Yeniden yağmur başlamıştı. Üç gündür gökyüzü delinmişti sanki, hiç
durmadan yağıyordu. Islanmamış karınca yuvası bile kalmamıştı. Benim,
kendimi yaşamaya duyduğum özlem kadar doğa da bu yağmurlara muhtaçtı.
İnsanı, insan olmanın gerekliliklerinden koparırsanız, dengeleri bozulmuş
doğadan farkı kalmaz. Benim gibi ne yapacağını bilemez, oluşacak
felaketleri bekler durur. İçimdeki heyelan evlilikle geldi.
Sevdiğim insanı tanımadığımı, tanıdığımda ise çok geç olduğunu gördüğümde
tutunduğum köklerimin bir bir yerinden söküldüğünü gördüm. Yeniden başka
topraklarda tutunmak yerine kayıp gittiğim dünyada kaldığım yerde
yaşamaya çalıştım. Tıpkı diğer hemcinslerim gibi. Yağmurlar gibiydik.
Bereket olması gereken topraklara yağmadığımızda, kurşun gibi düştüğümüz
zeminlerde akıp giderdik.
İlk gün bulutlar öbek öbek doluşmaya başlamıştı gökyüzüne, içimdeki
sıkıntılar gibiydiler. Onlar çoğaldıkça ışığım azalıyor, griliğin içinde
kaybolup gidiyordum. Mutluluğun hüzünle boyandığı renktir gri. Sevmem
griyi, ne acılar kadar karadır ne mutluluklar kadar beyaz. İki rengin
arasına sıkışıp yer etmiş yaşamlarda iki duygunun arasında bırakır sizi.
Gökyüzünü çorba tası kadar gördüğüm penceremden bağırdım.
- Gelin, siz de gelin!... Nefes alacak halim kalmadı!
Düşüncelerim durmuş, harekete geçirmek için kaldıraç gerekiyordu.
Sinirlerime hakim olmaya çalışıyordum. Son teli kalmış saz gibiydim.
Düşünemiyordum, zorluyordum, olmuyordu. Beynimin en ücra köşelerine
saklanmışlardı sanki. Bir çıkar yol bulmalıyım bu hayatta. Oysa ben,
gökyüzüne özgür pencereleri olan evde doğmuştum. O pencerelerde çocuk
olmuştum. O pencerelerde sevmiş, sevgiyi öğrenmiştim. Benim pencerelerim
özgürdü. Alıp götürdüler beni zindan pencerelerine. Çocukluğumu
getiremedim bir daha. Gençliğimi de loş ışıklarla idare ettim. Mahkum
olsam cezamı bilirdim. Özgürlüğün, kapıların açılacağı günü sayardım,
heyecanlanırdım, yaşama sevinci duyardım. Mühebbete mahkum olsam dünyayı
unutur ayrı bir dünyada yaşadığımı kabullenir, sonuna kadar yaşamaya
devam ederdim. Af çıkarsa ikinci bir hayat verilmiş gibi olurdum. Ölüm
cezası ülkemizde yok. Eğer olsaydı öleceğimi bilirdim. Nihayetinde
özgürlüğün anlamı olurdu.
Tek özgürlüğüm bağırmaktı. Her tarafımdan kuşatılmış baskılar, zorluklar
beni boğuyordu. Bağırmaktan bir gün delireceğim. Bugün yarın elektriğimi
de keserler. Bir parça ışığın girdiği evimde aydınlıktan mahrum olurum.
Nasıl bir haldeydim anlamıyordum. Düşebileceğim en yüksek uçurumdan
düşmüştüm. Çünkü kendime güvenimi kaybetmiştim. Yıllarca baskılanan
kişiliğimin sancılarıydı yaşadıklarım. “Ne çok konuşuyorsun..., Sen ne
anlarsın…” ile başlayan sözcüklerle dolu bir yarı yaşam bu evde geçti.
Dışarıdan bakılınca yuva olan bu mekan, kapısı açıldığında derin bir
uçurum barındırıyordu içinde. Her gün o kapıyı açtıkça o uçuruma
düşüyordum.
Ne zaman ki bendeki güveni kaybeden hayat arkadaşım, takdiri ilahi ile
evi ve dünyayı terk etti, o zaman o uçuruma taşlar doldurdum. Günlerce
taş taşıdım, hayatımda olmasını istemediğim ne bulduysam içine attım
sonra yağmurların kurşun gibi düştüğü betonla örttüm. Kaybettiğim
güvenimi tekrar kazanmak istiyordum. Her şey düzelecek gibi gelmişti.
Beni aşağılamasındaki gerçeğin beni sevmediğinden, benimle yaşamaktan
duyduğu pişmanlıktan olmadığını ölümünün arkasından eve gelen borç
senetlerini görünce anladım. Kendinden daha iyi düşünen kimse olmadığı
saplantısı ve büyük işlerin adamıyım tavırlarıyla girmiş olduğu işlerden
uğradığı zararın faturaları bana kalmıştı. Hayatımdan, dünyadan çekip
gitmesi bana yaşattıklarının bittiği anlamına gelmemişti. Yıllarca
kişiliğime yönelik saldırılarının kendi zayıflıklarını ve hatalarını
kapatmak için yaptığını anladım.
