RÖPORTAJ

Semih Özcan   







ESEN ÖZMAN

SAHNE TOZUNDAN
SAHNE IŞIĞINA


‘’Kaleme alınıp da son noktası konulan her yapıt bir ‘doğum’ aslında diyor Esen Özman yazarlık serüveni için.

Kendisi bir tiyatrocu . Bir yönetmen, bir oyuncu. Yazarlık onun için ek bir alan. Ancak, tüm sanatçı kişiliği bu yazı serüveni gibi. Oyunları, özellikle yönettiği oyunları, seçimiyle, yorumuyla incelediğimizde, yönetmenliği de bir yazar gibi kurguladığını, örneğin bir roman yazarcasına belirli bir izlek taşıdığına, en ince ayrıntılarına dek bu izlek üzerinde betimlemeler yaptığına tanık oluyoruz. O aslında yazıya, harflere dayanmayan bir kitap yazıyor.

1983 yılında İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda göreve başlıyor Esen özman. Oyuncu-luğunun yanı sıra yönetmenliğe geçiyor. Geçen yıla dek de bu görevini sürdürüyor. Ancak D.T. içindeki sorunlar ve D.T.’ye yapılan baskılar nedeniyle erken emekliliğini isteyerek kurumdan ayrılıyor.

Yüksek lisansını Paris’te Sorbonne Nouvelle’de tamamlayan Özman bugünlerde de Selanik’te Yunan tiyatrosunu inceliyor.

‘Mükemmeliyetçi’ bir kişiliği var. Yaptığı işin en iyisini yapmaya çalışıyor. Doğal olarak bu onda sürekli kendini eleştiren, sürekli kendini aşma çabasında olan bir kimlik yaratmış. Bu nedenle sanatçı bir aileden gelmesine karşın pek göz önünde bulunmak da istemiyor. Bu mükemmeliyetçilik bir yerde cesaretini de kırıyor çünkü. Ama bu düşündüğünüz anlamda cesaretsizlik değil. Bir tür çekingenlik. En iyisine ulaşmadan ortalarda görünmeme çelişkisini sürekli içinde yaşıyor . Bu da ortaya çıkmayan ama tüm enerjisini yaratıcığa veren bir kimliğe dönüşüyor. Yaratıcılık yönü bu anlamda çok çok iyi. Yönettiği oyunlarda bir yazar titizliği sürdürmesinin nedeni de bu.


[ Semih Özcan ]  Kitapta yazılarını ve seçtiğin oyunları incelediğimde tam anlamıyla bir ‘yönetmen’ buldum karşımda. Ve seçtiğin oyunların bütünlüğü içinde de sanki kafasındaki düşünceleri yazıya döken bir ‘yazar’ tavrı var. Bireyin yalnızlaşmasını irdeleyen, ama bunu da toplumdan soyutlayarak değil, değişen ve gelişen toplum karşısında ayak uyduramayan, bu anlamda yalnızlığı yaşayan bireyin sorunlarına eğilme, bireyi tanıma arayışları. Hatta içinde, genel doğrular ve dogmalar yaratmadan daha çok ‘özeleştiri’ mekanizmasını da işletmeye yönelik bir birey incelemesi. Bu da yaratıcılığını daha da geliştiren, kamçılayan bir etken oluyor. Hatta, çeviri üzerine, çeviri sorunları üzerine yazdığın bir kısa cümle bence tiyatro ve sanat anlayışının, yaratıcılığını itekleyen teknik açılımını veriyor, ilki ‘’ Kısıtlı alanda özgür ruhla kalem oynatmak’’ diğeri de ‘çevirmeni yazmaya değil de çevirmeye yönelten nedir? Mükemmelliyetçilik ve çaresizlik’’…Sanki, bir tiyatrocuyu, örneğin, yaşamaya değil de oynamaya, yönetmeye yönelten nedir?...der gibi.... Sormak istediğim kısaca şu; karşımda, kısıtlı alanda özgür ruhla oyunlar sahneye koyan, zaman zaman kısıtlılığın doğurduğu cesaretsizliği yaratıcığıyla aşmaya çalışan/aşan bir yönetmen buldum . Peki, oyuncu Esen Özman, bir başka yönetmene karşın yeterince yaratıcı, özgür ve kendi olabiliyor mu?

