Şehirler sanatçılarıyla anılırlar. Sanatçılar yaşadığı şehirlere
ruhlarını bırakıp giderler. Viyana’nın her sokağında Mozart’ın,
Beethoven’un etkilerini hissedersin. Viyana’da Beethoven’un kaldığı 83
evin levhalarla açıklaması vardır. Festivalleriyle temmuz ayı Mozart
ayıdır örneğin. Listeyi uzatmak olasıdır. Dostoyevski St. Petersburg ile
anılır. Şehrin belgeselleri çekilirken Dostoyevski belgeselde yerini
alır. Victor Hugo Paris, Franz Kafka Praglıdır.
Bizim ülkemizde Bodrum deyince, Halikarnas Balıkçısı Şakir Kabaağaçlı,
Adana deyince İki büyük isim devleşir. Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Neşet
Ertaş bozkırın tezenesi adıyla Kırşehir ile özdeştir. Denizli deyince ilk
akla gelen üç çatal Yaren adlı sazıyla Özay Gönlüm.
Burdur’a gelince başta Zeki Burdurlu şiirleriyle, folklor araştırmaları
ve eğitimciliği ile öne çıkar.
Fakir Baykurt öyküleri romanları ve köy öğretmeliği ile değerli hizmet ve
üretimlerde bulunmuştur. O dönem nüfusun yüzde sekseninin kırsalda
yaşadığı düşünülürse Fakir yazdığı kesim açısından isabetli bir iş
yaptığını söylemek gerek.
Abdullah Aşçı da diğerleri gibi öyküleriyle hem Burdur’da hem edebiyat
tarihinde yerini almıştır.
Abdullah Aşçı 1921 doğumlu bir öykücü olduğu için yazma serüveni
cumhuriyet döneminin aydınlanmacı kuşağıyla denk düştüğünü görüyoruz.
Abdullah Aşçı’yı değerlendirirken tarihsel bir perspektifle bakmak gerek.
1921 doğumlu bir sanatçı kendi döneminden etkilenip kendi dönemini
yazması kadar doğal bir şey olamaz. Çocukluğu Kurtuluş yılları, gençliği
2. Dünya Savaşı’nın kıtlık yıllarına tanıklık etmiş.
Öyküleri kadar ilgimi çeken yazdığı yayınlanmamış biyografik öyküleri
oldu. Daha önce biyografik öykü okumamıştım açıkçası. Biyografik
romanlarımız vardır :
Bütün otobiyografik veya biyografik eserler dönemlerine tanıklık eder.
Bu konuda ülkemizde ve dünyada yüzlerce yapıt yazılmıştır. Ülkemizde ise
en çok üzerine kalem oynatılan kişi Atatürk’tür. Yaşamı anlatılırken onun
yakınındaki arkadaşlarının, akrabalarının da can bulduğu bu biyografik
çalışmalarda görürüz.
Biyografilere örnek gerekirse: Mina Urgan’ın Bir Dinozorun Anıları’ında
yaşadığı dönemin siyasal çalkantılarına tanıklık eder. Kamile Ylmaz’ın Su
Gölgesi’nde Bir İşçi sınıfı romancısı Hasan Kıyafet’in yaşamını anlatır,
Halil Erdem Dirmil Ömürcüsü romanında iki halk aşığının sıra dışı
yaşamını, Goca Meryem’de ise cesur bir Anadolu kadınının feodal bir
derebeyini nasıl alaşağı ettiğini yaşanmışlığa bağlı kalınarak anlatır.
Otobiyografik romanlardan unutamadığım dünya çapında Mitka Gribçev’in
“Seni Halk Adına Ölüme Mahkûm Ediyorum” adlı romanıdır ki Bulgaristan
devrim tarihini on iki yaşında veremli bir kızken iç savaş sırasında yer
altı örgütlerine girer ve devrim sonrası devlet bakanı olana kadarki
süreci kendi yaşamıyla anlatır.
