ANLATI

Semih Özcan   







GULLİVER DEVLER / CÜCELER ÜLKESİNDE

                                                                                                                                 - On Beşinci Bölüm -

‘SADECE SELAMIM YOK, SABAHIM DA VAR’


1980 Şubat ortası..Ankara’da, Anadolu Kulübü’nde sokak çocukları için düzenlenen bir kermese davetliyim. Aslında bu tür kermesleri hiç hazzetmem, sevmem. Genellikle toplumun şık ve belirli bir gelir düzeyinin üstünde kadınlarının, kadın derneklerinin sokak çocukları için yaptıkları bu tür kermesler bana yapay gelir. Nedense bu tür etkinlik düzenleyenleri de bir dönemler ANAP’ın ‘papatyalarına’ benzetirim.

Ancak bu kermes benim için de önemliydi ve gittim. Nasıl önemli olmasın, Anadolu Kulübü gibi ‘tarihi’ bir mekana ilk gidişim olacaktı. Öyle tarihi bir mekan ki, bir yandan Cumhuriyetin ilk kuruluş yıllarında, Ankara’nın ilk başkent oluşunda tarihi bir tanıklığı vardı ama öte yandan çok daha önemlisi biraz daha yakın tarihimizde iktidarların kurulduğu ve yıkıldığı bir mekandı da. Genellikle, 12 Eylül öncesinde buranın oyun salonlarında büyük borç bataklarına giren milletvekilleri yine buranın salonlarında ‘pazarlık’ konusu olmuş, hükümetleri yıkan ve kuran transferler burada kotarılmıştı. Örneğin, Ecevit kabinesinin o ünlü 11 bağımsızı burada elde edilmişti. Bu ‘tarihi’ mekanı görmemek olanaksızdı.

Çeşitli kadın dernekleri üyelerinin yaptığı yiyeceklerin arasından sıvışıp, ortada dolaşan garsondan ‘kokteyl’imi alıp salonun elden geldiğince uzak bir köşesine yöneldim. Bir yandan da Semih Sergen mikrofonda şiir okuyordu. Bir başıma salonu kolaçan ederken yanıma genç ve son derece nazik, içten bir bayan geldi. Adı Lamia Yaşınkılıç.. Türk-Japon Derneği Kadınları Dostluk ve Dayanışma Derneği başkanı. Tanıştık, kısa sürede samimi bir ortamda sohbet etmeye başladık. Bir ara ‘Mevhibe hanımla tanıştınız mı?’ dedi..’’kim?’’ dedim. ‘’Mevhibe İnönü.’’ ‘’ Aaa, yok tanışmadım. Burada mı? ‘’ ‘’Evet, burada, gelin sizi tanıştırayım’’ dedi ve beni Mevhibe İnönü’nün yanına götürdü. Tanıştırmanın da ötesinde Mevhibe hanımla konuşmamız sırasında bana çevirmenlik yaptı desem daha doğru olur. Mevhibe hanım da aynı eşi gibi kulakları ağır işitiyor ve bu nedenle de kulak pili takıyordu. Konuşmamız kolay olmadı ama yine de 15 dakika kadar sohbet ettik. O günden aklımda tek kalan Mevhibe İnönü’nün giysisi oldu. Sade ama son derece şık ve güzel bir elbise vardı üzerinde. O elbiseyi yıllar sonra, Pembe Köşk’te, Mevhibe hanımın eşyaları, giyecekleri arasında hemen tanıdım.

Yazıya bu küçük anıyla başlamamın nedeni Mevhibe İnönü’yle tanışmış olmam da değil aslında. Lamia hanımın konumuzla daha yakından ilgisi var. O gün orada, kendi derneklerinin de sık sık bu tür kermesler hatta akşam yemekleri düzenlediğini belirterek beni kendi etkinliklerine de çağırdı. Olur dedimse de gitmedim ancak Ankara Türk Amerikan Derneği’ndeki birçok kokteylde sık sık görüşme olanağı buldum kendisiyle. Dediğim gibi kendisi son derece içten, hani saflık derecesinde temiz yürekli bir kişiydi. Zaten konumuzla ilgisi de burada.