[ Esen Özman ] Bu kadar anlaşılarak okunduğum için çok mutlu oldum. Teşekkür ederim. Harika bir soru soruyorsun. Yazık ki, ülkemiz tiyatrosu bir tür kalıplar bütünüdür. Tek tip ve kolay yollu oyunculuk egemendir sanatımıza. Kalıbın dışına çıkmak isteyen dışlanır. Rolü deneyimlemek, derinlere dalmak zorlaşır. Oysa prova süreci tüm gelişmiş tiyatro ortamlarında batıp çıkmak, yanlışlar yapmak, hatalardan doğrulara varmaktır. Ne ki hata da sanatımızda görecelidir. Sanatımız yönetmen ile tek tek her bir oyuncu arasında yaşanması gereken bir maceradır. Yazık ki, coğrafyamızın zihniyeti bu konuda ürkek ve çekingen kalır. Çoğu oyuncu arkadaşımın prova sırasında zaafı olan bölümü yönetmene belli etmemek için okul kıran ya da dersini çalışamamış öğrenci gibi saklandığını bilirim. Oysa sanatımızın en zevkli yönü, seyirci önüne çıkmadan önceki prova sürecinde yatar. Orada saf, soyunmuş hatta savunmasız olmak gerekir. Bu ülkemiz sanat koşullarında pek de yaşanılası bir durum değildir. Bu nedenledir ki, son kertede yönetmen ayrı, oyuncu ayrı bir biçimde başının çaresine bakar. Elbette çoğu kez rastladığımız homojen olmayan sonuçlar ortaya çıkar. Kendi özelimden örneklemem gerekirse, iki çalışmayı olumlu oyuncu-yönetmen ilişkisi bağlamında gösterebilirim. Bunlardan biri Serap Eyüboğlu rejisi ile yaptığımız Dario Foe'nun Kadın Oyunları'dır. Oyunun provalarında Serap arkadaşım beni rejisini yapan oyuncu olarak taltif etmiş ve hepimizi özgür kılarak kendi istediği doğrultudaki alana çekmiştir. Birlikte çalışırken özgürlük duygusu yaşadığım bir diğer yönetmen de Soner Çimen'dir. Oyuncunun özgür duyumlarından estetik bir reji sağlamayı kanımca kendisi çok güzel başarmıştır, İbsen'in Yaban Ördeği oyununda. Bu nedenledir ki, D. Foe'nun İşçi Kadını, Ulrike Meinhoff'u, İbsen'in Gina'sı benim kendimce unutulmazlarım, tutkun olduğum rollerim arasındadır. Buna karşın bâzı baş rolünü oynadığım roller bir "tadına doyamamışlık, yarım kalmışlık" hissi bırakmıştır bende. Hatta daha öteye gidiyorum. Derin burukluk ve acılar yaşatmıştır. Adını vermeyeceğim bir yönetmen ve çalışmasında baş rol oynamakta iken, yönetmenin heyecanlanarak benden yalnız oynadığım bir sahne için daha farklı deneyimler istemesi diğer oyuncuları rahatsız edince yaşadığım soğukluk ve duralama beni hırpalamıştır. Deneylemekten kaçan oyuncular deneyleyenin biricik düşmanıdır. Hiçlenirsiniz. kesilirsiniz. Üretemez hale gelirsiniz. Daha beter durumlarda yaşanır yazık ki, coğrafyamızın tiyatrosunda. Kendinizi bir tür eski tarz gazino ortamı mantığında bulursunuz. Hırpalanırsınız. Oralara hiç girmeyeyim dilersen. Erken emekli olmaya beni iten konuları daha da deşersek, ortaya mesleğim adına çok vahim bir tablo çıkacaktır.

***

Sanatçı bir aileden geliyor Esen Özman. Babası bir dönemlerin ünlü yazar ve tiyatrocusu Kemal Bekir, dayısı da Ulvi Uraz.



Kemal Bekir DP döneminde aydınlara karşı yürütülen baskılardan nasibini almış bir yazar. 1951 Tevkifatında tutuklanıyor Ulvi Uraz’la birlikte. O dönem tutuklananlar arasında Zeki Baştımar, Şefik Hüsnü, Mihri Belli, Sevim Belli, Enver Gökçe, Behice Boran, Ruhi Su, Sıdıka Su, Arif Damar da var. Toplam 184 sanıklı davada 131 aydın tutuklanıyor. Önce ‘tabutluk’ denilen bir hücrede 56 gün geçiriyor. Burada yaşadıklarını 1952 yılında ‘Hücre’ adıyla romanlaştırıyor. Hücrenin ardından da iki yıl hapis, 8 ay da Akhisar’da zorunlu sürgün hayatı yaşıyor.

Özman sanatçı bir aileden geliyor ama bunu hiç de kullanmıyor. Burada da kişiliğinin de yani pek göz önünde bulunmak istemeyişinin de payı var.

