini de, mafya düzenini de doğallıktan
meşruluk çizgisine taşımıştır. İşte bu çizgi ‘devlet için kurşunu atan da
yiyen de şereflidir’ çizgisidir. Bu çizgi öldürmeyi hak ve meşru gören
çizgidir. 12 Eylül de bunun örneklerini de gördük. Gölcük Kurtuluş
davasında olduğu gibi. 24 Ekim 1983 tarihli Cumhuriyet gazetesi bu
davayı, tarihe geçecek ibretlik bir belge olarak sayfalarına geçer. Dava
sonucunda dört kişi idama mahkum olmuştur. Mahkumiyet kararıyla ilgili
olarak, ölüm cezasının gerekçeleri arasında şu sözler aynen tutanaklara
geçer:
"…varlıklarıyla yoklukları arasında ülke çıkarları yönünden bir fark
yoktur."
12 Eylül araştırmalarıyla tanıdığımız Erbil Tuşap, ‘Bin Belge’ adlı
kitabında, bir 12 Eylül işkencecisinin şu itirafta bulunduğunu yazar:
"Bugün onlar için ama yarın sizin için celladız ama biz her zaman varız."
Cellatlara karşı seçenek oluşturamamanın; farklı bir dünyanın yaşam
alanını değil, devlet aygıtını ele geçirmekle her sorunun biteceğini
sanan bir ‘muhalif’ yapının sonucudur bu sözlerin vurguladığı gerçek.
Karşı çıktığımız düzenin seçeneğini yaratamadığımız sürece de
‘muhalif’liğimiz, hep var olan düzenin koruyucusu olan cellatların
yularını ele geçirmek kaygısıyla sınırlı kalacaktır. Cellatsız bir
dünyaya açılan muhalif yaşam ve söylem biçimini yaratamadığımız sürece de
sonuç değişmeyecektir, hatta daha da kontrolümüz dışında alanlara
taşacaktır!...
Çoğu kişi özellikle de bizim basın camiasından kişiler çok iyi bilir.
İktidarları ayakta tutan ‘gündemi belirlemeleri’dir. Ya da gündemi kim
belirliyorsa iktidar odur. İşte bunun için yaşam alanlarımızı, biçimimizi
belirleyen muhalif yapının kurulmasını bas bas bağırıyorum ya. Yaşamımız
başkaları belirlemesin, yaşamımıza başkaları iktidar olmasın diye.. 12
Eylül bu ‘gündem belirleme’ işini çok iyi beceriyordu. Özellikle elinde
sopası olduğu sürece başka türlüsü de zordu zaten. Kimi zaman bu gündem
oldukça ‘gülümsetici’ boyutlara da varabiliyordu. Örneğin, 12 Eylül’den
sonra bir kuşa çevrilen akademik yapıya dayatılan bir gündem vardı ki
epey eğlenceliydi. Bizim akademik çevre 12 Eylül’den sonra ilk ciddi
bilimsel incelemesinde cümbür cemaat şu önemli ‘soruna’ odaklanmıştı:
"Bira alkolizme yol açar mı açmaz mı? Biranın zararları."
Akademik gündem bu olunca doğal olarak tüm toplumun parmağı da bu çok
ciddi önemli soruna basmalıydı. Bu akademik gündem desteklenmeliydi. Kim
destekleyecek? En başta basın. Top bize de geldi. Üstelik gele gele de
benim önüme geldi.
Bir gün patrondan malum görev emrini aldım. ‘Hemen biranın alkolizmle
ilişkisi ve biranın zararları üzerine bir yazı ve röportaj ‘ hazırla.
Böyle bir görev için onca insan arasında niye beni seçti hala
anlayabilmiş değilim.
Kara kara düşüne düşüne isteksiz bir biçimde Ankara’da sık gittiğim
barlardan biri olan Şano’nun yolunu tuttum. Kendime gelmek için bikaç
bira içtim. Sanırım üçüncü biranın sonunda kafamı toparlayarak, Şano’nun
sahibi olan arkadaşım Hüseyin’in yanına gittim. Hüseyin, Gazi mezunu..
bir dönem bizim Cumhuriyet Yurdu’nda da kalmıştı. Oradan da
tanışıklığımız vardı. Kendisi Şano’nun işletmecisi olduğu gibi aynı
zamanda sanatla da yakın ilişkileri ve çevresi olan bir arkadaşımız.
Hatta yıllar sonra Ankara’daki Sanat Evi’nin bar ve lokantasını da
işletmişti. Sanat çevresi var demiştim. Bir gün Cüneyt Arkın’la birlikte
içtikten sonra, sanırım Ankara’ya doğru yola çıkıyorlar. Arabayı kendisi
kullanıyor. Yolda feci bir kaza yapıyorlar. Kazadan Cüneyt Arkın ağır
yaralı olarak kurtulsa da ( ki bu kaza, Arkın’ın içkiye tövbe etmesinin
de başlangıcı olur) Hüseyin kurtulamıyor ve ölüyor. Ölesiye dek iyi bir
diyaloğumuz vardı.