Aylar sonra 12 Eylül olmuş, Türkiye karanlık bir faşist döneme girmişti. Bir süre sonra da yapılan seçimlerde halk, ‘generallere’ meydan okuduğunu sanarak Özal’ı başa geçirmişti. Ancak Özal, bir süre sonra iktidara sıkıca yapışacak, 12 Eylül’ün baskıcı ve faşist yöntemlerini kendinde toplamaya başlayacaktı. Seçim sistemini de dilediğince kendine göre değiştirecekti. Örneğin siyasal partilere yapılan hazine yardımı onun döneminde değiştirilecek, güçlüye çok, oy oranı az olanaysa az oranda hazine yardımı yapılmaya başlanmıştı. Hatta yeni kurulanlarla, belirli bir oranın altında oy alanlar bu yardımdan tümüyle mahrum kalıyorlardı. O dönemler tek kanal olduğu için seçimlerde TRT’nin propaganda yayınları önemseniyordu. Şimdilerde ne takan var ne de izleyen. Ama o zamanlar önemliydi. İşte Özal bunu da tırpanlamıştı. Her parti gücü oranında konuşacaktı. Bu da ANAP’ın saatlerce, diğer partilerin de beş-on dakikayla yetinmesi demekti. Ancak Demirel’in dediği gibi ‘demokrasilerde çare tükenmiyor’. Bu yasak da değişik bir yöntemle delindi.

Arka arkaya partiler kurulmaya başlandı. Artık ‘sabah erken kalkan’ bir parti kuruyordu. Net olarak bilmiyorum ama sanırım yirminin üzerinde parti kuruldu o dönem. Hatta bunların bir bölümü de Büyük Anadolu Partisi gibi oldukça güldürücü amblemlere sahipti. Büyük Anadolu Partisi’nin amblemi ‘davulu delen Jaguar’ dı. Davul, Özal’ın büyük kızının davulcu Asım Ekren’le olan birlikteliğini, Jaguarsa, dönemin işadamlarından Zeki Berberoğlu’nun bu çifte, piyasanın en pahalı arabası olan Jaguar hediye etmesini simgeliyordu.

Arka arkaya kurulan bu partilerin seçimlere katılmak gibi bir amaçları da yoktu aslında. Amaç; TRT’nin propaganda adaletsizliğini delmekti. Çoğu seçimler 1 gün kala seçimden çekiliyorlardı. Ama seçim sürecinde tümü ANAP’a yükleniyordu. Örneğin, ANAP bir saat diğer partiler beşer dakika konuşacaksa, toplumda ANAP’a karşı muhalefet üstün duruma geliyordu. Tümü de ANAP karşıtı konuşma yapmak için kurulmuştu.

O günlerde bir parti de Lamia hanım kurdu. Şu an, kurduğu partinin adını anımsamıyorum. Zaten kısa bir sürede de kendini feshetti ama kurdu. Çok içten, temiz yürekli bir kişi olduğunu söylemiştim. O özelliği bu partileşme sürecinde de gülümseterek ilgimi çekti.

Cumhuriyet gazetesi, biraz da kendi muhalif kimliği nedeniyle kurulan her partiye her gün bir sayfa ayırarak, kendilerini tanıtmalarını sağlıyordu. Bir süre sonra sıra Lamia hanıma geldi. Ve ondan hiç unutamayacağım, son derece içten açıklama, o unutulmaz ‘itiraf’ geldi. Hani bu tür partilere ‘tabela partisi’ deriz ya..bu türden.

Soruyor muhabir ‘herhangi bir sorununuz var mı? Örgütlenme güçlüğü yaşıyor musunuz? Halk size ilgi gösteriyor mu?’’ diye. Hayır diye yanıtlıyor Lamia Yaşınkılıç: ‘’Halk büyük ilgi gösterdi. Çok sayıda üyemiz var. Hatta, seçime girebilecek kadar çok sayıda il,ilçe ve beldede örgütlenmemiz de var. Ancak yine de önemli sorunumuz var. Sanırım partiyi kapatmak zorunda kalacağız.’’