[ Semih Özcan ] Hem baban hem de dayın nedeniyle sanatçı bir aileden geliyorsun. Bizde dışarıdan bakanlarca yanlış bilinen bir konu vardır. Sanatçı bir anne/babanın çocukları da o sanat dalında yer alırlar. Bu bir tür ‘torpil’ olarak algılanır. Oysa bu durum hem her meslek için geçerli bir durumdur hem de sanat ortamında yetişen bir kişinin o alanı meslek olarak seçmesi çok doğal çünkü o eğitim ve öğrenim ortamında yetişmiştir. Bu mesleği seçmende ailenin etkisi ne oldu?

[ Esen Özman ]  Ben toplumsal sorunlarla çok iç içe yaşamış bir aileden geliyorum. "Torpil" içerdiği anlamı ile bizim aile yapısına göre hoş olmayan bir sözcüktü. Babam ve dayım gibi topluma daha yakın görünen sanat dalını-tiyatro-yu seçtim. Oysa evin içinde aslında bana kalırsa yaşanan önemli bir çelişki vardı. Çünkü annem -üstelik o dönemlerde-" burjuva sanatı" olarak nitelendirilen opera sanatçısıydı. Ne ki, bu çelişki beni daha da renkli bir sanat ortamında yoğurdu ve sanatçı olmaya sürükledi. Çok okunan, kaliteli müzik dinlenen, sürekli sanat eleştirisi yapılan bir evde büyüdüm. Ben sanatçı çocukları arasından sanatı seçenlerin ille de zorlama ile ebeveynlerinin mesleklerini seçtikleri düşüncesine katılmıyorum. İçte yatkınlık varsa eğer, yetiştiği ortamın hele sanat gibi büyüleyici bir etkinlik alanının genç birey mutlaka etkisinde kalır. Ancak, şunu biliyorum. Yazık ki, toplumumuzda hala geçerli beylik bir düşünce var: "Bizim çocuk okuyamayacak, bâri tiyatrocu olsun" türünden. İşte bu, üzülerek söylüyorum bâzı sanatçı çocukları içinde geçerli olabilir ve o kullandığınız "kayırmayı içeren sözcük" bu nokta da devreye girebilir diye düşünüyorum.

***

‘Mükemmeliyetçilik’ bir yönüyle cesaretsizliği de getiriyor demiştim ama bunun yaratıcılığı kamçıladığını ve geliştirdiğini belirtmiştim. İşte bu yaratıcılık aslında ‘cesaretsizlik’ görüntüsü altında en büyük cesareti doğuruyor. Başkaldırıyı doğuruyor. Koyduğu her noktayı bir ‘doğuş’ olarak görmesinin nedeni de bu. Kendisi de bunun farkında. Yaratıcılığının önüne ket vurmuyor.

‘’Sahne sonsuzca bir yenilmeme, ayakta kalma ve ölüme kafa tutma yeridir’’ ona göre. Bugünlerde Mitos Boyut yayınlarından çıkacak olan ‘Sahne Işığı’ kitabının ana teması da ortaya çıkıyor sözlerinde ‘’ Sahne ışığı, tehlikeli olduğu kadar keyifli, çekici olduğu kadar hüzünlüdür.’’Özgürlüğe varmak ereğiyle sürekli bir başkaldırı aslında yaşadığı. Yaratıcılık özgürlük ister çünkü.

Esen Özman’ın yönettiği önemli oyunlar ‘Söz Veriyorum (Alexei Arbuzov), Akıl Defteri (Jean-Claude Carriére), Dört Köşe Dünya (György Spiro), Yazılıkaya (Sevgi Sanlı), Otel Plaza’da Bir Oda ( Neil Simon), Kahraman şey (Taner Çelik).
Yönettiği her oyunu bir yazar titizliğiyle kurguladığını, sahnelediğini söylemiştim. Örneğin Akıl Defteri’ni sahneye koyarken ana izleğini‘’ “68 Hareketi”nin bazı özelliklerini, örneğin anlam arayışı içinde bir değere tutunma arzusuyla uzak doğu felsefesine yönelme eğilimini, minik bir meditasyon sahnesiyle göstergelemek istedim. Yaptığımız çalışmanın ön oyununda erkeğe, son oyununda ise kadına yatakta aynı hareketleri yaptırarak, “68” ile başlayan, “80”ler ile toplumumuzda bile yükselen, “yalnızlık olgusunu”, “yalnızlaşan insanın durumunu” ve “yalnız aşkları” seyirciye çağrıştırmak istedim’’ sözleriyle açıklıyor.



