Yarım saattir aynı sokağı turluyorum. İnsanlar, yüzüme potansiyel bir
suçluymuşum gibi bakmaya başladılar. Aslında hak vermemek mümkün mü? Bu
kılıksız halimle, at hırsızlarına benziyorum. Zaten hiçbir zaman onlardan
biri olamadım. Yalnız görünüşleri değil, dokuları da benden farklı. Bazen
kuşkucu, bazen kibirli, ama hep bencil... Kendi aralarında bile iletişim
kurmak istemiyorlar. Aynı yolda yürüyor, aynı yere bakıyor, birbirlerini
görmüyorlar. Her zaman bir yerlere yetişmek zorundalar. Ayaklarına
takılanı, ne olduğuna bile bakmadan ezip geçiyorlar. Hayatları, güçlünün
daha da güçlendiği, zayıfın yok olup gittiği bir sistem içinde
kurgulanmış.
Yaşadığımız yer ne kadar büyükse, biz o kadar küçüğüz. Devasa eğlence
merkezleri, vitrinlerdeki rengârenk giysiler, sadece parası olana… Ortada
anlaşılmaz bir adaletsizlik var. Mesela şu kırmızı çanta, nasıl da
yakışır bizimkine. Gençliğinden beri içinde ukdedir. Giyinip kuşanan,
alçak dağları ben yarattım edasıyla kasım kasım kasılan kadınlardan nesi
eksik oysa… Boy pos, güzellik, beş basar hepsine. Ama ne yaparsın, elde
yok, avuçta yok…
Deliler gibi sevdik birbirimizi. Köyün en güzel kızıydı bizimki.
Teyzesinin elinde büyümüştü. Annesi onu doğururken ölmüş. Parasız pulsuz
yuva kurulur mu? Biz, gözü kara iki âşık, bir yorgan, bir döşek başladık
hayata. İnsan birini sevince, bütün zorlukların altından kalkabileceğini
sanıyor. Ama bunun hayatın içinde bir karşılığı yok. Yaşamak için çok
para gerekiyor.
"Bugünkü aklım olsa, böyle bir işe girişmezdim." diyorum.
Bizimki bozuluyor:
"Hayatı anlamlı kılan, bir daha, bir daha denemektir." diyor. "Her
yenilgi, yeni bir savaşa kucak açar. Güneş doğmadan önceki zifiri
karanlık, bütün renkleri içinde barındırır."
Beni ona bağlayan şey de budur zaten. Amazon kadınlarını andıran, savaşçı
bir ruh...
Gençliğim ayçiçeği tarlalarında geçti. Onlar güneşe âşıktı, biz onlara…
Dünyayı ısıtan ve aydınlatan sarışın sevgili, her akşam aynı
vefasızlıkla, ayçiçeklerini boynu bükük bırakır, çekip giderdi. Onlarsa
her sabah yeniden, hiçbir şey olmamış gibi, aynı kararlılıkla, o sarışın
sevgiliyi beklerdi. Aşk, ayçiçeklerini yakıp kavurur, güneşe
dönüştürürdü. Ayçiçekleri gücünü güneşten alırdı, biz onlardan…
Toprağımız verimli, kazancımız bereketliydi. Soframızda her gün birkaç
çeşit yemeğimiz olurdu ve bize değer veren dostlarımız… Bunlar hep
birbirini tekrar eden ama güzel günlerdi. “Herkes gibi” yaşamak, “hiç
kimse” olmaktan çok daha anlamlı değil midir?
Ta ki köye hidroelektrik santrali kurulana dek. Nasıl da sevinmiştik...
Oysa medeniyet denilen şey, doğal yaşamın sonuymuş meğer. Geçimini
topraktan sağlayan bizler için, ölümün diğer adıymış.
Birkaç yıl içerisinde, kendi halinde akıp duran deremiz kurudu. Köy o
eski yemyeşil görünümünü yitirdi. Mevsimler birbirine karıştı. Önüne
geçilemez bir kuraklık başladı.
Zaten miras yoluyla bölüne bölüne bir avuç kalan toprağımızdan eski
verimini alamaz hale geldik. Bütün bir yıl toprağın başını bekleyerek
kazandığımız para artık boğazımıza bile yetmez oldu. Kara kara düşünmeye
başladık.
Ya kalıp felaketi hep birlikte göğüsleyecektik ki bu yoksulluğu
kabullenmek demekti, ya da şehre yerleşerek farklı iş alanlarına
yönelecektik. İkincisini seçtik. Sıfırdan başlamak çok riskli görünüyor
olsa da denemeden bilemezdik. Her şeyi göze alarak köyü terk ettik.
"Sırt sırta verirsek altından kalkamayacağımız şey yok." diyordu bizimki.
Bu sözler, bana da anlamlı geliyordu. O zamanlar birbirimizin yüzüne
baktığımızda ne düşündüğümüzü, ne hissettiğimizi anlardık. Birbirimizi
tanır, iyi ya da kötü her halimizle kabullenirdik. Sevinçlerimiz,
üzüntülerimiz, korkularımız, tutkularımız vardı. Hepsi ne kadar insani
duygulardı. Aslında hayatı anlamlı kılan şeyler, bunlar değil midir?
Karı koca aynı fabrikada iş bulduk. Küçük bir ev kiraladık. Şehir
hayatına uygun eşyalar aldık. Vardiyalı çalışıyorduk. Birimiz işteyken
diğerimiz uyuyordu. Günlerce birbirimizi göremediğimiz oluyordu. Üç kuruş
para uğruna gecemizi gündüzümüze kattık, kazandıkça daha fazlasını
istedik. Böylece mutluluk, sürekli gelecekte bir güne ertelendi. Ve o gün
hiçbir zaman gelmedi.