Şaşırıyor muhabir arkadaş ‘bu kadar güçlü bir örgütlenmeniz varsa sorun ne? Niye kapatıyorsunuz?’’ Yanıt son derece içten ve tatlı:

‘Hemen her yerde örgütümüzü kuruyoruz da nedense üyeler ceplerinden harcama yapmıyorlar. Tüm masrafları bize yıkıyorlar. Kurulan örgütlerdeki tabela paraları çok ağır geliyor. Tabela parası ödemekten mahvolduk. Sanırım partiyi kapatmak zorunda kalacağız.’’

12 Eylül döneminin gariplikleri bununla da bitmiyor. Bir Klasik Türk Müziği bestecisini de kaygılandırabileceğini düşünebiliyor musunuz? Oluyor işte.

Çocukluğumda, televizyon yayınının olmadığı, radyolu günlerdeki kimi programları hiç unutmam. Bunlardan belleğime en çok kazınan da, Cuma akşamları saat dokuzda başlayan nefis bir kanun taksimi ve hemen ardından gelen şu anons olmuştur: ‘Ses ve saz dünyamızdan..Hazırlayan ve sunan, Ali Rıza Avni.’ Bir saat kadar süren bir programdı. Kendisi de aynı zamanda besteci olan Ali Rıza Avni, bu programında Klasik Türk Müziği’nin birbirinden güzel parçalarından nefis bir müzik ziyafeti hazırlardı. Bu, o dönemlerden belleğime kazınan, hiç unutamayacağım programlardan ilkiydi.

1983 yılında 1402’lik olup okulla ve Ankara’yla ilişiğim kesilince, o zamana dek hiç gitmediğim İzmir Mülkiyelilere gittim bir akşam. Güzel bir rastlantı, saz ekipleri eşliğinde Türk Müziği ağırlıklı canlı müzik vardı o gece. Bir yer bulup oturdum. Bir an için yanıma döndüğümde rastlantıların en güzeliyle karşılaştım. Hemen sol yanımda Ali Rıza Avni vardı. Ben kendisine dikkatlice bakınca biraz da sevimli bir muziplikle gülerek ‘Evet, ben Ali Rıza Avni’ dedi. Yaşamımda gördüğüm en neşeli, cana yakın, konuşması sırasında zaman zaman tatlı kahkahalarla ortamı ısıtan sımsıcak bir insan tanıdım. Kısa sürede ahbap olup çıktık. Hemen her konuda koyu bir sohbete daldık. Bir ara gramofona bir taş plak kondu ve bestesi kendisine ait olan bir parça yayıldı salona. Bu, Klasik Türk Müziği formuna göre bestelenmiş olan İstiklal Marşı’ydı. Doğrusu çok da hoşuma gitti. Müzik bittiğinde gülerek kendisine döndüm ve ‘ben bu plağa el koydum. Kesin alıp götüreceğim’ dedim. Bir kahkaha patlattı. ‘’Sakın ha’’ dedi, ‘’ikimizi de içeri tıktırmaya mı niyetin var?’’ ‘’Yahu ne alakası var? Klasik Türk Müziği parçası. Kim niye içeri tıksın.’’ Dedim ama söylerken de nedenini anladım. O konuya daha bir açıklık getirdi: ‘’Şu an yürürlükteki İstiklal Marşı’nın dışında, aynı adla başka bir parça çalmak yasak. Hatta bakma sen, burada çaldık ama aslında bu da yasak. Biliyorsun, İstiklal Marşı kesinlikle değiştirilemez. ’’Doğruydu söylediği, İstiklal Marşı da bırakın değiştirmeyi, değiştirmesi teklif dahi edilemeyen anayasanın kutsallarından biriydi. Ben yine de direttim, alacağım diye. Sonunda ‘’tamam, ben bir ara sana CD’ye kopyalar veririm’ dedi de çenemden kurtuldu. Vermedi tabii ki…

12 Eylül’ün ilginçlikleri saymakla bitmez. Şimdi size o dönemde ‘siyasi sanık’sanız kan kustururlar ama adi suçluysanız, örneğin cinayetten sanık biriyseniz el üstünde tutulursunuz desem inandırıcı gelmez. Gelmez de, ben bunu da yaşadım.

