SERBEST YAZI

Çağrı Dahbest - Hazel Dahbest 







İvan İlyiç'in Sorusu


Şu şuur dediğimiz vaziyetin ne demek olduğunu bilmekte fayda var, demekle başlıyorum. Lakin şunu demem gerekirse, bu “şuur” kelimesi tamamen bizim kültürde var olan anlamıyla “şuurdur.” (Ne şuursuz insansın, manasından anladığımız anlamın ta kendisi, yani “akıllı evladım benim”,”düşünceli evladım,” manasına gelen anlamdır.) Çünkü şuur dediğimiz şeyi bilmek (herkesin kendi kendisinin şuurunu bilmesi), onu kavrayabilmek ve analitiğini yapıyor olabilmesi durumu, bir bakıma yaşamdan kendi kendini kurtarmasıdır. Yaşamdan kurtulmanın veya kalakalmanın gibi bi’ sorunun, benim için hiç önemi yoktur. Önemi olan şey ise, olanların olduğu halde olmazlığa sürüklenişindeki acıdır. İşte, üç yıldır Ivan Ilyiç’in sorusu üzerine düşünürken, en yakın cevabın, en kısa olduğuna kesin kanaat getirdim. Çünkü aklın veya akıl ötesinin önemi, zaten anlığın içindeki rahatlığın içinden çıkıyor. Bu yüzden günlerce, belki yıllarca emek verilerek yazılan tonlarca kitabın içinden sadece şunu demek kalıyor, fazla söz, ancak insanı vicdandan kurtarmak için tekrar ve tekrar kelimeleri yan yana koymasından ibarettir.

Öncellikle şuur yaratımı, kişinin yabancılaşmaya tabi olması ile birlikte, yalnızlığın ağırlığına tabi olmaktan çok, sadece hissedilmesi üzerine mühim bi’ önem taşıyacaktır. Bir duruma tabilik de mühim olmadığı için o durumun içindeki durumdan, mühimlik durumuna gitmiyorum. Esasen bu noktada da şöyle bi’ durum vardır ki; bu yazıyı yazarken, bu yazıyı okur da okurken, zaten yalnız olacak değil, hissediyor olacaktır. Aksi taktirde, yalnızlığı hissetmeyen, bu yaşama yabancılaşmayan kişi, bu yazının herkesin bildiği bi’ durum olarak tekrar tekrar aynı cümlelerle, tıpkı eskiden günümüze kadar bilinen bi’ konunun basitçe yazılmış oluşu veya gençliğe yeni girmiş birisinin saçmalaması olarak görecektir.

Kendimi burada yüceltmiyorum. Sadece yaşamda, acıyı gördüğümü, gecelerin üzerime çöktüğünü çok iyi bildiğimi bilerek acının durumunu değil de acı anındaki durumu öneme alıyorum. Bu soruyu sorgulayan bi’ kişi olduğumu, bu soruyu sorgulamam gerektiğini hisseden birisi olduğum için yapıyorum. Bu içerikte felsefeye dair bir şey de olmayacaktır. Çünkü benim bildiğim gibi okurun da çok iyi bildiği bir nokta görülecektir. O noktaya varacak, diyemiyorum çünkü bu sorunun bi’ çizgi içeriği değil sadece bir nokta esareti vardır. Esasen şunu eklemekte de fayda var, ben felsefeyle değil, bireyin kendisine doğru uzanan sorunlarla içli dışlı birisi olmayı tercih eden biriyim. Bu yüzden bu soruyu çok mühim olarak görüyor ve incelememdeki maksadı bilmeniz gerekir mi bilmiyorum ama bi’ tarafta günden güne beni zorlayan eylemlerle gelen güzel anamın, o gün yüzünü çamaşır suyuyla yıkamasından mı bahsedeyim size, yoksa bir yandan vefalı babamın bu durumlara bir kere olsun “off,” demeden her şeyi, “biz kalbimizle veya aklımızla sevmedik! Ruhumuzla sevdik. Kalp durur, akıl unutur ama ruh asla durmaz ve unutmaz!” değimine bağlamasındaki ûlvi maneviyatı mı anlatayım. Bunun yanına da fiziki acılara karşı zerre bir şey, diyecek halde olmadığımızı söylemekte büyük bi’ fayda var. Kimsenin ne yaşadığını bilmiyoruz, bu yüzden atıp tutmak yerine, kıçımızı yumuşak bi’ yere koyup elimizdeki binlik telefonlardan cümleler savurmak yerine, yani insanların yerine, kitapların üzerinden birkaç söyleşi yapmak, bu sohbetlerin içersinde acılara rağmen biraz tebessüm etmek daha samimi geliyor. Bu yüzden sevgi ve sakinlik üzerimize baki kalsın, diyorum.

