Bir yerlerde okuyalı çok zaman oldu; bir tarihçinin yaptığı araştırmaya
göre, son 5 bin yılda dünyamızda barışla geçen yılların toplamı 2 yüz 89
yılmış. Gerçekten de tarih derslerinde en çok savaşları ve yapılan barış
anlaşmalarını okuduk değil mi? Doğruya yakın bir saptama olduğuna
inanıyorum.
Sonra anımsatma
Tarihin ilkel çağlarında site devletleri kurulmaya başlayınca, bununla
birlikte başka bir gelişme de kendiliğinden geldi: Kölelik… Toplumlara
egemen olan kişilerin bu güçlerini korumaları için, yığınların kas gücüne
gereksinme vardı çünkü. O dönemin yöneticileri boğazlarına kaz tüyü
sokarak kusarlar, sonra yeniden sofraya kurulup binlerce insanın emeğiyle
getirilenleri tüketmekten başka bir iş yapmazlardı. Mısır Piramitleri, bu
dönemin en görkemli ürünleri olarak günümüze kadar geldiler.
İnsanlık Ortaçağ’a geldiğinde de çok şey değişmedi. Egemenler çeşitlendi
yalnızca; sitelerde (kentlerde) oturanlara, toprak sahipleri, köylüler ve
din adamları da eklendi. Piramitin en üst basamağında ise yine
‘’soylular’’ vardı; yöneticiler de bunlardı.
Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı enfes
araştırmasında belirttiği erkek egemen toplumlar, bu çağda büyük bir
hızla çoğaldı, ‘’insan kirlenmesi’’ daha geniş bir boyut kazandı. Engels,
bu kitabında sorunu şu sözlerle özetlemişti: ‘’Ailece edinilmiş servetin
erkeğin özel mülkü kabul edildiği ve mülkten yoksunlaştırılmış kadının
erkeğin kölesi sayıldığı monogomi, doğal koşullar üzerine değil iktisadi
koşullar üzerine kurulu ilk aile biçimiydi, ilkel doğal ortak mülkiyetin
yerini özel mülkiyete bırakmasının ürünüydü. Bu, bir egemenliğin, ailede
özel mülke sahip olanın egemenliğinin ve onun kaçınılmaz ifadesi olarak
“hukuk”un doğuşu anlamına geliyordu. Egemenlik erkeğindi, hukuk da bu
egemenliğin zırhıydı. Kadın dış dünyadan giderek uzaklaştırıldı ve yatak
odası- mutfak- çocuk üçgenine hapsedildi; erkeğin ev zindanında bir çocuk
doğurma aleti ve ev hizmetçisi haline getirildi.’’
Ortaçağ’ın en hazin öteki iki notu, kanımca 2 yüz yıl süren Haçlı
Seferleri ve Amerika kıtasının 1492’de keşfinden sonra 4 yüz yıl süren,
insanın aklının alamayacağı vahşiliklerle işlenen, son Apaçi Geronimo’nun
yakalanmasıyla sona eren Kızılderili soykırımıydı. Öyle ki, o dönemin
gözlemcileri, İspanyol askerlerinin Kızılderili bebeklerini toplayıp ‘’en
uzağa fırlatma yarışı’’ yaptıklarının notlarını düştüler kayıtlara.
Tarihçilerin araştırmalarına göre 75 milyon Kızılderili, 60 milyon
buffalo, milyonlarca at, antilop, ceylan, kurt ve yırtıcı kuş katledildi,
ormanlar ciddi biçimde tahrip edildi.
Ülkede kas gücüne gereksinme artınca, bu kez Afrika’dan gemiler dolusu
köle getirildi tarlalarda çalıştırmak için. Beyaz adam, görülmemiş bir
açgözlülükle saldırdı Kızılderililerin bir zamanlar özgürce
at koşturdukları topraklara.
Zengin altın madenleri, onların hiçbir zaman vazgeçemeyecekleri
tapınakları, bıkıp usanmadan çıkardıkları altınlar ise putlarıydı. Bu
putlarına erişince vahşet katlanarak arttı, bu barışsever Kızılderili
halkını kendileriyle savaşmak zorunda bıraktı. Beyaz adamın hilesi çoktu
elbette, ateşli silahları vardı, yerli halkın bunlarla baş etmesi
olanaksızdı. Amerikan kaynaklı vestern filmlerinde Kızılderili halkının
vahşi gösterilmesi ise tipik bir devlet politikasıydı; Tom Miks, Zagor,
Bonanza gibi çizgi romanlara bile işlemişti. Bütün bu film ve çizgi
romanlarda işgalciler ‘’iyi adam’’, topraklarını koruyan Kızılderili
halkı ise ‘’vahşiler’’ olarak betimlendi, kitlelerin beyni böyle
uyuşturuldu.
(Benzer bir kıyım da Avustralya kıtasının keşfiyle yaşandı. Uçsuz
bucaksız bakir topraklara yerleşen ‘’beyaz adam’’, kıtanın yerlisi
Aborjinleri acımasızca katletti. Ülkedeki dingo köpekleri sürek avıyla
tükenme noktasına getirilince, kanguru nüfusunda patlama oldu; çünkü
doğanın dengesi bozuldu. Avustralya hükümeti, her yıl on binlerce
kangurunun avlanmasına bu nedenle izin veriyor.)
