ÖYKÜ

Halis Açacak   







 KAÇIŞ


Bundan yıllar öncesinde, son derece fukara ve kuruluşundan bu yana sadece üç kişinin ilkokuldan sonraki okullara gidebilen, topraklarının karın doyurmaması yüzünden daha çok hayvancılıkla geçimlerini kıt kanaat sağlayabilen, bu dağ köyünde, sabahları yağan çiğin, yaz sonuna doğru makilerin arasında açan sonbahar çiçeklerini, yumuşatıp kışkırtarak yoğunlaşmasına yardım ettiği kokunun, yeri göğü sardığı, güneşin ilk ışıklarının belirginleştiği sırada, insanlar, büyük bir acının verdiği sıkıntı ile kahvehanenin bulunduğu köy meydanına toplanmıştı. Herkesin iki kolu yanına düşmüş, birbirlerinin gözünün içine bakıyor, çaresizlik yüzlerinden okunuyordu. Kadınlardan ağlayanlar bile vardı.

Birçok anne, sabah kalktıklarında kızlarını yataklarında bulamamıştı. Hemen hepsi de onları tuvalete gitti sanmış, belli bir süre geçip de ortalıkta görünmeyince yatağını yeniden kontrol etmişler, sağa sola seslenmişler, kız yok. Konu komşu, hısım akraba kontrolü derken telaşe başlamış. Soluğu köy meydanında almışlar.

Ne oldukları, nasıl kayboldukları konusunda hiçbir şey düşünemiyorlardı. Babaların esmer yüzleri iyice kararmış kömür karasına yakın bir renk almıştı. Onlara göre ‘kız’ demek namus demekti. İşin kötüsü geldiğinde altından nasıl kalkılırdı. Anaların ise yüzleri ölü yüzü gibi, her konuşanın ağızlarına bakıyorlar. Acaba bir ip ucu alabilir miyim, diye? Halbuki, herkes aynı durumda idi.

Köy meydanına gelen, kızı kaybolan anneler, solgun beniz ve soran gözlerle,

“Benim kız da yok. Halbuki akşam benden önce yattı” diyordu. Hemen soruyorlardı.

“Bohçasını almış mı?”

“Almış da… Sadece giysilerini almış. Diğerleri yerli yerinde duruyor.”

Kızlar bir oğlanla kaçsa, çeyizlerinden de bazı şeyleri alacağını bütün köy halkı bilirdi. Giderek toplulukta genel kanaat oluşuyordu: “Galiba kızlar bir erkekle kaçmamış.”

Meydana gelen oraya yığılıp kalıyordu. Çaresizdiler. Tutunacak hiçbir dalları yoktu. Kızlar yer yarılmış da toprağa karışıp gitmişlerdi. Bu kadar kız nereye gidebilirdi.

Oturup liste tuttular. Tek tek saydılar. Listeye giren bazı kızlar çok geçmeden çıkıp geldi. Bahçeye inmiş. Güneş epeyce yükselirken sonucu buldular. Bu gece on altı kız kayıplara karışmıştı.

Kızı kaybolanlardan Yağlı Mustafa,

“Komşular… Ben karakola gidiyorum. Kızım neredeyse Devlet bulsun. Burada kendi kendimize vakit kaybediyoruz.”

“Hele az biraz daha bekleyelim” dedi Muhtar. “Telaşa verip köyümüzün adını kötüye çıkarmayalım. Malum… Bu mesele namus meselesi.”

Muhtar konuşurken o köylü olup da ilkokuldan sonra okuyabilen üç kişiden birisi olan Murat Öğretmen geldi. Şaşkındı.

“Duydum ki köyden kızlar kaybolmuş. Belki inanmayacaksınız ama benim de Hanım yok. Buradadır diye düşünüyordum. Bütün akrabaları, gidebileceği her yere haber verdim. Yok.”

“Murat Hoca… Süheyla Bacı okumuş, aydın bir Hanım. Cahil cüvela değil ki… Sonra kim kaçıracak? Yanına yaklaşanın vay haline” dedi Muhtar.

