ANLATI

Semih Özcan   





 

GULLİVER DEVLER / CÜCELER ÜLKESİNDE

                                                                                         - Yirmi Yedinci (SON) Bölüm -


"MAVİ DÜŞÜNÜP, SİYAH YAŞIYORUZ"

‘’O sırada, bazı arkadaşlar yukarıdan atılan beyaz bir toz görmüşler, bunun ne olduğu hiç açıklanmadı ama ben bunun fosfor olduğunu düşünüyorum. Sonra yukarıdaki bir makinenin içinden yangın topları gelmeye başladı, her yer alev içinde kaldı. O güne kadar bildiğimiz yanma biçiminden daha farklı bir şekilde kavrulmaya başladık, içerisi cehennem gibi oldu ama o sıcaklık asitik bir sıcaklıktı, hava yanıyordu resmen. Sanki her yönden alevler püskürten bir fırının içinde gibiydik. Kapıya tesadüf eseri barikat kurmamıştık ama kursaydık eğer, alt kata inecek herhangi bir yer olmayacağı için orada kavrulacaktık ki, bence istedikleri de buydu. Başımda ıslak bir havlu vardı, neremin yandığını anlamak için bütün vücudumu yoklamaya başladım, en sonunda saçlarımın yandığını anladım, elimi üstüne kapatarak söndürdüm alevi. Kendimizi canhıraş bir şekilde merdivenlere attık ve yemekhaneye indik. Baktık, yukarıda kalan arkadaşlarımız var, hemen yukarı çıktık, ben ilk Birsen Kars’ı kucakladım ama o sırada onun derileri çoktan sünmüş, erimişti; vücudunuzdan derilerin aktığını düşünün. Aşağıda bol suyla müdahale ettik. Hacer’in, Gülizar’ın da derileri erimişti. O kargaşada baktık, altı tane arkadaşımız yok. Yukarıya çıktım ki, Gülser kapıya çok yakın bir yerde sıkışmış ve yanıyor. Çekmeye çalıştık, çıkmadı. Bu arada jandarmalar, kurtarmayalım diye başlarımızın üstünden ateş etmeye başladılar, içeriye giremedik. O an vermemiz gereken korkunç bir kararla baş başa kaldık. Zaten Gülser’den başkasını da göremedik ve aşağıya indik yeniden. Yanıkları ağır arkadaşlarımızı suya yatırdık. İlginçtir, giysilerinde yanık izi yoktu ama vücutlarında çok büyük yanıklar oluşmuştu.‘’  (Nokta, 21-27 Aralık 2006, yıl:1,sayı:8, s. 46)

12 Eylül’den yirmi yıl sonra, 19 Aralık 2000’de toplam yirmi cezaevinde, üç gün sürecek olan ‘Hayata Dönüş’ operasyonu yapılır.

Dönemin başbakanı Bülent Ecevit’in deyişiyle ‘teröristleri kendi terörlerinden kurtarmak’ amacıyla başlatılan yurt genelindeki bu ‘Hayata Dönüş’ operasyonu, 28’i tutuklu, ikisi asker toplam otuz kişinin ölümüyle sonuçlanır.

Bu operasyonun en yoğun ve en kanlı yaşanan yeri on iki kişinin yaşamını yitirdiği Bayrampaşa Cezaevi’ydi. 19 Aralık 2000 gecesi yapılan operasyonda, Kadınlar Koğuşu’nda sağ kurtulmayı başaran Münevver Köz, yaşadıklarını o dönem Nokta dergisine bu sözlerle anlatmıştı.

Her ne değin operasyon kamuoyuna dönemin başbakanının sözleriyle ‘teröristleri kendi terörlerinden kurtarmak’ olarak açıklanmışsa da gerçek amacı dönemin adalet bakanı Hikmet Sami Türk net olarak söylüyordu:

"Asıl amaç ölüm oruçlarını bitirmek değil, devlet otoritesini sağlamak."

Böylece 12 Eylül gerçek amacına yapıldığından yirmi yıl sonra belirgin bir biçimde ulaşmış oluyordu. Ya da ‘devlet’ 12 Eylül’de kendini öylesine tescil ediyordu ki, kaç yıl geçerse geçsin, yönetimde hangi parti olursa olsun her zaman iktidarda kalıyordu.

12 Eylül’ün yapılış amacı budur işte. Güçlü devleti mutlak ve egemen kılmak. İktidarda kim olursa olsun aslında gerçekte var olan hep 12 Eylül’ün iktidarıdır. Bu, ‘derin devlet’ in su yüzüne çıkmış halidir. 12 Mart’ın ‘sindirmek’, 12 Eylül’ün ise ‘silmek’ odaklı olduğunu daha önce söylemiştim. Bu ‘silme’ işleminin karşılığını bulduğu alansa devleti birey ve toplum karşısında tek mutlak otoriteye dönüştürmektir. 12 Eylül bunu başarmıştır. Öyle ki, tutuklulara yönelik ‘işkence’ ve ‘katletmek’ gibi en insanlık dışı uygulamalara ‘sosyal demokrat’ kimliğiyle var olan iktidarlar da engel olamamakta, engel olmak bir yana bizzat bunlar tarafından yapılmaktadır bu uygulamalar.