Sonuçta acılar, konuşuldukça veya yazıldıkça artacağı için, biz, bizim olan İvan İlyiç’in Sorusu üzerine düşünmeye devam edelim.



İvan İlyiç’in Sorusu...

Salonda kahkaha atan ailem, benim durumuma bir gün gelebileceklerini hiç düşünmezler mi? *

Yaşamda yabancılaşma hissinin, kendi kendine yabancılaşma değil de Dünya’ya karşı, Dünya’dakilere karşı bi’ yabancılaşma oluşunun mühim bi’ önemi var. Bu önemin teferruatını şöyle anlamakta fayda buluyorum. **İnsan kendi içinde düşündüğü fikirlerle ve yaptığı eylemlerle kendine bi’ şuur, akıl yaratır. Bu yaratış, esasen en mühim durumdur. Çünkü bi’ yandan Dünya’ya karşı bi’ yabancılaşma olabileceği gibi Dünya’ya fırlatılmışların kölesi olarak onların şeyleriyle bi’ şuur da yaratılabilir onlar tarafından. Mühim olan bu yabancılaşmaya mecbur kalmakla geçecektir. Yoksa mutluluk dediğimiz şeyi; avm’lerin içindeki sahte kahvelerde, sinemaların içindeki aşk, silahlı, kavgalı filmlerde veya instagram’da aramaya mecbur kalmış bi’ duruma indirgemiş oluruz. Kendi şuurunu yaratmayan kişinin, bu sistemin verdikleriyle mutlu olmasından başka bi’ çaresi kalmaz. Çünkü ortada duran akıl, onlara aitleşmiştir. Onlara ait bi’ akıl, onların verdiklerinden başkasına da tabi olmak istemez. Şimdi anlıyorum ki; insanların neden futbol konuşmaması, ertesi gün arkadaşının ne giyeceğini merak etmemesi veya gündelik yaşamın içindeki zevki kovalayan youtuberları takip etmemesi gerektiğini anlıyorum.

Çünkü bu şuuru, kişinin kendi kendisi değil de onlar tarafından yaratılıp, onlardan alınırsa, sistemin vereceği mutluluğa tabi kalınır. Bu tabi kalış, insanın kendisini onlara sattırır, hem de onların vereceği mutluluğu bi’ köle gibi almak için kendini satar. Şu cümleleri yazarken, GRIS oyununun soundtrack’leri çalıyor ve sanki karanlık tavanın süzülerek eridiğini, göğün yavaşça parçalandığını, göğün ötesinde var olan hiçliğin ben olduğunu sezdiriyor. Çünkü ben bu şuuru yaratmasaydım kendime, mutluluğu bar köşelerinde, avmlerde, instagram’da aramaktan başka bir şey yapamayacaktım. Esasen bu yapamamışlığın farkına dahi varamayacaktım. Farkına varmak bi’ nevi, yaşarken, her gece ölmek gibi de olsa, birileri tarafından ölmek yerine, her gün ölürüm, diye bilmek kadar ûlvidir benim gözümde. Bazen herhangi bir yerde İngilizce cümleler görünce, bildiğim kelimeleri çabucak, hiç zorlamadan, hiçbir şey fark etmeden cümleleri anlayıp, işlemi yaptığımda bi’ güven oluşuyor. Çünkü bilmek ve kendi kendine düşünce anlamıyla yetmek, insanın çoğu duygusunun üzerinde bir şeymiş. Yani ben, kendi kendimin şuurunu yaratmasaydım, ben ne kendi kendime yetebilirdim ne de yetmeye çalışma güdüsünü, teori olarak düşünebilirdim. İşte bu durumda, Dünya’ya karşı yabancılaşma, kişinin kendi kendisine yaratacağı şuur için en gerekli durum olduğunu kesin olarak bildim. Bu yüzden kendime hep şunu söyleme başladım :


“Bunları düşünürken, gülüyorum kendi kendime. Sonra kendime sessizce, "ağladığın günlere, yatağın bir ucundan diğer ucuna kaymana, iki bedenin rahatça sığacağı yatakta kendine yer bulamayıp yatağın diğer ucuna tekrar geçmene, yetinemeyip battaniyeyi dişlerinin arasına alışına, karnının ağrısından kendini dahi fark edemediğin günlere teşekkür ederim," diyorum. Bunları kendi kendime, diyorum. Bu yaşadıklarıma başlamadan önce onlara kaçıp gitseydim, kendimi daha fazla bu yabancılaşmaya itmeseydim, yabancılaşmanın, yani kendi kendimin şuurunu yaratamazdım. Şuursuz olarak kala kalacaktım! İşte bu yüzden tüm mesele şuur,” diyorum.