Yine bir Ankara gecesinde ilerleyen saatlere dek Mülkiye’nin bahçesinde arkadaşlarla demlenip, sohbet etmenin ardından, o dönemler henüz otel olmamış, misafirhane olarak hizmet veren yerime yöneldim. Ancak misafirhane olunca benim gibi sürekli ev gibi kullananlar için zaman zaman sorunlar oluyor. Aralıksız sürekli kalamıyorsunuz, göstermelik 1-2 gün de olsa arada bir çıkış göstermek zorundasınız. Hele kalmak için gelenler de varsa dışarıda kalmanız kaçınılmaz oluyor. O gece de öyle oldu. Kimliksiz olduğum için de her yerde kalamıyorum. Daha önce söyledim, kimliğim yok, zamanı geçmiş bir çarşafla idare ediyorum. Her yerde kalamıyorum çünkü malum karakolluk olduğum an askerlikte yoklama kaçağı olduğum ortaya çıkacak ve doğru askere yollanacağım. Her yerde kalamayışımın nedeni bu. Bir an için aklıma Cebeci’de okulun karşısında, genellikle sınav dönemleri öğrencilerin kaldığı otel geliyor. Bir dönem ben de epey kalmıştım. Oraya gidersem, otel sahibi durumu idare edebilirdi. Yavaş yavaş, yürüye yürüye Cebeci’ye yöneldim. Gittim ama otelin kapısı duvar, o saatte görevli çocuk yattı mı nedir, çalıyorum çalıyorum açan yok. Bir süre amaçsızca Dikimevi yönüne doğru yürümeye başladım. Kafamda çözüm arıyorum. Zorunlu olarak birinin evine gitmek gerekecek de o saatte kimin evine? Ben bu düşüncelerle yürürken, yanımda duran bir araba beni tüm bu düşüncelerden kurtardı.

Yanı başımda, caddenin kıyısında bir polis ekip otosu durdu. İçinden inen polisler önce dikkatlice yüzüme baktılar, sonra da kimliğimi istediler. Ben içimden ‘işte şimdi yandık’ diyerek çarşafı çıkarıp uzattım. Baktılar, sorun etmeden, ‘tamam’ dediler arabaya bindiler. Ben tam rahat bir nefes almaya başlamıştım ki sevincim kursağımda kaldı. Yeniden aşağıya indiler bana da ‘ bin arabaya’ dediler. Bindim. Cebeci karakoluna götürüldüm. Ben artık kesinlikle ‘askerliğe’ kendimi alıştırmaya başladım. Nasılsa, iş karakolda bitmez, genel merkeze bilgi geçilir, oradan da hem geçmiş sicilim hem de aranmam şak diye ortaya çıkar.

Cebeci Karakolu’nda bir sandalyeye oturttular ‘bekle’’ dediler. Bekliyorum, emniyet amirinin beni çağıracağı söylendi. Bir süre sonra da çağırdı, odasına girdim. Yüzüme dikkatlice baktı, ‘’suçunu biliyorsun de mi’ dedi. ‘’yoooo..ne yapmışım? ‘’ O anlamsız soru karşısında ben de işi biraz alaya vurdum. O halim nedeniyle sanırım emniyet amiri de pek inanmadı ‘suçlu’ olduğuma. ‘’Neyse, gidebilirsin. Durumu Emniyet müdürlüğüne bildirdik. Oradan sonuç bekliyoruz. Çağırdıklarında seni Emniyet Müdürlüğüne göndereceğiz.’’ Ben Emniyet Müdürlüğü sözünü duyunca yeniden huylandım. ‘’İyi de n'apmışım?’’ ‘’Adam bıçaklamışsın.’’ Beni yeniden aldı bir gülme. Kendimi zor tutarak ‘’ o kadarcık mı? ‘’ dedim. Amir yüzüme imalı imalı baktı ‘’adam ölmüş.’’ Benim gülme dozum artı, ‘’haaa…’’dedim, ‘’iyi.’’ O ana dek yaşamımda hiç cinayet zanlısı olmamıştım o da oldu. Bu arada unutmadan ekleyeyim, verilen eşgâlde, sanığın sakallı olduğu söylenmiş. Benim de hiç tıraş olma huyum olmadığı için tutup getirmişler.