Devletin tepeden tırnağa tüm toplum katlarında varlığını tesis etmesi, otoritesini sağlaması demek, bireyin de, bireylerin oluşturacağı her türlü sivil yaşam biçiminin ve örgütlenmenin önünün tıkanması, yok edilmesi demektir.

Bundan önceki bölümlerde özellikle altını çizmek istediğim bir konu var..birey yok edildikçe, bunu meşrulaştıracak kültürel hegemonya da toplumun gözeneklerine işlendi. Öyle ki tümüyle algı saptırması ve yanlış bilinç yaratılarak bireyin özgürlüğüne ve kimliğine yönelik tüm değerler yok sayıldı, dahası bunların yok edilmesi neredeyse toplum için ve toplumsallaşma için gerekli görüldü. Tümüyle aldatmaya yönelik bu yanlış bilinç ve algı saptırması gitgide ‘muhalif’ kanadı da etkisi altına alarak ‘muhalifliği’ de; alternatif birey ve yaşam seçeneği getiremeyen, sadece iktidar odaklı ve yalnızca onu güçlendirmekle yetinen bir alana itti.

Salt devlet erkinin ele geçirmesine odaklanan anlayışla işte bu noktada muhalif yaşam biçimi, kültürü, bireyi ve toplumsal yapı hiçbir zaman olmadı. Düzen ‘muhalifleriyle’ birlikte kendini sürekli yeniden üretti, ta ki mutlak otoritesini kurana dek. İşte 12 Eylül bu sistematiğin tamamlandığı tarihtir.

Örneğin; yine bundan önceki bölümlerde anlattığım gibi, bürokrasinin kalkmasının devlete karşı birey özgürlüğünü sağlayacağı yanlış bilinci özellikle işlendi. Oysa ki durum bunun tam tersiydi. Kapitalist toplumlarda aksine bürokrasi iktidara karşı bireyin haklarını gözeten tek kurumdur. Bunun ortadan kalkması iktidara sınırsız yetki vermek ve devletin mutlaklığının önünü ardına kadar açmak demektir.

Oğuz Demiralp bir denemesinde (Gergedan, sayı:3, mayıs 1985, s.35); ‘’Kent onsuz, o kentsiz değişmişti. Kentle değişmemiş, kentin değişimine katılmıştı.” der. Bu ülkede kendini düzen karşıtı – ya da düzenin dışında- görenlerin konumu da biraz böyledir. Düzene karşıtıdırlar ama dışında da kalamazlar. Düzen dışında kendilerine yeni yaşam alanları oluşturamazlar. Sonuçta dönüştüreni olamadıkları düzen kendilerine rağmen kendini yeniden üretir ve bu sürecin yalnızca tanığı olunur.

12 Mart işkenceleriyle tarihe geçen bir dönemdir. 12 Eylülse; işkence – bu kez doruğa çıkarak- yine sürse de, ‘faili meçhuller’le. 12 Eylül işkenceyle yetinmez, ortadan kaldırır. Üstelik bunu ‘alıştırarak ve meşrulaştırarak’ yapar.

12 Eylül’de, Mamak’ta, İlhan Erdost’un dövülerek öldürülmesinin altından o dönemin Mamak komutanı Raci Tetik hakkında dava açılır. Tetik’in savunması buna en somut örnektir:

"Vurun dedim ama öldürün demedim."

Bu, öldürmeyi meşrulaştıran sürecin ilk evresidir. İlk başta, öldürmeye karşı gibi gözüken ama ölümle sonuçlanmayacak ‘vurmaları’ doğal gören anlayış gitgide bu davranışları ‘alıştıklarımız’ arasına sokacaktır. Bu ‘ doğal alışkanlıklar’ bir süre sonra, hukuk mekanizmasının ulaşamadığı noktalarda ‘doğal ve zorunlu’ davranışlara dönüşür. Televizyonlarda izlediğimiz filmlerde özellikle de dizilerde mafya ilişkilerinin patlama yapması bu sürecin bir uzantısıdır. Bu tehlikeli tırmanış, günümüzde hukuk dışı cezalandırma yöntemlerini de, mafya düzenini de doğallıktan meşruluk çizgisine taşımıştır. İşte bu çizgi ‘devlet için kurşunu atan da yiyen de şereflidir’ çizgisidir. Bu çizgi öldürmeyi hak ve meşru gören çizgidir. 12 Eylül de bunun örneklerini de gördük. Gölcük Kurtuluş davasında olduğu gibi. 24 Ekim 1983 tarihli Cumhuriyet gazetesi bu davayı, tarihe geçecek ibretlik bir belge olarak sayfalarına geçer. Dava sonucunda dört kişi idama mahkum olmuştur. Mahkumiyet kararıyla ilgili olarak, ölüm cezasının gerekçeleri arasında şu sözler aynen tutanaklara geçer:

"…varlıklarıyla yoklukları arasında ülke çıkarları yönünden bir fark yoktur."