Bu anlattıklarımın, İvan İlyiç’in sorusuyla öylesine yakın bi’ bağı var ki, anlatabileceğimden şüpheliyim ama denemek (yazmak) artık benim-bizim için kaçınılmaz bir şey olarak kalmış. Çünkü bizim için yaşam yoktur dışarıda, vardır içimizdeki yaşamda.

Bu yüzden, eğer kişinin kendi kendisine yarattığı şuur, İvan’ın içinde olsaydı. İvan koltuğun kenarına kafasını gömerek salonda kahkaha atanları, onların da İvan’ın durumuna bir gün gelecek olabilme ihtimallerini bilmeyerek nasıl yaşıyorlar, düşüncesini düşünmezdi. Çünkü ivan aklını zamanında onlara sattığı için onların vereceklerinden yoksun kalıp, onları arzulayarak elde edemeyişindeki acıları her gün yaşayarak, haykırmak istedi. Hepimizin çok iyi bildiği bir durum var ki, İvan evlerindeki duvar kâğıtlarını bırakın eşine seçtirmeyi, bizzat kendisi seçmek istemişti! İvan, kendi şuurunu değil de maalesef Dünya’ya fırlatılmışların ona verdiği şuuru sahiplenmişti. Bu yüzden İvan, sorduğu soruyu her saniye kendi kendisine sorarken, hep acı çekti ve debelendi. Çünkü ortada kendine ait bi’ şuuru yoktu. Dünya’nın, yani Dünya’ya fırlatılmış olanların vakfettiği şeylerin yarattığı şuuru edindiği için yaşayamadığım hayatı, yaşayamazken yaşıyordu! Bu yüzden İvan’ın sorduğu sorular, şuursuzluğun getirisi olarak daima ruhsal acıları içinde öldürmüştü! Hatta biz, şunu da düşünelim, Ivan’ın hastalığını görmeden, yaşadığımız çevreye bakıp, bu durumu sokakta çok rahat bi’ şekilde göreceğizdir. İnsanların nasıl mutluluk aradığını! Nasıl çırpındığını! Ellerinin ve ayaklarının çalışır durumunu fark etmeden her gün “oflayan veya puflayan” insanları görmekten bahsediyorum. Onlar kendi kendilerine şuur değil, maalesef iğrenç toplumun, toplumsal şuurunu benimsemişlerdir. Çünkü sokaklar, mutluluk arayan insanların kahkahaları ve gözyaşlarıyla doludur...

________________________________

Not: Bu yazıda, İvan İlyiç’in hastalığı hakkında söz veya durum yoktur. Sadece ölürken, sorduğu sorunun, bi’ şuur tarafından, herhangi bi’ cevabı vardır! Nasıl ki yaşamda 8 milyar insan var, nasıl ki 8 milyar var-oluş cevabı oluşuyor bu durumda... Bu soru durumuna karşın da 8 milyar cevaptan sadece bir tanesidir.

*  (Başlık) Soru bizatihi olarak aynı değildir! Lakin sorunun anlam tefsiri olarak, cümleyle bütündür!

** Girişte de söylediğim gibi, bunu ahlak yasası bağlamında biz mi, yoksa biz ötesinden oluşan şeyler mi yarattı? Bu sorular hiç önemli değildir! Çünkü ölümün, benim için zerre korku veya önem taşımadığını söylemek öyle kolay ki. Çünkü her gün, çünkü her saat acı içinde, belki de oğlu tarafından tecavüze uğrayabilme ihtimali taşıyan bi’ ananın var-olma olasılığı taşıyan bi’ dünyada. Var-oluşun veya olmuşluğun hiç bi’ önemi yoktur, ölüm gibi, biz gibi!


 

dizin    üst    geri    ileri    


 



 40 

 süje