ÖYKÜ

Ayşe Korkmaz  







Canavar Otu


Yarım saattir aynı sokağı turluyorum. İnsanlar, yüzüme potansiyel bir suçluymuşum gibi bakmaya başladılar. Aslında hak vermemek mümkün mü? Bu kılıksız halimle, at hırsızlarına benziyorum. Zaten hiçbir zaman onlardan biri olamadım. Yalnız görünüşleri değil, dokuları da benden farklı. Bazen kuşkucu, bazen kibirli, ama hep bencil... Kendi aralarında bile iletişim kurmak istemiyorlar. Aynı yolda yürüyor, aynı yere bakıyor, birbirlerini görmüyorlar. Her zaman bir yerlere yetişmek zorundalar. Ayaklarına takılanı, ne olduğuna bile bakmadan ezip geçiyorlar. Hayatları, güçlünün daha da güçlendiği, zayıfın yok olup gittiği bir sistem içinde kurgulanmış.

Yaşadığımız yer ne kadar büyükse, biz o kadar küçüğüz. Devasa eğlence merkezleri, vitrinlerdeki rengârenk giysiler, sadece parası olana… Ortada anlaşılmaz bir adaletsizlik var. Mesela şu kırmızı çanta, nasıl da yakışır bizimkine. Gençliğinden beri içinde ukdedir. Giyinip kuşanan, alçak dağları ben yarattım edasıyla kasım kasım kasılan kadınlardan nesi eksik oysa… Boy pos, güzellik, beş basar hepsine. Ama ne yaparsın, elde yok, avuçta yok…

Deliler gibi sevdik birbirimizi. Köyün en güzel kızıydı bizimki. Teyzesinin elinde büyümüştü. Annesi onu doğururken ölmüş. Parasız pulsuz yuva kurulur mu? Biz, gözü kara iki âşık, bir yorgan, bir döşek başladık hayata. İnsan birini sevince, bütün zorlukların altından kalkabileceğini sanıyor. Ama bunun hayatın içinde bir karşılığı yok. Yaşamak için çok para gerekiyor.

"Bugünkü aklım olsa, böyle bir işe girişmezdim." diyorum.

Bizimki bozuluyor:

"Hayatı anlamlı kılan, bir daha, bir daha denemektir." diyor. "Her yenilgi, yeni bir savaşa kucak açar. Güneş doğmadan önceki zifiri karanlık, bütün renkleri içinde barındırır."

Beni ona bağlayan şey de budur zaten. Amazon kadınlarını andıran, savaşçı bir ruh...

Gençliğim ayçiçeği tarlalarında geçti. Onlar güneşe âşıktı, biz onlara… Dünyayı ısıtan ve aydınlatan sarışın sevgili, her akşam aynı vefasızlıkla, ayçiçeklerini boynu bükük bırakır, çekip giderdi. Onlarsa her sabah yeniden, hiçbir şey olmamış gibi, aynı kararlılıkla, o sarışın sevgiliyi beklerdi. Aşk, ayçiçeklerini yakıp kavurur, güneşe dönüştürürdü. Ayçiçekleri gücünü güneşten alırdı, biz onlardan…

Toprağımız verimli, kazancımız bereketliydi. Soframızda her gün birkaç çeşit yemeğimiz olurdu ve bize değer veren dostlarımız… Bunlar hep birbirini tekrar eden ama güzel günlerdi. “Herkes gibi” yaşamak, “hiç kimse” olmaktan çok daha anlamlı değil midir?

Ta ki köye hidroelektrik santrali kurulana dek. Nasıl da sevinmiştik... Oysa medeniyet denilen şey, doğal yaşamın sonuymuş meğer. Geçimini topraktan sağlayan bizler için, ölümün diğer adıymış.

Birkaç yıl içerisinde, kendi halinde akıp duran deremiz kurudu. Köy o eski yemyeşil görünümünü yitirdi. Mevsimler birbirine karıştı. Önüne geçilemez bir kuraklık başladı.

Zaten miras yoluyla bölüne bölüne bir avuç kalan toprağımızdan eski verimini alamaz hale geldik. Bütün bir yıl toprağın başını bekleyerek kazandığımız para artık boğazımıza bile yetmez oldu. Kara kara düşünmeye başladık.