12 Eylül araştırmalarıyla tanıdığımız Erbil Tuşap, ‘Bin Belge’ adlı kitabında, bir 12 Eylül işkencecisinin şu itirafta bulunduğunu yazar:

"Bugün onlar için ama yarın sizin için celladız ama biz her zaman varız."

Cellatlara karşı seçenek oluşturamamanın; farklı bir dünyanın yaşam alanını değil, devlet aygıtını ele geçirmekle her sorunun biteceğini sanan bir ‘muhalif’ yapının sonucudur bu sözlerin vurguladığı gerçek. Karşı çıktığımız düzenin seçeneğini yaratamadığımız sürece de ‘muhalif’liğimiz, hep var olan düzenin koruyucusu olan cellatların yularını ele geçirmek kaygısıyla sınırlı kalacaktır. Cellatsız bir dünyaya açılan muhalif yaşam ve söylem biçimini yaratamadığımız sürece de sonuç değişmeyecektir, hatta daha da kontrolümüz dışında alanlara taşacaktır!...

Çoğu kişi özellikle de bizim basın camiasından kişiler çok iyi bilir. İktidarları ayakta tutan ‘gündemi belirlemeleri’dir. Ya da gündemi kim belirliyorsa iktidar odur. İşte bunun için yaşam alanlarımızı, biçimimizi belirleyen muhalif yapının kurulmasını bas bas bağırıyorum ya. Yaşamımız başkaları belirlemesin, yaşamımıza başkaları iktidar olmasın diye.. 12 Eylül bu ‘gündem belirleme’ işini çok iyi beceriyordu. Özellikle elinde sopası olduğu sürece başka türlüsü de zordu zaten. Kimi zaman bu gündem oldukça ‘gülümsetici’ boyutlara da varabiliyordu. Örneğin, 12 Eylül’den sonra bir kuşa çevrilen akademik yapıya dayatılan bir gündem vardı ki epey eğlenceliydi. Bizim akademik çevre 12 Eylül’den sonra ilk ciddi bilimsel incelemesinde cümbür cemaat şu önemli ‘soruna’ odaklanmıştı:

"Bira alkolizme yol açar mı açmaz mı? Biranın zararları."

Akademik gündem bu olunca doğal olarak tüm toplumun parmağı da bu çok ciddi önemli soruna basmalıydı. Bu akademik gündem desteklenmeliydi. Kim destekleyecek? En başta basın. Top bize de geldi. Üstelik gele gele de benim önüme geldi.

Bir gün patrondan malum görev emrini aldım. ‘Hemen biranın alkolizmle ilişkisi ve biranın zararları üzerine bir yazı ve röportaj ‘ hazırla. Böyle bir görev için onca insan arasında niye beni seçti hala anlayabilmiş değilim.

Kara kara düşüne düşüne isteksiz bir biçimde Ankara’da sık gittiğim barlardan biri olan Şano’nun yolunu tuttum. Kendime gelmek için bikaç bira içtim. Sanırım üçüncü biranın sonunda kafamı toparlayarak, Şano’nun sahibi olan arkadaşım Hüseyin’in yanına gittim. Hüseyin, Gazi mezunu.. bir dönem bizim Cumhuriyet Yurdu’nda da kalmıştı. Oradan da tanışıklığımız vardı. Kendisi Şano’nun işletmecisi olduğu gibi aynı zamanda sanatla da yakın ilişkileri ve çevresi olan bir arkadaşımız. Hatta yıllar sonra Ankara’daki Sanat Evi’nin bar ve lokantasını da işletmişti. Sanat çevresi var demiştim. Bir gün Cüneyt Arkın’la birlikte içtikten sonra, sanırım Ankara’ya doğru yola çıkıyorlar. Arabayı kendisi kullanıyor. Yolda feci bir kaza yapıyorlar. Kazadan Cüneyt Arkın ağır yaralı olarak kurtulsa da ( ki bu kaza, Arkın’ın içkiye tövbe etmesinin de başlangıcı olur) Hüseyin kurtulamıyor ve ölüyor. Ölesiye dek iyi bir diyaloğumuz vardı.