İşin alayındaydım ama bir yandan da dram yaşıyorum. Anlayacağınız tam bir trajedi durumundayım. Cinayetten bir halt çıkmaz da, askerlik çıkacak. Bu ondan da beter. 12 Eylül döneminde sakıncalı askerlik demek yeniden Mamak günlerine dönmek demek.

Amirin odasından çıkıp da salondaki yerime döndüğüm andan itibaren her şey değişti. Kesinlikle abartmıyorum. Önce bir çay ikram edildi. Ardından çorba, onun ardından kahve ve en sonunda da ortadaki sobada yaptıkları patlamış kestane ikramında bulundular. Tüm polisler son derece yakın ilgi gösterdiler. Oradan buradan sohbet edip, gülüşüyoruz. Anlayacağınız yıllardır özlemini duyduğumuz polis profilini ben cinayet sanığı olduğum o gecede gördüm.

Gecenin oldukça ileri bir saatinde amir yeniden çağırdı. ‘’Hadi’’ dedi, ‘’gidebilirsin. Aranan kişi yakalandı. Tanıklar şahsın sakallı olduğunu söylemişti. Seni de bu yüzden içeri almıştık. Ama artık yakalandı. Zaten katil de sakallı ama keçi sakallıymış. O tarif de sana uymaz. Yakalanmasaydı da bırakırdık.’’

Anlayacağınız benim ‘kirli sakal’ işime yaradı. Ya bir de ‘entelektüel işi’ sakal bıraksaydım, ayvayı yemiştim.

Tan yavaş yavaş ağarmaya başladığında ayrıldım Cebeci Karakolu’ndan. Yeniden bir umut okulun karşısındaki otele gittim. Bu kez açıktı. Yaşamıma katılan yine bir çılgın gecenin ardından kendimi yatağa bıraktım.

Geçtiğimiz bölümlerde Hüseyin abiden, Hüseyin Yurttaş’tan söz etmiştim. Onunla bir dönem Yurttaş Dağıtım’da çalışırken birlikte olmuştum. Ve yine daha önce de söylediğim gibi Hüseyin Yurttaş önceki yıl aynı anda üç kitap birden çıkardı. Bunlardan biri benim de yakın ilgi alanıma giriyor. ’Onları Tanıdım’, Yurttaş’ın tanıştığı arkadaşlık ettiği edebiyat ve bilim dünyasından kişilerle olan anılarından oluşuyor. Kitap Tekin Yayınevi’nden çıktı. Bu kitap bana oldukça yakın geldi çünkü hem benim de ilgi alanıma giren bir türdü hem de ortak birçok tanıdığımız vardı. Orada Ali Rıza Avni’yle ilgili bölümü okuyunca benim de aklıma yukarıda anlattığım anı geldi.

Bu kitaptan kimi isimleri daha önceki bölümlerde yeri geldikçe yazmıştım. Ancak bir iki isim var ki, onları da bu bölüme taşımak kesinlikle gerekli.

Cahit Atay’la ilgili bölümü okuyunca doğrusu nasıl oldu da unuttum diye kendime kızdım. Anımsarsanız, önceki bölümlerin birinde sizlere Devlet Tiyatrolarında gördüğüm bir oyun üzerine neredeyse tüm köy oyunlarından nefret eder hale geldiğimi, bu nedenle ‘Ana Hanım Kız Hanım’ oyununa gitmemek için elimden geleni yaptığımı, ama oyunu izleyip Sönmez Atasoy’un yönetmenlik ustalığını görünce de çok beğendiğimi söylemiştim. Cahit Atay işte bu oyunun yazarı.