“Yok Muhtar yok!..” diye söze başlayacağı sıra ablası kaybolan Uzun Süleyman’ın en küçük kızı,

“Süheyla Ablam, bize gelirdi. Ablamla gizlice bir şey konuşurlardı. Bizi yanlarına sokmazlardı” dedi. Çocuğun bu sözü işi karmakarışık etti. “Haydi bizim kızlar bir oğlanla kaçtı. Süheyla kime kaçtı?” diye konuşanlar oldu. Homurtular yükseldi.

“Çocuğu dinleyelim” diyerek, çocuğun sözünü sürdürmesini istedi, Muhtar. Ancak, çocuk iki omzunu birlikte kaldırıp,

“Başka bir şey bilmiyorum,” dedi.

Kaçan kızlardan Sultan’ın annesi yeri göğü inleten o güzel sesiyle ağıtlar yakarak ağlamayı ta baştan beri sürdürüyordu. Diğer yanda yürekleri dağlayan sesiyle bir dakika olsun ağlamayı bırakmayan Meryem’i kimse durduramıyordu. Kocası genç yaşta ölmüş, babasız büyütmüştü; ‘kara gözlü Meliha’sını’. Bir de oğlu vardı; Meliha’dan küçük. Çırpına çırpına ağlıyordu.

Kızların kaybolduğu kesinleşince diğer kadınlar da ona katıldı. Birbirlerinden sözü alarak, sırayla doğaçlama ağıt yakıp topluca ağlamaya başladılar. Ünlü ağaların cenazesindeki ağlama usulüyle ağlayıp yeri göğü inlettiler.

Yağlı Mustafa Muhtar’ın ikazı ile karakola gitmekten vazgeçti sanılırken, arkasında iki jandarmayla çıkıp geldi. Muhtar şaşkınlığını belli ederek,

“Mustafa Efendi, kim dedi sana ‘jandarmaya git’ diye. Önce ne yapacağımıza karar vermeliyiz. İşin içinden çıkamıyorsak, jandarma devreye girerdi.”

Jandarma Muhtara yöneldi,

“Komutanım, seni, Murat Hocayı, kaçan kızların babalarını karakola çağırıyor” dedi.

Çaresiz bindiler; kız babalarından birinin getirdiği traktörün römorkuna. İfadelerin alınması, kız babalarının şüphelendikleri insanların tespiti için ifade dışı sorular, Muhtarla Komutanın saatler süren baş başa görüşmeleri uzadıkça uzadı ve akşam oldu. Komutan herkesi bir araya topladı. Yorgun ve çaresiz görünüyordu.

“Şikayetlerinizi aldım. Emin olun meslek hayatımın en zor olayı. Bir gecede köyün içinden bohçaları koltuklarında on altı kız kaçırılıyor, kimsenim ruhu duymuyor. Şüpheli de yok. Sözü edilen Süheyla Hanımın kendisi de kayıp. Eşinin haberi yok. Durumu İlçe Komutanlığına bildirmek için bir delil aradım. Yok, yok, yok. Çaresiz bildireceğim ve Komutanın soracağı soruların hepsi cevapsız kalacak. Şimdi evlerinize gidin. Bizden haber bekleyin.”

Sabahtan bu yana gözyaşları kurumayan anaların, karakola gidenlerin eli boş dönmeleri ile sesleri yükseldi. Her ana kızlarının güzelliği, becerileri, saygılı halleri gibi niteliklerini ağıtlarına konu ederek ağlıyordu. Kara gözleri, sarı saçları, fidan boyu, hatta güzel sesini ağlayarak anlatıyordu kız anaları.

O gece kız babalarından Sırma Ali rahatsızlandı. Onunla birlikte dört ana ve baba da hastaneye gittiler. Diğer ana ve babalar da ne uyudu, ne uyumadı sabahı beklediler. Günün ışıması ile birer ikişer köy meydanındaki kahvehaneye toplanmaya başladılar. Herkesin gözü yerdeydi. Kimse kimsenin yüzüne bakmıyordu. Canlarından bir parça kaybolmuştu. Dünkü öfkenin yerini bu sabah üzüntü almıştı. Hani çıkıp gelseler kimse “neden kaçtın” demeyecek, çocuklarını bağırlarına basacaklardı.