Özman’ın on yıl önce ‘Sahne Tozu’ adıyla tiyatro yazılarından oluşan bir kitabı çıktı. Bugünlerde de ‘Sahne Işığı’ çıkacak. Her iki kitap da Mitos Boyut yayınlarından. Yine aynı yayınevinden çıkan beş de çevirisi var: Carriere’den Akıl Defteri, Chalem’den Yarın Ola Hayr’ola, Sinistera’dan Toplu Oyunlar,Topor’dan Masanın Altındave yine Denise Chalem'in "Annem Denizi ilk Kez Ellisinde Gördü".

Esen Özman tiyatronun şu anki yapısı konusunda oldukça karamsar. Çoğu ticari amaçlı arka arkaya açılan kurslara karşı olduğu gibi tiyatro fakültelerini de bir üniversiteye bağlı olduğu için olumlu bulmuyor. Konservatuar eğitiminden yana. Hatta konservatuarın son yıllardaki konumunun da oldukça gerilediği düşüncesinde. ‘Mükemmeliyetçi’ bakış açısı burada da kendini gösteriyor ve ona göre iyi bir tiyatro sanatçısı her türlü bilinç birikimine sahip komple bir sanatçı olmak zorunda.

‘’Tiyatronun özeline biraz daha dalarsak; Büyük kentin ya da küçük kentin tiyatrocu adayı, Bach dinlemeden Hamlet oynamaya, Çaykovski dinlemeden Çehov oyunu sergilemeye, Fransız klasisizmini hissetmeden pek çok Batı oyununu yorumlaya, dışavurumcu sanatı irdelemeden, örneğin Munch’ün bir tablosunu dahi görmeden Ibsen karakterine bürünmeye, Marx’ın kıyısından geçmeden Brecht, Haldun Taner ya da Vasıf Öngören oynamaya, Sartre’ı okumadan Varoluşçu roller yorumlamaya, Picasso’yu içselleştirmeden post modern tiyatro yaptığını iddia etmeye, Nâzım Hikmet şiiri okumadan eleştirel tiyatroya soyunmaya, Adnan Saygun dinlemeden Yunus Emre’yi oynamaya kalkışırsa neler olur?’’


[ Semih Özcan ] Bu ortamda yeni mezun genç kuşağın konumu ne?

[ Esen Özman ] Tiyatromuzun geleceğini belirleyecek genç kuşak adına karamsar oluşum ülkemiz dokusu için biraz abartılı bir mükemmeliyetçi bakış olarak görülebilir. Gençliğimde sanatın yoksunluklardan yeşerebileceğine inanırdım, yaşım ilerledikçe bu bakışım değişti. Hayır, sanat donanımlı zeminden fışkırıyor. Bu da demektir ki, bir sanatçı adayı için şu saydığım koşullar olmazsa olmaz. Ancak, sanatçı adayını eğiten kişilerde bu şartlar oluşmuş mu? 80'lerden bu yana giderek irtifa kaybeden bir toplumda yumurta-tavuk meselesine gelir dayanır iş. Ben şimdi nasıl umutlu olayım gençlik adına ve gençlikten yana? Önceki kuşaklar ne getirdiler buralara dek ve şimdiden sonra ne olsun? Zaten bu olayın, kanımca, gençler bile farkında. Onlar artık tiyatro okullarına gerçek bir tiyatro insanı olmak için gitmiyorlar, dizici, manken, şarkıcı olmaya gidiyorlar. Yani yüce bir sanat kaygısı falan yok ortada. Diyalektik hala işliyor kısaca...

[ Semih Özcan ] Yıllarca Devlet Tiyatrolarında çalıştığın için oradan soracağım. Her ne değin son dönemde doruğa ulaşsa da hemen her iktidar döneminde Devlet Tiyatrolarının sorunu daha doğrusu iktidarların sorun yaratması bitmez. Bir de D.T. kadrosu, iktidarların çıkarına göre kimi zaman memur kimi zaman sanatçı olarak görüldüler. Siz nesiniz? Kendini ne olarak gördün yıllarca o kurumda, sanatçı mı, memur mu?