Ya kalıp felaketi hep birlikte göğüsleyecektik ki bu yoksulluğu kabullenmek demekti, ya da şehre yerleşerek farklı iş alanlarına yönelecektik. İkincisini seçtik. Sıfırdan başlamak çok riskli görünüyor olsa da denemeden bilemezdik. Her şeyi göze alarak köyü terk ettik.

"Sırt sırta verirsek altından kalkamayacağımız şey yok." diyordu bizimki.

Bu sözler, bana da anlamlı geliyordu. O zamanlar birbirimizin yüzüne baktığımızda ne düşündüğümüzü, ne hissettiğimizi anlardık. Birbirimizi tanır, iyi ya da kötü her halimizle kabullenirdik. Sevinçlerimiz, üzüntülerimiz, korkularımız, tutkularımız vardı. Hepsi ne kadar insani duygulardı. Aslında hayatı anlamlı kılan şeyler, bunlar değil midir?

Karı koca aynı fabrikada iş bulduk. Küçük bir ev kiraladık. Şehir hayatına uygun eşyalar aldık. Vardiyalı çalışıyorduk. Birimiz işteyken diğerimiz uyuyordu. Günlerce birbirimizi göremediğimiz oluyordu. Üç kuruş para uğruna gecemizi gündüzümüze kattık, kazandıkça daha fazlasını istedik. Böylece mutluluk, sürekli gelecekte bir güne ertelendi. Ve o gün hiçbir zaman gelmedi.

Altı yıl sonra tazminat bile alamadan kendimizi kapının önünde bulduk. İş yerimiz ekonomik krize girmişti. Sudan çıkmış balık gibiydik. Durmaksızın kavga ediyor, yeni bir iş bulamamanın acısını birbirimizden çıkarıyorduk. Bu, aslında bir kopuş süreciydi. Geçmişimizden, geleceğimizden ve birbirimizden kopuş… Artık bizi fiziksel ihtiyaçlarımızı karşılamak dışında hayata bağlayan hiçbir şey kalmamıştı. Köyden ayrılmakla ne büyük bir yanlış yaptığımızı ilk kez o zaman anladık. Öyle ya, av kazana yakın gerekti. Yoksulluğun köylüsü şehirlisi yoktu.

Ulan para, şu dünyada Allah kadar hükmün var! Büyük oğlan okulu bırakıp kahvehanede çalışmaya başlamasa hepten bitmiştik. Bizimki ucuz bir lokantada iş buldu. Ben o kadarını da başaramadım. Günlerce tek kelime bile konuşmadığımız oluyor. Ya da sadece kavga ediyoruz.

“Adam dediğin, sırtında taş taşır, çoluğuna çocuğuna bakar.” diyor. “El âlemin bulaşığını yıkayarak yedi kişinin boğazına nasıl yetişeyim? Sen nasıl bu hale geldin?”

Nasıl, ya da ne zaman bu hale geldiğimi ben de bilmiyorum. Birincil görevim, elbette ki para kazanmak... Ama ne kadar uğraşsam da iş bulamıyorum.

"Çöp mü toplamamı istiyorsun?" diyorum. "Çünkü yapabileceğim başka bir iş yok."

Eve gelir gelmez çok yoruldum diye yatağa atıyor kendini. Dört erkek çocuğuyla ilgilenmek bu durumda kızıma düşüyor. Kim bilir içinde ne fırtınalar kopuyor zavallının! Kimselere derdini söyleyemiyor. O da benim gibi, sessiz kalmayı seçiyor.

Boşluktan ev işlerine verdim kendimi. Kadınların yapması gereken her işi öğrendim. Bu dönemi hatırlamak bile istemiyorum. Sonra, halk kütüphanesine dadandım. Kitap, dergi, gazete, elime ne geçerse okudum. Böylece hayattan daha da koptum. Olmadı, bulmacalara sardım.

Ondan da sıkılınca, kendime yeni işler icat etmeye başladım. Şehirdeki sokak adlarını toplayıp üzerlerinde yorumlar yapan şu roman kahramanı gibi. Neydi adı? Haa, evet, C. Evin kaç adım olduğunu ölçüyorum. Mutfak on iki adım. Yatak odası on dört. Yetmiyor, sokağı adımlıyorum. Bir roman kahramanı olsam adım ne olurdu diye düşünüyorum. Ahmet, Mehmet değil, sadece C. mi? Sanırım yazar beni bunu bile hak etmeyecek kadar değersiz bulurdu.