Anılarım Haraç Mezat adlı öyküsünde adı geçenlerin çoğu ya sanatçı ya
kendi yaşamına dokunmuş kişiler. Ayrıca bu çalışmasında Aşçı’nın
kıskanılacak bir yaşam zengini olduğu görülüyor. Bu biyografilerde
değerli bulduğu yaşamına giren önemli isimleri öykü tadında anlatmış. Bu
isimlerin başında Fakir Baykurt’tan Mehmet Başaran’a, Enver Gökçe’den
Şakir Eczacıbaşı’na, Yaşar Kemal’den Oktay Akbal’a, Ergun Balcı’ya kadar
çok sayıda isim bulunmakta.
Nasıl olduysa Atatürk’ün Nutuk kitabından Burdur’a beş tane gelir, biri
de Aşçı ailesinin eline geçmiştir. Aşçı o günleri Gazi adlı öyküsünde
şöyle anlatır:
“Büyücek boyutta, tuğla kalınlığında bir kitap. Yazanı ya da söyleyeni:
Gazi. Kitabın başlığı: Nutuk, başka deyişle artık Söylev olarak bilinen
yapıt. Yıl mı? 1927'nin son ayı belki. Gaz lambası ve odun sobası dönemi.
Kalabalık bir eviz. Yola bakan yüksek tavanlı oturma odamızda, baba, iki
anne, ağabey, yenge, çocuklar, yine çocuklar..
Bir akşam yemeğinden sonra diz çöküp oturmadı masacığının önüne ablam,
masacık getirilip kondu Rahmi Ağabeyimin minderi dibine. Babamla ağabeyim
çok ciddiler, sanki abdest almışlar, namaza hazırlar. Bizlerse şaşkınız.
Kulağımıza çalınan ilk sözcükler on yirmi kez Gazi, Büyük Nutuk, 19 Mayıs
1919 ve Samsun sözcükleri... Sonra, biz küçüklerin dinlerken nasıl
olduğunu anlamayıp uykuya kayıverişleri... Kimi geceler yarı uykudayken
kafamı yalayıp dolaşan bir özenti: Ağabeyimin değil, başkalarının da
okuma isteği duyacağı kitaplar yazabilme dürtüsü..."
Bu satır aralarından da anlıyoruz ki henüz yedi sekiz yaşlarda ailenin
kitaba verdiği önem üzerinden bir çocuğun yazar olma isteğinin ilk
ışıkları yanmış.
Devam ediyor anlatımına:
"Gazi Mustafa Kemal'in yadsınamaz ilginçliğini, kendimdeki artan
hayranlıkla yurt kurtarıcılığına minnet duygumu yendikten sonra, onun
için yazılıp söylenenleri yavaş yavaş sindirerek kavrayabildim. Türk
Devrim Tarihi Enstitüsü’nce basılan üç ciltlik Nutuk’u ilk okuyuşum,
1960larda oldu. Bir Bulgar gazetecisi 1938’de, Atatürk'ün ölümünde şöyle
yazmıştı: "Artık dünya, ilginçliğini yitirmiştir.''
Biyografinin “Muallim Bey” bölümünde:
“İlkokula başlayışım Latin
abecesinin uygulamaya konuşuyladır. Yıl 1928. Ana Okulu'ndaydım.”
Abdullah Aşçı’nın anlatımı içinde çok sayıda ismin yer alması bir
dezavantaja dönüşmüyor. Öykücü ustalığı bu sorunu aşmasına en büyük
nedendir.