“Ağlarsa anam ağlar” demişler. Ağlayan analardı ama anaların da gözyaşları bitmişti. Artık ağlamaya bile güçleri kalmamıştı. Her fırsatta kocalarının “bir kıza sahip olamadın, sen nasıl anasın” suçlaması ile zavallı analar, bu olayın suçlusu sayılmaları nedeniyle iki kez üzülüyorlardı ve adeta suçlamayı kabul etmiş gibi bir halleri vardı.

Gün içinde, muhtarla birlikte karakola gidip gelenler oldu. Bir haber yoktu. Karakol manyetolu telefonuyla durumu ilçe komutanlığına bildirmişti. Onların da yapacak bir şeyleri yoktu. İlçeden büyük kentlere kalkan otobüsleri, minibüsleri sıkı bir şekilde soruşturdular. Kızların bu arabalardan herhangi birine binmediklerine inandılar. Kimseden en küçük bir ip ucu alamadılar ve işi zamana bıraktılar. Onlar gibi köy halkı da çaresiz beklemek zorunda kalmışlardı.

Murat Hoca ise eşi Süheyla’yı merak etmenin de ötesinde kızıyordu. Neden kendine haber etmemişti, gittiği yeri. ‘Bu kızların kaçışı ile mutlaka ilgisi var’ diye düşünüyordu. Gerçi kendine söylese şimdiye kadar köydeki insanların durumuna bakıp söylerdi. Yani en azından onları teselli etmek için söylerdi.

Akşamın karanlığı biraz daha karararak çöktü köyün üstüne. Herkes ilk akşamdan evine çekilip acılarıyla baş başa kaldılar.

Günün ışıması ile önce kız anaları geldi köy meydanına. Herkes birbirinin ağzına bakıyordu; bir haber var mı diye? Yoktu… Haber yoktu. Sırma Hastaneye yatırılmıştı. Durumu çok kötü değilmiş. Karakola gidip haber var mı diye soranlar eli boş geldiler.

Kız babalarının bir kısmı ile Muhtar neredeyse öğleye yakın geldiler meydana. Soran gözler karşısında herkes omuz kaldırıp ellerini iki yana açtılar. Murat Hoca sabah erken ilçeye gitmiş. Onun dönüşü de dertlerine çare olmadı. Haber yoktu.

Her gün ikindi ezanından hemen sonra ilçeden gelen minibüs göründü; meydana açılan ana girişteki büyük yoldan. Ağır ağır gelip meydana durdu. O da ne?.. Süheyla indi ön kapıyı açarak. Bekleyenler gözlerine inanamadı. Kadınlar çıldırmış gibi koştular Süheyla’ya… Avazları çıktığınca bağırıyorlardı.

“Kızlar nerede?...” diye soran vardı belki ama herkes yüksek sesle ve birlikte konuştuğu için ne sorulduğu anlaşılamıyordu. Süheyla panikledi. Köye gelirken linç edilmekten korkuyordu. Korktuğu başına mı geliyordu ne?.. Kulakları uğuldamaya başladı. Bir ara kaçmak istedi. Göze alamadı. Muhtar imdada yetişti. Var gücüyle bağırdı.

“Susuuuuunnn… Susun be!.. Her kafadan bir ses çıkıyor. Susun da kadıncağız konuşsun”.

Aniden sustular. Süheyla tane tane konuşmaya başladı.

“Kızlar kaçırılmadı. Kendileri isteyerek, ne yaptıklarını, nereye ne için gittiklerini bilerek, gittiler. Güneydoğu illerinden birinde üç yıl önce açılan bir ebe okuluna kayıtlarını yaptırdılar. Şu an okulun öğrencileri oldular. Hayatlarından son derece memnun ve mutlular. Üç yıl sonra birer ebe olarak sizlere dönecekler.”