[ Esen Özman ] Yazık ki, kendimi memur hissettim. Düşün, ben yapıda bir insanın kendini memur hissetmesi. Yıllarca içimde taşıdığım o kocaman huzursuzluk... O nedenle de sarıldım tiyatro oyunları çevirilerine, kurum dışı etkinliklere. Kendimi biraz sanatçı kılabilmek için. Memur hissettim elbette, sanki elime her an bir sarı zarf verilecek, içten içe bir yaptırım uygulanacak... Oysa uysal bir kişiliğim vardır. Ama mantık devre dışı olunca ceza gündeme gelir. Anlamsız sarı zarflar da oldu tiyatro yaşantımda... Sırf az önce konuş-tuğumuz sonsuz deneyimleme arzumdan. Denemek, açılmak gizli bir suçtur biraz da orada. Kimi yönetici ya da yönetmenlerle halılara bakarak konuşmuşluğum çok olmuştur, cehaletini yüzlerine vurmamak için. Oyun yönetirken çaktırmadan eğitmen durumuna düşmek ayrı bir sıkıntı yaratır kişide. Rastlantı olarak nitelikli bir yönetmenin nitelikli ekibine rast gelmedikçe, karın ağrıları ve yürek sızıları ile geçer prova ve oyun günleriniz. Çünkü cehaletin dayanılmaz boğuntusuyla cebelleşir durursunuz. Bu da yazık ki, en dayanılmaz gerçeğimiz.

[ Semih Özcan ] D.T. nasıl bir yapılanmayla, kendi varlığını sürdürebilir?

[ Esen Özman ] Ah! Devlet Tiyatromuzu ileri taşımak adına ne mücadeleler vermedik ki... Kimi kavgalarımız gençliğimize rastladı. Yaşımız ilerleyince şaşkına döndük. Konuşup konuşup bir arpa boyu yol gitmemişiz. Tabii bizim ki gibi çocuksu toplumlarda işin içine cahillik de eklenince önü alınmaz ciddi sonuçlar çıkıyor ortaya. Ama bu son noktada dahi, tüm kan kaybına rağmen, DT mevcut düzeniyle bile yaşamını sürdürebilir.

Nasıl mı?...

Dizilere göre prova takvimi yapılmayacak, dizide oynayan ücretsiz izin alacak, tüm sanatçılar istihdam edilecek, genç oyuncular gerektiğinde bölgedeki gençlerden yararlanılacak, dışarıdan genç alınmayacak, herkes irili ufaklı rolünü oynayacak ama herkes oyun yönetmeyecek...

Söylemesi kolay uygulanması zor görünüyor gibi değil mi?

Aslında uygulaması da kolay... Kanımca, sanatçılarımızın coşkusu bitti. Buna çanak tutan da siyasiler oldu. Sanki DT'nin çöküşü bir proje oldu. Bazen küllerinden doğmak yenilikler getirir. Ama ben küllerinden doğabilecek bir DT'ye inanmıyorum.

Sahne Işığı kitabımda da değindiğim gibi, bir yıldır Yunan tiyatrosu ile biraz haşır neşir oldum. kriz içinde ve insan dokusu olarak bize oldukça benzeyen bir toplum. Ama kültür tüm siyasî çıkmazların önünde. Kültür kendi ile yarışıyor ve at koşturuyor. Bu sanatçılarında pek çok iç çelişkileri var. Söyleyeyim o nedir: Maaşlarını alamamak. Geçen yıl Selanik'in Devlet Tiyatrosu sayılan Kuzey Yunanistan Ulusal Tiyatrosu oyuncuları aylarca maaş alamadılar. Ama Yunanistan'da yılın 12 ayın işleyen bir sistem var. Atina ve Selânik Devlet Tiyatroları yaz aylarında da hemen hemen ülkenin tüm kent ve köylerine hizmet götürüyorlar. Bunu da aylık 1000 Avro karşılığında yapıyorlar. İkramiye, teşvik olmaksızın. Bu, sözünü ettiğim krizde boğulan 10 milyonluk ülke...

Bu açıdan bakınca, damarlarımızdan akıp gitmekte olan sanat kanını durdu-rabilmek olanak dışı sanki artık toplumumuz bağlamında.



Son olarak ‘’Kolektif sanatı bireysel bir sanat yapıyor gibi ele alınca yalnızlaştım. Yalnızlığı seven bir tiyatrocu olarak da sahne pırıltısından aldığım hazzı lokal, kısa anlarda yaşadım’’ diyor Esen.

Sanırım uzun soluklu dev yapıtlara imza atabilmek, tiyatroyu tüm anlara yayabilmek için bu bir zorunluluk.

O bunu yapıyor. Dünyasını ve dünyamızı yaşanılır kılmak için.

 


dizin    üst    geri    ileri  

 



  6  

 SÜJE  /  Esen Özman - Semih Özcan  /  yirmi altı ocak iki bin on altı     14