Hüseyin Öney’i anlatırken çok sayıda isimden söz ederken de bu böyle:
“Temiz giyinmeyi sevdiğinden üstünü başını sıkça fiskeleyen biri diye
belleklerde yer etmiştir Hüseyin Öney arkadaşım. Üç beş adım birlikte
yürürken bile kolunuza giriverirdi. Ummadığım anlarda karşılaşmışızdır
Hüseyin'le küçük kentimizde. On yıl mı geçti aradan ne, kolumdaydı bir
akşam vakti. Onun kodaman bürokrat yürüyüşüne uymuştum. Oturduğum evin
önünde durakladık. "Haydi gir, içelim çorbayı bizde?", "Çok sağ ol,
beklenirim.", "Evcek de buyurun?", "Niye olmasın, yadırgamaz eşim, iyi
tanır seni... Bak, bir şey diyeyim sana, yüksek yargıçlar arasına ilk
sızmış Burdurlu benim, biliyor muydun bunu?", “Git ulan serseri, iç
dökmene şaşıracak mı sandın beni? Bir ilkle başlamaz mı her şey ? İbrahim
Zeki'miz ilk şair, İsmail Altınok'umuz ilk resimci, Fakir Baykurt'umuz
ilk romancı, Erdoğan Özer'imiz ilk karikatürcü, bizden önceki kuşaktan
Doktor Sıtkı Velicangil ilk tıp profesörü, zerrecik sanırsın ya Aşçı
Ağabeyin de ilk öykücü...Araştırırsak derinleri, Osmanlı Sarayı'na
sadrazam durup kellesini uçurtan ilk salağın kimliğini de öğrenebiliriz..
.","Kaçırdın neşemi be Abdullahçığım. ..", "Yüksek kadı olmuş
Burdurlular, vardır tarihte üç beş sanırım...Hakkını yemeyeyim, rüşvete
gönül indirmemiş bir ilk olabilirsin…Bunun için gel öpeyim
alnından...Salname-i Burduri'ye (yıllık) geçersin ancak bu
beceriksizliğinle...Haydi güle güle, iyi akşamlar, iyi iştahlar...","Seni
hergele, iştah mı bıraktın adamda..."
Oktay Akbal'ı anlatırken :
"Bir gün Ankara Caddesini çıkarken öteki kaldırımdan inen Oktay Akbal bana
seslendi. Yolu geçtim. Oktay, yanındakilere tanıttı beni. Uzunu Haldun
Taner, az kısalar çifte Sabahattin'lerden Sabahattin Kudret Aksal'la
Sabahattin Batur'du. Sordu Akbal: "Hayrola hazırlıyor musun bir şeyler?"
diye,"Evet,eh...", "Tunç söyledi de, paran bekliyormuş Tunç Yalman'a,
uğra Vatan'a.,.iş miş aradın mı?","Durumumu inceledim,hayır…" "Beğendim
bunu Aşçı, dön Burdur'una... Orada geçim, buradakinden üç beş kat
ucuzdur?" Babacan görünüşlü Haldun Taner de, fıldır fıldır gözlü çifte
Sabahattin'ler de onayladılar Akbal'ın önerisini.”
Mahmut Makal ile Fakir Baykurt ilgili bölümlerde şöyle söz ediyor:
"1952 yazı. Birkaç aydır bizim Fakir Baykurt'un neşesi kırıktı.
Öğretmenlik yaptığı Dereköy'den kente inince sormuştum bir gün nedenini
Fakir'den: "Vallahi ağabey," demişti Fakir,"Açacaktım ben de konuyu
sana...Baskı be, jandarma baskısında yaşamaktan iştahım yitti gitti...Bir
jandarma onbaşısı, kitaplığıma dikti gözünü... Ardındaki, bizim ilçenin,
Yeşilova'nın kaymakamına güveniyor ama Niğde Aksaray Demircilik'te
öğretmen Mahmut Makal'ın durumu da benimkisi gibiymiş... Gece yarısı, tak
kapı, giriyor jandarma eve, ala sabaha değin karıştırmadık köşe bucak
bırakmıyor...Hani bir kitabın satırını sökse… Ertesi gün okulda dersin
olduğunu bir onbaşıya anlatamazsın ki..."