Son kahve paketimi de yağmur başladığı gün açmıştım. Bir kaç gün daha
yeter nasıl olsa. Isıtıcıdaki su kaynamıştı, soğumadan kahvemi almak için
mutfağa geçtim. Ruhumun sıkıntısı, düşüncelerimin dağınıklığı mutfağa da
yansımıştı. Temiz bardak aradım. Dolabın dip tarafında bir tane buldum.
Son bir haftada doğru dürüst yemek yediğim de yoktu. Sürekli kahve
içiyordum. Sıcak suyu bardağıma boşaltırken kapının zili ile irkildim.
Elim ayağım kesildi, son telim de kopmak üzereydi. Bağırdım,
- Ölmeli miyim artık!
- Ölürsen öl! Çok da umurlarındaydın,
diye kendimi cevapladım ama bağırmadan.
Yıllar önce “Narayama Türküsü” adında bir Japon filmi seyretmiştim.
Yoksulluk nedeniyle yetmiş yaşına gelen yaşlılar, Narayama Dağı'na
götürülüp ölüme terk ediliyordu. Filmde, kendisini ölüme götürmek
istemeyen oğlunu ikna edebilmek için dişlerini kıran yaşlı kadın aklıma
geldi. Dişlerimi kırsam, kırılacak dişim yok hepsi protez. Zaten ne öyle
bir dağ ne de beni o dağa götürecek çocuğum var. Sıkıldım bu hayattan.
Gittim kapıyı açtım.
Gelenler icra memurlarıymış. Evin içine şöyle bir göz attılar,
- Alacak bir şey yok, borcunuzu en kısa zamanda ödeyiniz!
“Olmaz mı bak şuradaki çekmecede ilk yirmi iki yılını özgürce geçirmiş,
sonraki yıllarında süresini bilmediği mahkumiyeti olan benim nüfus
cüzdanım var. Sağdaki duvarda yaşamda kimisine hiç, kimisine birazcık,
kimisine de ömür boyu özgür yaşamın ne olduğunu anlatan Delacroix’in
özgürlük tablosunun kopyası var. Bakın şuradaki penceremden çorba kasesi
kadar giren ışık hüzmesi var. Alın onları. Alın!” diyesim geldi. Onların
aradığı cinsten eşyalar değildi düşündüklerim. Ne olabilirdi ki
alacakları? Evin içinde iki tane olan işe yarar bir şey yoktu. Benden iki
tane olsa… bir tanem bile işe yaramıyor, ikincisini ne yapsınlar. İyi
günler dileyip, çıkıp gittiler.
İcraya kabil değer görülmeyen televizyonumu açtım, kahvem de soğumuştu.
Yine de içerim diyerek koltuğa oturdum. Ekrandaki adam ara haber
bültenini veriyordu. Son gelen zamların arkasından kocası tarafından
acımasızca öldürülen bir kadın cinayetinin haberine geçti. Televizyonu
kapadım. Bu haberi kaldıracak ruh halim yoktu. Yine hiçe sayılan bir
kadın ve can. O kadar sıradanlaşan olaylardı ki insanlar üzerinde dahi
durmuyordu. “Dünya artık çoğalma sistemini değiştirse de hiç dişi
doğmasa” dedim. Ne güzel olurdu. Aç kalsınlar, azsınlar, kudursunlar tüm
erkekler birbirlerini yesinler. Çok vahşice bir yaklaşım oldu.
Genellememek lazım! Babam iyi adamdı.
Kalktım özgürlüğe hasret penceremin camından gökyüzüne baktım. Yağmur
durmuş, yavaş yavaş güneş ışıkları yeryüzüne yayılmaya başlamıştı. Birden
Ağırlaşan zihnimin açıldığını, hareketlendiğini fark ettim. Kaldıracımı
bulmuştum. Hemen yatağın altına ne olur ne olmaz diye sakladığım paramı
aldım, üzerimi değiştirdim. Ne kadar önemli evrak varsa çantama tıktım ve
dışarı çıktım. Sanki yağmurun arkasından gelen güneş düşüncelerime vurmuş
bir anda zihnim açılmıştı. Yıllardır yağan yağmurun kurşun damlalarını
durdurmalıydım. İcra memurlarının bile alacak bir şey bulamadığı, üstelik
bana ait olmayan yıllardır merhumun tuzu kuru kardeşlerinin
merhametleriyle oturduğumuz bu evde neden hala yaşıyordum. Kendi
zindanımı kendim kurmuştum. Kendi mahkumiyetimi kendim vermiştim. Taşla
doldurup betonladığım uçurumun üzerine topraklar taşımalıydım.
Köklerinden kayıp giden toprakları yerine taşımalıydım. Heyelanlarımın
önüne güçlü kökleri yaşam ağaçlarından duvarlar örmeliydim. Şimdi
özgürlüğümü kazanmalıydım.
Son param ile bir bilet aldım. İç içe geçmiş şehirlerin, üst üste
yığılmış evlerin zindan pencerelerinden yağmurların kurşun damlalarını
seyretmektense, pencereleri özgür, yağmurları, ruhları incitmeyen, sert
yüzeylere kurşun gibi düşmeyen, hesapsızca akıp gitmeyen yağmurların
yağdığı yere gidiyordum.