19. yüzyıl ise Sanayi Devrimi’yle yepyeni bir çağa girdi ama ‘’yazgı’’
olarak belletilen vahşet hız kesmedi; ancak çeşitlendi. Madde dini yeni
cepheler kazanarak umutları sürekli öteledi, insan bir kez daha maddeye
yenildi. Madde dini iyice palazlanınca, bu kez bambaşka bir trajedi
yaşandı. Pazar arayışları ilk kez bir dünya savaşına neden oldu; ağır bir
yenilgi alan Almanya imzaladığı anlaşmaya sonradan karşı çıkınca, bu
tepki İkinci Dünya Savaşı’nı tetikledi; Hitler gibi bir ‘’ölü sevici’’nin,
(bu saptama Erich Fromm’a aittir) önderliğinde kitlesel kıyımlar yaşandı.
Mussolini ve Franco’nun da eklenmesiyle, siyasal literatüre faşizm
kavramı da girdi.
Şu küçük notlar, çağımızın nasıl bir çıkmazda olduğunun, insanlığın nasıl
dibe vurduğunun resmini çizer gibidir:
- Dünyada 850 milyon aç insan vardır. Her dakika, 12 çocuk açlıktan
ölüyor.
- Öjeni Kuramı’yla temeli atılan ırkçılık, hızla yayıldı, bugün de
insanlığın din savaşlarıyla birlikte en ciddi sorunlarından biridir.
- Dünyada her yıl 9 milyon hektar orman alanı, içindeki milyarlarca
canlıyla birlikte yok ediliyor.
- Her yıl milyonlarca hafif silah üretiliyor.
- Her yıl 16 milyar birim cephanelik üretiliyor. Bu, dünya üzerindeki her
kadın, erkek ve çocuk için ikiden çok mermi demek.
- Hafif silahların yaklaşık % 60’ı sivillerin elinde bulunuyor.
- Tüm hafif silahların yaklaşık %80-90’ı devlet denetimli ticaretle
satılıyor.
- Hükümet güçleri ve silahlı grupların silahları kötüye kullanmaları ve
silah artışı inanılmaz bir can maliyetine neden oluyor.
-
Her yıl ortalama 500 bin kişi konvansiyonel silahlarla öldürülüyor:
Dakikada bir kişi.
- Birinci Dünya Savaşı’nda toplam can kaybının %14’ü sivildi. İkinci
Dünya Savaşı’nda bu rakam %67’ye yükseldi. Bugünkü bazı çatışmalarda oran
daha da yüksek.
- Çatışmalarda yaklaşık 300 bin çocuk asker görev yapıyor.
- Yardım kuruluşu Terre des Hommes’in Birleşmiş Milletler’in
tahminlerine dayanarak verdiği bilgilere göre Doğu ve Güney Avrupa’dan
her yıl 120 bin kadın ve çocuk Avrupa Birliği ülkelerine sokularak
buralarda fuhuş, hırsızlık ve dilencilik gibi yasadışı işlerde
kullanılıyor.
Listeyi yüzlerce notla daha da uzatabiliriz. Nükleer silahlanma, küresel
ısınma, tatlı su kaynaklarının giderek azalması, kürkleri için katledilen
hayvanlar, bir türlü sona ermeyen ırk ve din savaşları…
Sonuç yerine
İnsanlığın 21. yüzyıldaki görüntüsü tam da budur. Binlerce yıl sonra da
köleci sistemler varlığını sürdürmüş, bugün görünür tasmalarından
kurtulan kitleler, daha beteri olan görünmez tasmalarla sımsıkı
bağlanmıştır. Erich Fromm, bu durumu şu çarpıcı sözlerle anlatır:
‘’Günümüz insanının elinden televizyonunu, gazetesini, radyosunu alın,
bir aya kalmaz çıldırır.’’ Buna akıllı cep telefonlarını da ekleyebiliriz
artık.
Latinlerin yaygın olarak bilinen bir sözü vardı: ‘’Homus, homini lupus’’
yani, İnsan, insanın kurdudur.
İlk bakışta doğru gibi gelen bu sözü onaylamıyorum. Biyolojik evrim bir
yana, insanın asıl evrimi taşıdığı değerlerledir. İnsanca değer
taşımayanlar, insanlaşma halkasının gerisinde bulunanlardır. Çağımızın
çöküntü içerisinde olmasının nedeni de budur. İnsanlaşma halkasının
gerisinde kalanların egemen olduğu bir dünya için iyimser olmamız
safdillik olurdu. Latinlerin bu sözüne karşı ben de diyorum ki,
‘’İnsanlaşma halkasının gerisinde kalanlar, insanın kurdudur.’’ Çünkü,
insan, bedeniyle değil, beyniyle insandır. Dünyamızı yaşanamaz duruma
getirilmesinin biricik nedeni, henüz insanlaşma halkasının çok gerisinde
kalanların egemen olmasıdır.
Erich Fromm, insanlığın bunalımına karşı ‘’Umut Devrimi’’ önermişti. Ben
buna ‘’Sevgi Devrimi’’ de diyorum.