Onlara bu konudaki önerileri şöyle:
“Küçük yerleşim yerlerinden kurtulmaya bakmalılar, Ankara Gazi Eğitim'de
okuyarak köy öğretmenliğinden ayrılıp kentlerdeki ortaokullara
atlamalılardı. Ancak ilk yapılacak iş şuydu: Kitaplıklarda jandarmayı bir
başına bırakıp odalara çekilmeli, konuşarak vakit öldürmesine olanak
tanımamalı... Lambaya hep azıcık gazyağı koymak da işe yarardı... İlçeye
gidip asla kaymakama yakınmamalıydı... Makal'la ikisi istifayı bastırıp
gelirler, oteli işletirlerdi, Muhasebecilikle evimi geçindirebilirdim
ben. "Aman ağabey, yaz bunları Makal'a?" “Adresini bilmiyorum bir,
kendisiyle tanışmadım iki?", "Tanıyor mektuplarımdan seni o?" Yazdım Makal'a. Halk Eczanesi Sahibi Nusret Otyam Eliyle, Aksaray Niğde."
Fakir ile ilk karşılaşmasını şöyle anlatmış:
Bizim Akçaköylü Tahir Baykurt, Burdur’un otuz beş kilometre kadar
doğusunda, Isparta'ya bağlı Gönen'deki köy enstitüsünde okuyordu.
Enstitülü üç öğrenciden gazeteye yazı gelmişti. Kimi dilbilgisiyle
anlatım eksiklikleri giderilerek yazılar basıldı. Bir salı ikindisi üç
yeniyetme bizim dükkânın kapısında “Buyurun efendim?” ”Abdullah Aşçı'yı
aramıştık?” “Karşınızda?” “Seni yaşlı biri sanmıştık?” “Takma sakal
bıyık, azıcık da pudrayla yaşlanırım isterseniz.”
Yazıların orasıyla burasını niye değiştirmişim?
Götürdüm üçünü basımevine. "Okuyun şimdi gönderdiklerinizle gazetede
çıkmışları, sonra dükkâna gelin konuşalım."
Kimse gelmedi ya, yeni yazılar gönderildi.
Üç gençten biri öldü öğretmen çıktığı yıl. Kalanlardan biri Fakir
Baykur’tur. Fakir, şimdi Almanya'da Duisburg'ta. Bugün de yazışırız
kendisiyle, öykülerini beğenirim de, romanlarını tutmam Fakir’in, şişirme
şeyler diye."
Mahmut Makal, Fakir ve Abdullah Aşçı’nın başka bir birlikteliğinde
öyküleri nasıl çalıştıklarına dair ipuçları veren bir başka bölüm şöyle:
“Fakir'in öğretmenlik yaptığı Dereköy'e gittik Makal’la. Üç gün de orada
konuk olduk. Konuşmalar hep yazı çizi üstüneydi. Eve girişimizde
kitaplığı soruşum dikkatleri çekmişti. Fakir, merakımı jandarma baskısına
bağlamıştı. İnsan, nasıl konuştuğu gibiyse, okuduğu gibiydi de.
Eskilerin:"üslubu beyan, ayniyle insan"ını duymuşlardı Oturup kalkışı da,
gülüşü üzgünlüğü de, aksırıkla tıksırığa da, ele verirdi insanı… İki yeri
acıkırdı insanın, hem karnı hem kafası, kafa açlığını gidermeyene aydın
kişi denemezdi…Fakir olsun, Makal olsun, anlattıklarımı not defterlerine
hemen geçirdiler.
Yemek yerken Makal'ın not defteri bir daha ortaya çıktı. Tezgâhta hangi
yazıların bulunup bulunmadığı konuşuluyordu. Makal okudu notçuğunu. Kore
savaşındaki Amerikalı General Clay'ın özü çabucak gün yüzüne dökülüveren
bir kurnazlığının tıpkısını Makal'ın köylüleri denemişlerdi de, öteki
köylüler bu tür işlere gırgırından Clay işi yaftasını
yapıştırıvermişlerdi. Hazırladığı yazıda Makal bu konuyu işleyecekmiş.”