Hüseyin’e durumu açtım ve yazıyı Şano’yu örnek vererek yazacağımı, benimle bir röportaj yapmasını istedim. Kabul etti. Biraz da, her ne değin, alkol düşmanı bir yazı olacaksa da kendi işletmesinin reklamının da yapılacağı için hoşuna da gitti. Çünkü bir dizi fotoğraf da çektim Şano’dan. Ben de elimden geldiğince alkolizm düşmanlığını değil, Şano’yu öne çıkaran bir yazı hazırladım.

Ama sansür makası yine devreye girdi. Yazım öylesine özene bezene kesilip biçildi ki, benim değil, onların istediği gibi bir yazı yine de çıktı ortaya. Yazı bittikten sonra ben yine biraz da somurtarak Şano’nun yolunu tuttum. Yazı çıktı mı diye sordu Hüseyin. Çıktı dedim, tutuşturdum dergiyi eline. Şano’nun adını bile anmayan, çektiğim fotoğraflarda biranın ne kaka bir illet olduğunu söyleyen kupkuru bir yazı kalmıştı geriye.. Şöyle bir okudu, yüzü asıldı. ‘İyi’ dedi ama ben o ‘iyi’nin ardındaki yüz ifadesini hemen anladım. ‘Elin ermişken oldu olacak bir de küfretseydin’ diye bas bas bağıran bir yüzdü bu. (Bir süre bana karşı bozuk çalması sürdü sonra zamanla düzeldi.)

İşte bunun için, başkalarının belirlediği gündemle yaşamımız sınırlamamak için, kendi yaşamımıza kendimiz karar verebilmemiz için yine bundan önceki bölümlerde belirttiğim gibi, GEZİ benim için çok çok önemli. Kimi kişiler, Gezi’yi, sanki bir devrim denemesiymiş gibi başarısız görseler de GEZİ benim için başarıya ulaşmış bir kimlik haykırışıdır.

Gezi, şimdiye dek hiç önemsemediğimiz, görmediğimiz/ göremediğimiz hatta çoğu zaman apolitik görüp küçümsediğimiz insanların ‘Kendi yaşamıma ben karar veririm, bu benim kimliğim, bu kimliği ben yaratırım, kendi yaşam gündemimi ben belirlerim’ dediği çok önemli bir dönüm noktasıdır.

68 kuşağı denen bir dönemden söz ediyorsak eğer, bundan sonrası bırakın 78 kuşağını, 68’in çıtasını çok daha yükseklere taşıyan ikinci kuşak ‘Gezi Kuşağı’dır.

Gezi sadece iktidara değil hatta ondan çok daha fazla olarak, şimdiye dek alışılageldiğimiz muhalefet anlayışına, kendini aşamayan sol örgütlenme tarzına da bir başkaldırıydı. İktidar erkini değil muhalif yaşam biçimini, muhalif insanın kimliğini yaratmaya koyulan önemli bir çıkış noktasıydı.

Ve şimdiye dek kendi kabuğundan çıkamayan, kendini üretemeyen, geleceğe taşıyamayan, bu nedenle de sürekli ‘mirastan’ tüketen aydın kesim, klasik muhalif örgütler, sanat türlerinin hemen tamamı Gezi’nin gerisinde kalmıştır.

Daha önce de söyledim; özellikle de edebiyat toplumun çok çok gerisindedir Gezi boyunca. Bir tek tiyatro bu gerçeği görüp, alanlara dökülmesini bilmişse de; sonuçta gerçek değişmemiştir. En Güzel oyunlar Gezi’nin alanlarında sahnelenmiştir. En nitelikli konserler buralarda verilmiştir. En güzel resimler, çizgiler Gezi’nin duvarlarını süslemiştir. O ana dek bu ülkede hemen hiç olmayan Grafitti sanatı Gezi’de patlama yapmıştır. Mizah, ‘orantısız zeka’ boyutlarında çok büyük sıçrama yapmıştır. Gezi’nin parkları en ileri tartışmalara, toplantılara sahne olmuş, en güzel şiirler ve sözler Gezi’nin duvarlarında yazılmıştır. Bu duvarlardan birinde diyor ki;

"Mavi düşünüp
Siyah yaşıyoruz".


Türk Edebiyatı son otuz yıldır bu imgeye varamadı.

Sonuç olarak düşün ve sanat dünyamızın sokaktan, sokaktaki adamdan öğreneceği çok şey var. Kendini tıktığı salonlardan ‘halka inme’ tartışmalarını bırakıp sokağa çıkmak zorunda.

Nazım’ı ama gerçekten Nazım’ı önemsiyorsak;

"Şarkı dinlemeyi bırakıp şarkı söylemek" zorundayız, sokaktaki insanla birlikte…

- Yazı Dizisinin Sonu -

dizin    üst    geri    ileri  

 



 35 

 SÜJE  /  Semih Özcan  /  yirmi dokuz ocak iki bin on sekiz   / 26