Köyden ayrılıp hayatımızı kurtaralım derken, şehirde bizi her geçen gün biraz daha tüketen, amansız bir hastalığa yakalandık. Ben bu hastalığı canavar otuna benzetiyorum. Canavar otu, ayçiçeğinin en büyük düşmanıdır. Köklerine yapışıp özsuyunu emer, onu yavaş yavaş öldürür.

Bugün kendimi her zamankinden çok daha zayıf hissediyorum. Şehrin altını üstüne getiriyor, bütün parkları, alışveriş merkezlerini geziyorum. Ne sokak şarkıcıları ilgimi çekiyor, ne dilenciler, ne de tezgâhtar kızlar… Çaresizlikten bunalıyor, ayaklarımı yerden kesecek bir mucize bekliyorum.

Arka sokaklardan birinde bağrış çağrış oynayan çocukları izliyorum. Onların hayatındaki kritik noktanın “uyum” olduğunu görüyorum. Sıkışıp kaldığımız bu koca beton yığınlarının içinde, bizim beceremediğimiz şekilde yaşıyorlar. Şehrin hengâmesinden uzak, onunla gizli bir anlaşma yapmış gibi, cesur, hırçın, ama illa ki uyumlular.

Aynı mekânlarda, farklı farklı hayatlar yaşıyoruz. Bu mekânları saray yapan da viraneye çeviren de biziz aslında. Korkularımız, ihtiraslarımız, değer yargılarımız... Hayat karşısında verdiğimiz tepkiler, var oluş nedenimiz oluyor.

Tam sokağımıza sapmak üzereyken ani bir kararla değiştiriyorum yolumu. İçimden eve gitmek gelmiyor. Çünkü ailemin karşısına çıkacak yüzüm yok. Aynı şeyleri yeniden yaşamak istemiyorum.

Karanlık çökmüş, el ayak çekilmiş. Ortalıkta bir sokak köpekleri kalmış, bir de ben... Hayatın dipsizliği, tokat gibi çarpıyor yüzüme. Her gün biraz daha o köpeklere benzediğimi fark ediyorum.

Başım dönüyor, gözlerim kararıyor. Okuduğum kitaptaki, böceğe dönüşen adamın ölümünü düşünüyorum. Gündelikçinin onu bulup süpürgeyle kenara itişini, ailesinin hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam edişini... Çirkin bir böcektir geberen, ya da gariban bir sokak köpeği, kimin umurunda?

Kafamın içinde engel olamadığım bir sürü şey gezinmeye başlıyor. Güneş tanrısı, Ra; iri taneli bezelye araka; Afrika misk kedisi, sekiz harfli, bunu bilmiyorum, araştırmak lazım. Ne çok bulmaca var; kare, çengel, merdiven…

Sokağın ortasına öylece yığılıp kalıyorum. Korkunç bir karanlık beni yavaş yavaş içine çekiyor. Kendimi köpekler ve bizimkiyle birlikte evin balkonunda buluyorum. Kolumda ona almak isteyip de alamadığım kırmızı çanta var.

"Afili karı olmuşum" diye gülüyorum içimden. "Ev işlerine bulaşmanın sonu budur işte!"

Sonra ayçiçeklerini fark ediyorum. Tam da hayattan ümidimizi kesmişken, acaba diyorum, her şey eskiye döner mi? Bitmişim, tükenmişim, ayçiçeklerine tutunarak ayakta kalmaya çalışıyorum.

Çocuklar balkonun etrafına toplanmış bizi seyrediyorlar. Yalnız ve umutsuzlar. Bizde bulamadıkları yakınlığı köpeklerde arıyor, onları öpüp kokluyorlar. Ah kızım, zavallı kızım, nasıl da çırpınıyor kardeşlerini bir arada tutmak için... İçinde fırtınalar kopuyor, biliyorum. Çocuklarımı sevmek, okşamak istiyorum, aramazdaki koca buz dağlarını eritmek… Ama yapamıyorum. Kendime o denli yabancıyım ki, ne koca, ne baba, ne de insan olmayı becerebiliyorum.



dizin    üst    geri    ileri    



 11 

 süje