Bizim Kasabalılar yani Turgutlular yakından bilir, bizim oranın (ben ilk, orta ve liseyi Turgutlu’da bitirdim de) ünlü bir siması, sinemacı Fethi abimiz vardır. Şimdi yok, öleli çok oldu. İşte o Fethi abinin oğlu ve gelininin işlettiği, bir işhanı içinde küçük bir ticarethane vardı, benim de sık sık uğradığım. Bir gün yine oraya takıldım, laflıyoruz. ‘Hemen gitme de bekle biraz, bizim tonton, senin de çok seveceğin konuşkan bir amcamız var. Seni onunla tanıştıralım’’ dediler. ‘’Tamam’’ dedim ama kim olduğunu da sordum. ‘’Cahit Atay’’ dediler. Hemen her akşam evine dönmeden oraya uğrar hem sohbet eder hem de çayını, kahvesini içermiş. Atay’la tanışmam böyle oldu. Gerçekten de son derece konuşkan, sevimli, tonton bir amca. Çenem durur mu? Tanışır tanışmaz hemen ağzım açılıverdi benim de. Devlet Tiyatrosu sayesinde köy oyunlarından nefret ettiğimi (bu arada Cahit Atay’ın genelde köy oyunları yazan bir yazar olduğunu özellikle belirteyim) bu nedenle de onun yazdığı oyuna gitmemek için de elimden geleni yaptığımı ama izledikten sonra beğendiğimi söyledim. Bir kahkaha attı. Açık sözlü olmam hoşuna gitmişti. Sonra konu konuyu, laf lafı açtı. Belki 2 saat süren bir sohbete daldık. Kalktığımızda da yine sohbet ede ede, dolmuş duraklarına kadar olan, topu topu yüz metrelik bir yolu yolda sık sık konuşma molaları vererek bir saatte anca gidebildik.

Yine kitaptan, anmadan geçemeyeceğim, benim için önemli bir isim Talat Halman. Kendisini oldukça geç tanıdım, 2011’in Mart ayında, Ankara’da, Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde… Ahmet Oktay’a verilen Mülkiye Büyük ödülü’nün ödül töreninde tanışmıştık. (Bu arada Hilmi Yavuz’un belleğine hayran olduğumu belirtmeden geçemeyeceğim. Hilmi Yavuz’la 80 başlarında İstanbul Güzel Sanatlar Fakültesi’nde tanışmıştık. O gece o da vardı, Ahmet Oktay’la birlikte gelmişler. Ve adam yıllar sonra, 31 yıl sonra beni tanıdı, pes…) Benim için önemli bir kişiydi. Çünkü benim gözümde Hasan Ali’den sonra kültüre önemli katkılarda bulunan ikinci kişiydi. En önemlisi başta Amerika olmak üzere dünyaya Nazım’ı tanıtan bir kültür bakanımızdı. Bunları kendisine de söyledim. İlgi gösterdi. O gece onunla da güzel bir diyalog oluştu aramızda. Cumhuriyet’te yazıyordu. Beni bikaç kez, özellikle gazeteye, ziyaretine gitmeye çağırdı. Ancak o günlerde Ankara’dan ayrılmam gerekiyordu, gidemedim. Kendisini en son 2013’ün 13 Eylül’ünde İzmir Devlet Tiyatrosu’nda, Güngör Dilmen’in cenaze töreninde gördüm. Hatta merakla sordum ‘’hayrola, siz de mi İzmir’e yerleştiniz’’ diye. ‘Hayır’’ dedi, ‘’Güngör Dilmen yakın arkadaşımdı. Onun için bu sabah geldim, akşama da döneceğim’’.. Gerçek bir ‘’kültür bakanı’’ olarak bir kez daha gözümde büyüdü. Dilmen’den bir yıl sonra, 5 Aralık 2014’de onu da kaybettik.

Ve kuşkusuz gerek kitapta gerekse benim yaşamımdaki en renkli ve önemli simalardan biri Can baba…Can Yücel.

Ankara’da bir imza günündeydi Can baba. Tanışmamız orada olmadı, sadece kitap imzalattım. Esas tanışmam imzadan sonra oldu.