“Kızları sen mi kaçırdın?” diye gürledi Uzun Süleyman. Aynı sertlikle yanıtını aldı.

“Kızlar kaçırılmadı. Kendileri gitti. Bu kararı verecek yaştalar. Şimdiye kadar bir talibi çıksaydı evlendirilecek, bir evin yönetimini üstleneceklerdi. Yani kendi geleceğini kararlaştırıp evlerini terk ettiler. Sırlarını saklayıp, günlerce plan yaptılar. Eğer bir tanesi bu işe zorla götürülecek olsaydı, bu sır meydana çıkar hepiniz duyar, engel olurdunuz.”

“Kızlar nerede?”

“Dedim ya… Güneydoğu illerinden birinde, ebe okulunda öğrenci. Kayıtları yapıldı. Tertemiz giysileri, önlükleri verildi. Görseniz tanıyamazsınız. Kayıt yapılırken çekilen fotoğraftan birer tane size gönderdiler. Ana ve babalarına birer de mektup yazdılar. Şimdi onları size dağıtacağım.” Çantasından on altı tane mektup çıkardı ve isim okuyarak dağıtmaya başladı.

Mektubu her açan bir çığlık koparıyordu. Kızların saçı başı düzeltilmiş, önlükler giyilmiş, tertemiz bir görüntü içindeydiler. Kız anaları yeniden koro halinde ağlamaya başladılar. Yine ağıtlar yakılıyordu, ancak saçlar başlar yolunmadan duygulu, sevgi dolu sözlerle ağlanıyordu.

“Komşular!.. Yarın sabah erkenden yola çıkıp, kızımı alıp döneceğim” diye bağırarak söyledi; Yağlı Mustafa. Kısacık Musa destekledi.

“Ben de gelirim Mustafa. Kız kaçtı, bütün iş bana kaldı. Evde eli kolu sağlam tek o vardı”.

Bu ikisinden başka itiraz eden olmadı. Murat Hoca koşarak gelip Süheyla’ya sarıldı.

“Gidenler boşa gider” dedi, daha yüksek sesle Süheyla. “Kayıtlar yapılırken senetler imzalandı. O senette yazılı parayı ödeyen kızını alır. Bu köyde o parayı ödeyecek bir tek kişi yok. Boşa gidersiniz. Hır gür çıkaranları polise teslim edecekler”.

Sabah erkenden Yağlı Mustafa ile Kısacık Musa yola çoktan çıkmışlardı. Köy meydanına toplananlar Mustafa ile Musa’nın gittiğini duyunca Sarı Naci ile Kara Halil “keşke biz de gitseydik” diyerek hayıflandılar. Her ikisinin de kızlar kaçınca işler üstlerine kalmıştı. Kendileri hayıflansa da eşleri ağlamayı, sızlanmaya dönüştürmüşler, içten içe seviniyorlardı bile. Yalnızca kızlarının geleceği konusunda hiç bilgileri yoktu ve gelecek ne getirir kestiremiyorlardı.

Mustafa ile Musa akşama doğru okula yetişebildiler. Müdüre Hanımın makamına çıktılar. Neden geldiklerini kızgın bir şekilde anlattılar. Kızları kaçırılmıştı. Kaçıranlar kim ise ondan şikayetçi olacaklardı ve bir an önce kızları nerede ise alıp gideceklerdi.

Müdüre Hanım çok samimi ve inandırıcı konuşuyordu.

“Kızları alacaksınız. Anladım. O zaman senette yazılı parayı ödeyeceksiniz. Paramızı verin, kızlarınızı alın.”

“Senedi kim imzaladı ise o ödesin. Kızımın yaşı küçük. Benim iznim olmadan kaçırılıp buraya getirilmiş. Benim haberim yok” diye kendini savundu Mustafa.

“Bu senet senin kızın için imzalanmış. Onu buraya emanet eden senet vermiş. Kimin ödeyeceği benim umurumda değil. Parayı öder kızı alırsınız. Zor kullanmaya kalkarsanız polis çağırırım. Durumunuzu anlatana dek çok sıkıntı çekersiniz” diyerek tehdit etti.