Abdullah Aşçı öyküyü teknik olarak nasıl yazdığını şöyle
anlatıyor:
“Defter tutmuyordum ben. Beni yaz diye zorlayan bir konu için
aylarca ikinci kâğıtlara notlar alıyordum. Yararlanmasam bile, notlar,
yazı havasından koparmıyordu beni. Örneğin öykü kişisi Ahmet’se, Ahmet'in
anası babası, ana babayla Ahmet'in yetiştikleri çevre ve gördükleri
eğitim, ikinci kâğıtlara ince ince işleniyordu. Ahmet, bir laf etmişse ya
da bir davranışta bulunmuşsa, yetişme biçimiyle uyumlu olmalıydı her şey,
başka deyişle inandırıcı olmalıydı kişiler de, konu da öyküde. Diyelim ki
on bin sözcük tutan ikinci kâğıtlarımdan bin sözcüklük bir öykü ya
çıkıyor, ya çıkmıyordu. Fakir’le ikisi izlenimler yazıyorlardı. Cep
defteri, izlenimler için gerekli olabilirdi. Öyküyse kurguya dayanıyordu."
Makal ile Fakir’e yapılan jandarma baskısına karşı Aşçı’nın önerisi :
"Bir gün de kaymakam ya da jandarma baskısı konusunu irdelemiştik. Bence
ikisi de Ankara Gazi Eğitim'in sınavlarını kazanıp ortaokul
öğretmenliğine geçmeliydiler. Kentlerde daha özgürce yaşanır, kamuoyu
denen olgu köylerde bulunamazdı. Yoksul kesimin iliğe kemiğe işlemiş
hükümet korkusu, öyle üç beş seçimle giderilemezdi. Yazı çiziyle uğraşan,
ancak kentte rahat soluk alırdı.” diyor ve her ikisi de bunu yaptı."
Abdullah Aşçı öyküsünde mekân ve zaman:
Öykülerinde zaman durumuna baktığımızda anılarını anlatırken elbette
geçmiş zamanı kullanıyor ama gittiği zamanı da okurun gözünde sade bir
dil ve betimlemeyle somutlaştırdığını görüyoruz. Örneğin Gazi bölümünde
zamanı şöyle betimliyor: “Nutuk, başka deyişle artık Söylev olarak
bilinen yapıt. Yıl mı? 1927'nin son ayı belki. Gaz lambası ve odun sobası
dönemi.”
Muallim Bey bölümünde zaman: “İlkokula başlayışım Latin abecesinin
uygulamaya konuşuyladır. Yıl 1928. Ana Okulu'ndaydım.”
Ethem Erdilgil bölümünde zaman: “Yine 1934. Güz. Soyadı yasası. Evcek
değil, ailecek Aşçı oluyoruz. Ethemgil, Erdil oluyorlar.”
“Dükkân Önü” öyküsünde zaman ve mekan şöyle: "Öğleyin ağır ağır namaza
gitmiş, geldikten sonra isteksiz yemek yemiş, iki saat kadar gevşek
bulduğum basma -kesme toplarını açıp yeniden dürmüştüm."
Öykülerinde kadın :
Abdullah Aşçı Öykülerinde yer verdiği kadın karakterleri sıradan
kadınlar, ev hanımlarıdır. Bir öyküsünde otelinde çalıştırdığı kadını
anlatır. “Kürk” adlı öyküsünde kadınların kürk isteğini sorgular. Kürk
giyen kadının ekonomik gücüyle kendisinin gücünü karşılaştırır. Geliriyle
yiyip içmeden dört yılda alabileceği kürk meselesini matematiksel bir
irdeleme yapar.
Çalıştığı oteldeki odacı kadını anlatır. Ailesindeki iki annesinden söz
eder. Kadını yazarken cinsiyetçi değildir. Daha çok sıradan bir günün
içinde, sıradan yaşanmışlıkları gözlemleriyle öykülerinde yer verirken
kadının sosyal ve sınıfsal konumuna göre ele alır. Anlattığı kadınlarda
sınıfsal bir tercih değil toplumsal bütünlük içinde değerlendirir.