O gece, Can Yücel, eşi Güler Yücel, Seyit Nezir ve bizim 80’li yıllarda Nitelik’te birlikte olduğumuz arkadaşım Tevfik Şenyuva, Sakarya’da bir içkili lokantada oturuyorlardı. ( O dönemler Can babanın kitaplarını Syit Nezir’in yönettiği De yayınları basıyordu. Ayrıca şiirleri de sürekli olarak her sayısında bir tür ‘başyazı’ gibi Yazko Somut ve De yayınlarının çıkardığı Aydan Aya dergisinde yayınlanıyordu.) Tevfik beni de çağırdı bir ara, ben de gruba dahil oldum. İyi ki de olmuşum. Can babanın o doyulmaz sohbetine, aslında her biri bir sevgi yumağı niteliğindeki küfürlü konuşmalarına, sık sık eşi Güler’e söylediği sevda sözlerine tanıklık ettim gece boyunca.

O dönemler, tahta üzerine yakma resimler yapan ressam Bahar Yelekçi’yle iyi bir arkadaşlığım vardı. Kendisinin bir sergisiyle ilgili yazı yazmış, sonra da yakın birer arkadaş olmuştuk. Kendisi Can Yücel hayranıydı. O gün de kitap imzalatmaya özellikle gelecekti ama gelemedi. Aklıma geldi, oturduğumuz mekandan ona telefon açtım ‘hadi gel hemen. Can baba burada’’ diye. Hasta olduğunu, gelemeyeceğini söyledi ve tutturdu ‘’benim adıma bir kitap imzalat’’ diye. ‘’Ya dalga mı geçiyorsun. Vekaletli imza bence de çok saçma bişey. Kesin küfrü yeriz. Aklından bile geçirme’’. Tutturdu, kıramadım. İsteğini Can babaya ezile büzüle iletmek zorunda kaldım. İlettim ama bir yandan da yiyeceğim küfrü bekliyorum. Hayret, etmedi. Sadece olayı yanlış bulduğunu açıklayan bir giriş yaptı imza yazısına ‘’vasıtan yanlış ama…’’ ve nefis bir sözle sürdürdü.. ‘’…sana sadece selamım yok. Sabahım da var.’’

Bu söz çok hoşuma gitmişti. Yıllar sonra ölümünün hemen ardından o zamanlar yazdığım Yeni Asır’daki köşeme bu sözünü taşıdım. Hatta yazının başlığını da tırnak içine alarak ‘ Sadece selamım yok sabahım da var’ koydum. Bu sözü, kuşkusuz ona ait olduğunu özellikle belirterek bir iki kez sosyal medyaya da taşıdım. Ardından en az beş on yerde karşılaştım bu sözle sosyal medyada, her birinin altına farklı imzalar çakılarak… (internet hırsızlığından illallah…)

O gece sabaha karşı dört gibi çıktık içtiğimiz o mekandan. İşin ilginci o gün de Can babanın duruşması var. Hani şu siyasal yönden tutturamayınca cinsellikten açtıkları meşhur dava. Dışarda bir ara Can baba koluma girerek omzuma yaslandı. Yaslandı ama ben de iyi içtim. Bu arada mahkemeyi de konuşuyoruz o kafayla.Neyse, biz sallana sallana cadde kıyısına dek geldik, ‘yıkılmadım ayaktayım’ yürüyüşüyle…sonra da taksilere atlayıp ayrıldık.

Ve o saatten sonra Can Yücel belki uyumadan belki anca bikaç saatlik bir uykuyla İstanbul’a döndü. Sanırım saat on birde başlayan duruşmasına girdi ve Sokrates’in Savunma’sından sonra tarihe geçen ikinci önemli savunmayı yaptı: ‘’Hakim bey bu memlekette gö.e gö. denir.’’

O gece, o bir garip imza isteği nedeniyle Can babadan küfrü yemedim ama yaklaşık bir yıl kadar sonra İzmir Karşıyaka’da bir imza gününde, unutmamış, sakladığı küfür hakkını ‘Rengahenk’ kitabının girişine yazdı. (Kuşkusuz burada ne yazdığını söylemeyeceğim. ‘+ Bütün rakamlar’a girer.)

