Baba dağından ovaya doğru birer yeşil mendil gibi sıralanmış tarlalar.
Ovayı kıvrılarak dolaşan Mercan nehrindeki ışık topları güneşin
şavkımasıyla bir görünüp bir kaybolarak insanı büyülüyor.
Kırlardaki cümle çiçekler seher yeliyle nazlı nazlı salınıyor. Türlü
türlü renklerde neşeyle uçuşan göçmen kuşlarla gökyüzü bir kuş bulutu
olmuş sanki.
Baba Dağı’nın yamacındaki Yelence Mağarası’nın içi epey aydınlanmış.
Girişin sağ tarafında kurumuş otların üzerinde sarı örgülü belikleri
beline kadar inen ve allı güllü fistan giymiş bir genç kız boylu boyunca
uzanmış. Kızın başında papatya ve lalelerden yapılan bir taç var. Kızın
vücudu buz gibi. Dudakları ve parmak uçları morarmış olsa da beyaz teni,
ince beli ve dolgun göğüsleriyle yine de çok güzel.
Hemen yanı başında saçı sakalı birbirine karışmış birisi yatıyor. El ele
tutuşmuş kızla oğlan. Oğlan da buz gibi; onun da elleri ve dudakları
morarmış.
Uzun uzun ıslık çalan yel, bağrışarak uçuşan kuşlar, heybetli dağlar ve
nazlı nazlı salınan çiçeklerle birlikte tüm dünya yasını tutuyor bu kızla
oğlanın.
Aze köyün meydanındaki çeşmeden dolan kovaları boşaltıp tekrar doldurarak
oyalanıyor, sürünün yolunu gözlüyordu o gün. Cemo sürüyü dağa götürmeden
bu çeşmedeki yalaktan davara su içirirdi her gün.
Sonunda uzaktan duyduğu çan sesleriyle Aze’nin yüreği kabarmış ve
yerinden çıkacak gibi olmuştu. Sürü yaklaştıkça yanakları kızarmıştı
iyice. Sağına soluna bakınmış kimseyi göremeyince sevinmişti.
Cemo sürüyü çeşmeye getirmiş koyunlar kuzular yalağın kenarına
sıralanmışlardı tek tek.. Davarlar su içerken ikisi göz göze konuşmadan
sadece bakışmışlar; başlarından ayaklarına bir su yürümüştü sanki tek
vücut olmuşlardı o an.
Aze koynundan çıkardığı ve içinde bir tutam zülfünün olduğu mavi oyalı
mendili Cemo’ya vermiş o da alıp yüreğinin üstüne koymuştu. Hiç
konuşmamışlar, gözleriyle birbirlerine söz vermişlerdi o gün.
Davarlar suya doymuş ve yola koyulmuş sürü uzaklaşıncaya kadar dönüp
dönüp Aze’ye bakmıştı Cemo.
Aze eve gelince anası ona geç kaldığı için çıkışmış; ”de hadi çabuk ol
işimiz var akşama sana dünürcü gelecek,” demişti. Aze donup kalmış,
kovalar elinden düşüp sular yere dökülünce su getirmek için tekrar
çeşmeye gitmişti. Yol boyunca gidip gelirken gözlerinden akan yaşlar sel
olmuş taa Mercan Nehri’ne ulaşmıştı.
O akşam Veli ağa, karısı, ve büyük oğluyla gelip Aze’yi istemişler ona
sormadan söz kesmişlerdi Aze’nin annesiyle babası.
O gece göz yaşları göl olmuş içinde boğulmuştu Aze.
Ertesi gün erkenden çeşmeye gitmiş Cemo’nun yolunu gözlemişti yine. Cemo
gelince olanları anlatmış “beni kaçır ,” demişti Aze.
Cemo duyduklarına inanamamış, bütün vücudunu ateş basmış ter içinde
kalmıştı. Bir şeyler söylemek istemiş ama söyleyememişti. Kelimeler
ağzına yapışmış çıkmıyordu. Kendine gelince “tamam sen üzülme bakacağız
bir çaresine, ” demiş ve gitmişti.
Aze yemeden içmeden kesilmiş, evin içinde hayalet gibi geziyordu. Anasına
ağanın oğluyla evlenmek istemediğini söylemişti. O da “ kız de hele söyle
bir yavuklun mu var?” diye sormuş O susunca da bunda bir iş var diye
üstelemiş sonunda Aze’nin Cemo’ya sevdalandığını öğrenmişti. Ona “kınalı
kuzum vazgeç bu sevdadan, ağanın adamları onu da anasını da sağ
bırakmazlar; yazık bu oğlana” demişti.
Onun bu sözleri bir ok gibi yaralamıştı Aze’nin yüreğini. Anasından da
umudunu kesmişti artık.
Aze’nin anası o gün Cemo’nun evine gitmiş “bak bacım, oğlun bu sevdadan
vazgeçsin; yoksa ağa evinizi başınıza yıkar. Onu da seni de öldürür,”
demişti.
Akşam Cemo eve gelince anası “Oğlum bu kızdan vazgeç yoksa sütümü sana
helal etmem,” demişti.
Cemo ne yapacağını şaşırmıştı, sevdalısından vazgeçemezdi. O köyün en
güzel kızı, dağların mor çiçekli sümbülüydü. Günlerce düşünüp durmuş
sonunda onu kaçırmaya karar vermişti.
Bir gün yine çeşme başında Aze’yle buluşmuşlar ve ona “kaçalım,” demişti
Cemo. O da “olmaz seni vururlar ben sensiz yaşayamam ,” demişti. Çaresiz,
üzgün üzgün bakışmışlardı sadece.