Genel olarak Abdullah Aşçı öykücülüğünden söz edecek olursam:
Sağlam bir eğitimi, iyi bir okur olması, İstanbul’un sanat ortamından
beslenmesi, kişisel yaratıcılığı, gözlem yeteneği, onu sağlam duruşu olan
güçlü bir öykücü olarak karşımıza çıkarmış.
Abdullah Aşçı 1960 kuşağı toplumsal gerçekçi öykücülerindendir. Taşrayı
yazmış bir taşralı sanatçıdır. Hemşerisi, dostu Fakir Baykurt meslekleri
gereği köylerde öğretmenlik yaptıklarından gözlemleri köy insanıyla
feodal ağlar arasındaki ilişkiyi irdeleyip yazarken Aşçı ise küçük de
olsa bir kentlidir. Ve kent, kasaba insanının bireyselliklerindeki
insanın derinliğinde yatan ruh hallerini anlatmıştır.
Öykülerinde yaşamı, sistemi sorgulayan bir öykücüdür :
“Dayak Dağıtımı” öyküsünde 1970 Burdur depreminde çadır dağıtan
görevlilerin halkı nasıl dövdüklerini, vatandaşın da sıra, saygı, hak
hukuk gözetmeyen saldırgan tutumunu anlatır. Bilindik eğitimsiz,
duygularıyla hareket eden, eğitim sorununa dikkat çeker. Bu eleştirisel
bakışın sonunda geleceğe dair ışık da tutar.
Dünyada yazılmayan konu kalmamıştır belki ama her sanatçının, yazarın
kendi üslubu, dil örgüsü, tahkiyesi: yani kendi anlatış düzeni, düzgün
anlatış biçimi, dilindeki üslup tadı vardır.
Bu anlamda Aşçı kendine özgü anlatım biçimiyle okurunu kendine tiryaki
yapacak bir anlatımı var. Öykülerinde genellikle bir iki kelimelik kısa
cümleleri kullanırken kendisiyle konuşur gibi hoş bir dil üslubu
oluşturmuş olduğu görülür. Öyküyü düzenleyici alt unsur dediğimiz konu,
zaman, mekan ve kişi birbiriyle olan yatay ilişkisini sürdürüyor.
Kurucusu Anton Çehov ve bizde Memduh Şevket Esendal ve Sait Faik
Abasıyanık tarzında olduğu gibi Abdullah Aşçı, öykülerinde olay ve olay
zincirinden çok durum öykücüsüdür. Öykülerinde meraklandırma, düğüm,
sonuç gibi unsurlara pek yer vermez. Yaşamdan kesitler denebilir, bu
nedenle çoğu öyküsü bitmemiş hissi verir.
İlgiden çok duygu ve hayallere yer verirken asıl olan Aşçı için bilgi
vermek tanıtmak, tanıklık etmektir. Bununla kalmaz öyküleriyle okuyucuyu
çeker, çevirir ve adeta okuru anlatısının tiryakisi yapar.
Öyküleri genellikle kısadır. En uzun öyküsü “İnsan Yuları İncedir” adlı
öyküsü yetmiş sayfalık roman oylumunda, betimlemelerinde başarılı bir
öyküdür. Fabrikanın muhasebe bölümündeki insan ilişkilerini ele almış,
işçilerin çalışma ortamını, kıt kanat geçinen insanları anlatır. Genel
müdürlerin yaptığı parasal istismarlarından söz eder.
Her insan bir öyküdür. İnsanı anlamanın empati kurmanın en önemli
araçlarından biri öyküdür. Yazarlar başkalarının yaşadıklarını gözlemler
ve bu tecrübeleri öyküleriyle bize aktarır. Çünkü insanoğlunun her şeyi
kendisinin deneyimleyip ders çıkaracak kadar zamanı yoktur. Mutlak
düzeyde başkalarının tecrübelerine gereksinim duyar. Tecrübe başkalarının
bizden önce geçtiği yoldur. İşte bu hayat tecrübelerini en iyi aktaran
öykücülerden biridir Aşçı. Dönemine tarihi tanıklıkları olan bir
öykücüdür.