Bu arada Can baba öyle her önüne gelene küfretmez, hele sevmediklerine hiç etmez. Onda küfür bir dostluk, sevgi sözcüğüdür. Onu belirteyim de….

Bunun dışında, Can babanın kitap imzalamalarında kimi önemli mesajlar verdiği de olur. Bir gün de yine Ankara’daki bir imza gününde, sanırım biraz da içki içesi tuttu, oflaya puflaya zamanın bitmesini beklerken, bana imzaladığı bir kitaba ‘ Semih kap beni’ yazmıştı. Zaten o gün bitimi de bekleyememiş, erkenden kalkıvermişti imzadan.

Hazır yazıyı Can babadan açmışken, bu sayıdaki bölümü de yine onunla bitirelim. Hüseyin Yurttaş’ın ‘Onları Tanıdım’ kitabının Can Yücel’le ilgili bölümden keyifli bir anı … (*)

‘1980’ler… Yazarlar ve Çevirmenler Üretim Kooperatifi Yazko’nun bir genel kurul toplantısındayız.

Yazko, o günlerde darda. Enflasyon gerçeğine karşın, kitap fiyatları, kitap tükenene kadar aynı kalıyor. Zam ve etiket yok. Bunun gibi başka tutum yanlışlıkları ve rasgele basılan kitaplar, Yazko’nun erimesine neden oluyor.

Bir öneri sunuldu. Dendi ki, önüne gelenin kitabı basılmasın. Bir süre için olsun satış şansı yüksek kitaplara öncelik tanınsın ve bu değirmen dönsün. Bunun için de bir kurul oluşturulsun, o kurul yayınlanacak kitapları belirlesin.

Çünkü Yazko, kitabını yayınlamak isteyen genç ya da adı sanı duyulmamış kimi şair ve yazarları ortak yapıyor, o gün için aldığı ortaklık payının bir bölümüyle onların kitaplarını yayınlayarak bir hareket sağlamaya çalışıyordu.

Başkan Erol Toy bu uygulamaya denize düşenin yılana sarıldığı gibi sarılmıştı. Onun için kurulla kitap seçimi önerisine tepki gösteriyordu.

Kürsüde yaptığı uzun konuşmada, kurulun seçmesiyle kitap yayınlamanın bir çwşit sansür olacağını savunuyor ve yüz küsur yıldan beri sansürden çektiklerini anlatıyordu. Duygusaldı. Sesi titriyordu. ‘Sansüre karşı kanımızı akıttık, hapislerde yattık, sürgünlerde süründük’ diyordu. O sırada ben genç gazeteci arkadaşlarla yan tarafta oturuyordum. En öndeki Muzaffer Buyrukçu’nun duygulandığını, haşır haşır ağladığını ve mendiliyle gözyaşlarını sildiğini gördüm.

Can Yücel ise bu tartışmalar sırasında salondan çıkıp gitmişti. Belli ki bir iki tek atacaktı.

Erol Toy’un, Muzaffer Buyrukçu’yu ağlatan ve herkesin büyük bir sessizlik içinde dinlediği konuşmasının en can alıcı yerinde içeri girdi.

Gazeteci gençlere, ‘Şimdi hazır olun’ dedim. ‘Can Yücel bakalım ne patlatacak?’

Erol Toy, sansür karşıtı konuşmasını sürdürüyor ve iki cümlesinden birini, ‘Ben bir romancı olarak…’ diye başlayıp bitiriyordu. Bir kez daha ‘Ben bir romancı olarak…’ dediği anda, en arkadaki yerinden Can Yücel’in davudi sesi duyuldu:

‘Erol, keşke sen kısa hikayeci olsaydın….’
‘’


___________________________

 (*) Onları Tanıdım, Hüseyin Yurttaş, Tekin Yayınevi, Nisan 2014 / İstanbul, s.115
 

 - sürecek -

dizin    üst    geri    ileri  

 



 35 

 SÜJE  /  Semih Özcan  /  yirmi altı ocak iki bin on altı     14