O son buluşmalarıydı..
Birkaç gün sonra nişan yüzükleri takılmış ve düğün hazırlıklarına
başlanmıştı bile.
Aze bir ölü gibi ortalıkta dolaşıyordu; benzi sararmış yeni açmaya
başlayan gonca gül solmuştu artık. Daha Cemo’nun elini bile tutamamıştı.
Ama şimdi evlendiriyorlardı onu. Bunu yüreği kaldırmıyor ne halde
olduğunu da kimselere söyleyemiyordu.
Bu arada Aze’nin nişanlandığını duyunca derdinden mecnun olmuş kendini
dağlara vurmuştu Cemo.
Derdini kavalıyla koyunlara, çiçeklere, böceklere ve dağlara anlatıyor;
kavalın yanık sesi derenin şırıltısına karışıp göklerde yankılanıyordu
bir zaman
Düğün günü yaklaşmış gelinin çeyizleri damadın evine dizilmişti çoktan.
Düğünden iki gün önce Aze’nin kınası yakılmıştı. O gece göz pınarları
kurumuştu Aze’nin. Kına gecesinde gelinin ağlaması adetten olduğundan
kimseler bir şey anlamamıştı. Kararını vermişti artık bu cehennemden
kurtulmak istiyordu Aze.
Köylüler dağılıp evlerine çekilince samanlığa gidip kendini astı Aze,
kınalı elleriyle. Anası onu samanlıkta asılı bulunca bağırtısı köyü
inletti. Cenazeyi ertesi gün defnetmek üzere Aze’nin yatağına
yatırmışlardı komşular. Öbür odalarda ağıtlar yakılıyordu. Gece
yarısından sonra dağılmıştı köylüler. Aze’nin yattığı odanın penceresini
cenaze hava alsın diye açık bırakmışlardı o gece.
Bu arada Cemo Aze’nin kendini astığını duyunca delirmiş, bütün köy başına
yıkılmıştı sanki. Canının yarısı yoktu artık. Ama buna inanamıyor, kabul
edemiyordu bir türlü.
Gözyaşları hiç kurumamıştı bütün gece. Bir el boğazına yapışıyor, ona
nefes aldırmıyor adeta boğuyordu. Bir alıp bir vermiş daha fazla
dayanamayarak sabaha karşı Aze’nin evinin yolunu tutmuş ve gizlice
pencereden girerek cenazeyi atının terkisine koyup kaçırmıştı dağlara.
Gün ağarıncaya kadar yürümüş, sonunda Yelence mağarasına varmıştı Cemo.
Aze’yi kuru otların üstüne yatırmış ve onu seyretmeye başlamıştı. İşte
sonunda yanındaydı sevdalısı. Kınalı ellerini tutup koklamış ve kokusunu
içine çekmişti derin derin. Daha sonra onu incitmeye korkarak yüzünü
okşamış ve alnından öpmüştü usulca.
Mağaradan çıkıp topladığı çiçeklerden bir taç yapıp Aze’sinin başına
takmıştı. Kırlarda davar güderken dağlardaki bütün çiçekleri toplayıp onun
başına taç yapmayı düşlemişti hep.
Cemo bütün gün hiç kıpırdamadan onu seyretmiş ve uyanmasını beklemişti
sabırla. Dağlar taşlar dile gelse de sevdamı haykırsa demişti. Çeşme
başlarında bakışmalarını düğünlerde halaylara durmalarını hatırlamış ve
gülümsemişti. Aze’si yanındaydı artık. Onu kimselere vermeyeceğim diyordu.
Gece olunca uykusuzluğa daha fazla dayanamamış ve boynu yana devrilip
uyumuştu.
Sabah kalktığında Aze’nin dudaklarının morardığını görünce yüreğine bir
kor düşmüş, artık onun uyanmayacağını iyice anlamıştı Cemo. Feryadı
dağlarda yankılanmış, taa gökyüzüne çıkmıştı. Başını ellerinin arasına
almış yanık yanık ağıtlar yakmıştı Aze’nin baş ucunda uzun süre. Sonra
Aze’ye kavuşmak için kendini dağlara vurmuş öldüren otu aramaya çıkmıştı
Cemo. Kolu kanadı kırık gözleri yaş içinde otu arıyordu taşların
arasında.
Bir zamanlar neşeyle davarını otlattığı bu dağlarda o gün ölümü arıyordu
Cemo. Bütün dağlar üstüne üstüne geliyor onu ezip parçalıyorlardı sanki.
Beli bükülmüş ve omuzları çökmüştü. Yıllardır ona arkadaşlık eden,
derdini dinleyen bu kırlarda son kez geziyordu Cemo. Gözleri buğulanmış
ve o gün veda etmişti oralara…
Zor bulunan bir ottu öldüren otu. Bir tutamı o dakikada öldürürdü insanı.
İkindiden sonra bir yamaçta taşların arasında bulmuştu kırmızı çiçekli
öldüren otunu. Alıp koşarak mağaraya gelmiş, hepsini yedikten sonra Aze’nin yanına uzanıp ellerinden sımsıkı tutmuştu.
Aze’sine kavuştuğu için gülümsemesi yüzünde asılı kalmış ve huzura
ermişti sonunda.
Üç gün sonra çobanlar onları Yelence mağarasında bulup köye
getirmişlerdi.
Cemo’yla Aze’nin sevdası o diyarlarda yıllarca dilden dile dolaşmış
türküler yakılmıştı bu sevdanın üstüne.