Mustafa bağırıp çağırmaya başladı.

“Kız benim. Yaşı küçük. Kaçırıldı. Şikayet edeceğim sizi…”

Müdüre Hanım başına geleceği biliyormuş gibi, önceden Emniyet Müdürlüğünde tanıdığı görevlilere durumu anlatmış, onlar da tedbir alacaklarını söylemişlerdi. Bu nedenle devriye görevindekiler okul civarında bulunup, sık sık okul kapısına geliyorlardı.

Müdüre Hanımın telefonu ile üç polis koşarak daldılar okula. Hala bağırmakta olan Mustafa’nın üstüne varıp karakola davet ettiler.

İşin içine polis girince Yağlı Mustafa’dan önce, Kısacık Musa korkalayıp alttan aldı.

“Sayın Müdürüm. Biz zorla alıp götüreceğiz demiyoruz. Buraya kızımızın durumunu bir görelim diye geldik.”

“Elbette sizi görüştüreceğiz. Ama alıp götürmeyi aklınızdan çıkarın. Bu gün misafirimiz olun. Akşam yemeğini birlikte yiyelim. Gece için misafirhaneyi hazırlattım. Sabah da kahvaltıdan sonra gidersiniz.”

Kısacık Musa’nın alttan alan sözleri karşısında Mustafa’nın da sesi gevşedi. Müdüre Hanımın sözleri karşısında da iyice yelkenleri indirdi.

Müdüre Hanım polisleri gönderdi. Güzel sözlerle Mustafa’yı biraz daha yatıştırdı. Misafir gibi davranmaya başladı.

Sonra kızlar geldi. İki babaya önce kendi kızları sarılıp ağladılar. Sonra da diğer kızlar. Musa da Mustafa da şaşkına döndüler. Kendi kızlarını sokakta görseler tanıyamazlardı. Pırıl pırıl görünüyorlar, dağ çiçekleri gibi kokuyorlardı. Bazıları saçlarını kısaltmış, diğerleri de düzelttirmişlerdi. Sağlıklı, enerji dolu, hallerinden hoşnut görünüyorlardı. Doyasıya sarıldılar.

Musa iç geçirdi,

“Keşke Ananı da getirseydim. Seni böyle bir görseydi. Zavallı çok ağladı” dedi.

O gece okulun misafiri olan Mustafa ile Musa’nın köye dönüşleri noktayı koydu. Kızlardan umut kesildi. Onlar artık Devletin olmuşlardı ve Devletle de kimse uğraşamazdı.

Kör talih yenilmişti. On altı kızın kaderleri değişmişti. Ve onlardan doğacak çocuklar cahil bir babanın değil de okumuş, tahsilli bir babanın evlatları olacaklardı. Dolayısıyla bu dağ köyünün yaşam tarzı değişecekti.

Sonraki yıllarda ilkokuldan mezun olan kızlar Süheyla’nın teşvikiyle ebe ve öğretmen okuluna gittiler. Okumayan kız olmadı dense yeridir. Ancak Üniversiteye giden kız sayısı maddi yetersizlik nedeniyle bir elin parmağını geçemedi.

Kaçan on altı kıza gelince, üç yıl sonra ebe olup yurdun çeşitli bölgelerine dağıldılar. Gittikleri yerde genellikle birer öğretmen bulup evlendiler. Tatillerde köy yabancı damatları ağırlar oldu.

Ama Süheyla’yı hiç unutmadılar. Zakkumun çiçeğini çok seven Süheyla’nın anısına köyün giriş caddesinin iki yanına zakkum diktiler. Geçen yıllar içinde köy büyüyüp kasaba oldu. Aynı caddeye onun adını verdiler. Artık hayatta olmayan Süheyla’nın yerine açılışını on altı kız birlikte yaptılar.


dizin    üst    geri    ileri  

 



 22 

 SÜJE  /  Halis Açacak  /  yirmi altı ocak iki bin on altı     14