Hüseyin’e durumu açtım ve yazıyı Şano’yu örnek vererek yazacağımı,
benimle bir röportaj yapmasını istedim. Kabul etti. Biraz da, her ne
değin, alkol düşmanı bir yazı olacaksa da kendi işletmesinin reklamının
da yapılacağı için hoşuna da gitti. Çünkü bir dizi fotoğraf da çektim
Şano’dan. Ben de elimden geldiğince alkolizm düşmanlığını değil, Şano’yu
öne çıkaran bir yazı hazırladım.
Ama sansür makası yine devreye girdi. Yazım öylesine özene bezene kesilip
biçildi ki, benim değil, onların istediği gibi bir yazı yine de çıktı
ortaya. Yazı bittikten sonra ben yine biraz da somurtarak Şano’nun yolunu
tuttum. Yazı çıktı mı diye sordu Hüseyin. Çıktı dedim, tutuşturdum
dergiyi eline. Şano’nun adını bile anmayan, çektiğim fotoğraflarda
biranın ne kaka bir illet olduğunu söyleyen kupkuru bir yazı kalmıştı
geriye.. Şöyle bir okudu, yüzü asıldı. ‘İyi’ dedi ama ben o ‘iyi’nin
ardındaki yüz ifadesini hemen anladım. ‘Elin ermişken oldu olacak bir de
küfretseydin’ diye bas bas bağıran bir yüzdü bu. (Bir süre bana karşı
bozuk çalması sürdü sonra zamanla düzeldi.)
İşte bunun için, başkalarının belirlediği gündemle yaşamımız sınırlamamak
için, kendi yaşamımıza kendimiz karar verebilmemiz için yine bundan
önceki bölümlerde belirttiğim gibi, GEZİ benim için çok çok önemli. Kimi
kişiler, Gezi’yi, sanki bir devrim denemesiymiş gibi başarısız görseler
de GEZİ benim için başarıya ulaşmış bir kimlik haykırışıdır.
Gezi, şimdiye dek hiç önemsemediğimiz, görmediğimiz/ göremediğimiz hatta
çoğu zaman apolitik görüp küçümsediğimiz insanların ‘Kendi yaşamıma ben
karar veririm, bu benim kimliğim, bu kimliği ben yaratırım, kendi yaşam
gündemimi ben belirlerim’ dediği çok önemli bir dönüm noktasıdır.
68 kuşağı denen bir dönemden söz ediyorsak eğer, bundan sonrası bırakın
78 kuşağını, 68’in çıtasını çok daha yükseklere taşıyan ikinci kuşak
‘Gezi Kuşağı’dır.
Gezi sadece iktidara değil hatta ondan çok daha fazla olarak, şimdiye dek
alışılageldiğimiz muhalefet anlayışına, kendini aşamayan sol örgütlenme
tarzına da bir başkaldırıydı. İktidar erkini değil muhalif yaşam
biçimini, muhalif insanın kimliğini yaratmaya koyulan önemli bir çıkış
noktasıydı.
Ve şimdiye dek kendi kabuğundan çıkamayan, kendini üretemeyen, geleceğe
taşıyamayan, bu nedenle de sürekli ‘mirastan’ tüketen aydın kesim, klasik
muhalif örgütler, sanat türlerinin hemen tamamı Gezi’nin gerisinde
kalmıştır.
Daha önce de söyledim; özellikle de edebiyat toplumun çok çok
gerisindedir Gezi boyunca. Bir tek tiyatro bu gerçeği görüp, alanlara
dökülmesini bilmişse de; sonuçta gerçek değişmemiştir. En Güzel oyunlar
Gezi’nin alanlarında sahnelenmiştir. En nitelikli konserler buralarda
verilmiştir. En güzel resimler, çizgiler Gezi’nin duvarlarını
süslemiştir. O ana dek bu ülkede hemen hiç olmayan Grafitti sanatı
Gezi’de patlama yapmıştır. Mizah, ‘orantısız zeka’ boyutlarında çok büyük
sıçrama yapmıştır. Gezi’nin parkları en ileri tartışmalara, toplantılara
sahne olmuş, en güzel şiirler ve sözler Gezi’nin duvarlarında
yazılmıştır. Bu duvarlardan birinde diyor ki;
"Mavi düşünüp
Siyah yaşıyoruz".
Türk Edebiyatı son otuz yıldır bu imgeye varamadı.
Sonuç olarak düşün ve sanat dünyamızın sokaktan, sokaktaki adamdan
öğreneceği çok şey var. Kendini tıktığı salonlardan ‘halka inme’
tartışmalarını bırakıp sokağa çıkmak zorunda.
Nazım’ı ama gerçekten Nazım’ı önemsiyorsak;
"Şarkı dinlemeyi bırakıp şarkı söylemek" zorundayız, sokaktaki
insanla birlikte…