Altı yıl sonra tazminat bile alamadan kendimizi kapının önünde bulduk. İş
yerimiz ekonomik krize girmişti. Sudan çıkmış balık gibiydik. Durmaksızın
kavga ediyor, yeni bir iş bulamamanın acısını birbirimizden çıkarıyorduk.
Bu, aslında bir kopuş süreciydi. Geçmişimizden, geleceğimizden ve
birbirimizden kopuş… Artık bizi fiziksel ihtiyaçlarımızı karşılamak
dışında hayata bağlayan hiçbir şey kalmamıştı. Köyden ayrılmakla ne büyük
bir yanlış yaptığımızı ilk kez o zaman anladık. Öyle ya, av kazana yakın
gerekti. Yoksulluğun köylüsü şehirlisi yoktu.
Ulan para, şu dünyada Allah kadar hükmün var! Büyük oğlan okulu bırakıp
kahvehanede çalışmaya başlamasa hepten bitmiştik. Bizimki ucuz bir
lokantada iş buldu. Ben o kadarını da başaramadım. Günlerce tek kelime
bile konuşmadığımız oluyor. Ya da sadece kavga ediyoruz.
“Adam dediğin, sırtında taş taşır, çoluğuna çocuğuna bakar.” diyor. “El
âlemin bulaşığını yıkayarak yedi kişinin boğazına nasıl yetişeyim? Sen
nasıl bu hale geldin?”
Nasıl, ya da ne zaman bu hale geldiğimi ben de bilmiyorum. Birincil
görevim, elbette ki para kazanmak... Ama ne kadar uğraşsam da iş
bulamıyorum.
"Çöp mü toplamamı istiyorsun?" diyorum. "Çünkü yapabileceğim başka bir iş
yok."
Eve gelir gelmez çok yoruldum diye yatağa atıyor kendini. Dört erkek
çocuğuyla ilgilenmek bu durumda kızıma düşüyor. Kim bilir içinde ne
fırtınalar kopuyor zavallının! Kimselere derdini söyleyemiyor. O da benim
gibi, sessiz kalmayı seçiyor.
Boşluktan ev işlerine verdim kendimi. Kadınların yapması gereken her işi
öğrendim. Bu dönemi hatırlamak bile istemiyorum. Sonra, halk
kütüphanesine dadandım. Kitap, dergi, gazete, elime ne geçerse okudum.
Böylece hayattan daha da koptum. Olmadı, bulmacalara sardım.
Ondan da sıkılınca, kendime yeni işler icat etmeye başladım. Şehirdeki
sokak adlarını toplayıp üzerlerinde yorumlar yapan şu roman kahramanı
gibi. Neydi adı? Haa, evet, C. Evin kaç adım olduğunu ölçüyorum. Mutfak
on iki adım. Yatak odası on dört. Yetmiyor, sokağı adımlıyorum. Bir roman
kahramanı olsam adım ne olurdu diye düşünüyorum. Ahmet, Mehmet değil,
sadece C. mi? Sanırım yazar beni bunu bile hak etmeyecek kadar değersiz
bulurdu.
Köyden ayrılıp hayatımızı kurtaralım derken, şehirde bizi her geçen gün
biraz daha tüketen, amansız bir hastalığa yakalandık. Ben bu hastalığı
canavar otuna benzetiyorum. Canavar otu, ayçiçeğinin en büyük düşmanıdır.
Köklerine yapışıp özsuyunu emer, onu yavaş yavaş öldürür.
Bugün kendimi her zamankinden çok daha zayıf hissediyorum. Şehrin altını
üstüne getiriyor, bütün parkları, alışveriş merkezlerini geziyorum. Ne
sokak şarkıcıları ilgimi çekiyor, ne dilenciler, ne de tezgâhtar kızlar…
Çaresizlikten bunalıyor, ayaklarımı yerden kesecek bir mucize bekliyorum.
Arka sokaklardan birinde bağrış çağrış oynayan çocukları izliyorum.
Onların hayatındaki kritik noktanın “uyum” olduğunu görüyorum. Sıkışıp
kaldığımız bu koca beton yığınlarının içinde, bizim beceremediğimiz
şekilde yaşıyorlar. Şehrin hengâmesinden uzak, onunla gizli bir anlaşma
yapmış gibi, cesur, hırçın, ama illa ki uyumlular.
Aynı mekânlarda, farklı farklı hayatlar yaşıyoruz. Bu mekânları saray
yapan da viraneye çeviren de biziz aslında. Korkularımız, ihtiraslarımız,
değer yargılarımız... Hayat karşısında verdiğimiz tepkiler, var oluş
nedenimiz oluyor.
Tam sokağımıza sapmak üzereyken ani bir kararla değiştiriyorum yolumu.
İçimden eve gitmek gelmiyor. Çünkü ailemin karşısına çıkacak yüzüm yok.
Aynı şeyleri yeniden yaşamak istemiyorum.
Karanlık çökmüş, el ayak çekilmiş. Ortalıkta bir sokak köpekleri kalmış,
bir de ben... Hayatın dipsizliği, tokat gibi çarpıyor yüzüme. Her gün
biraz daha o köpeklere benzediğimi fark ediyorum.
Başım dönüyor, gözlerim kararıyor. Okuduğum kitaptaki, böceğe dönüşen
adamın ölümünü düşünüyorum. Gündelikçinin onu bulup süpürgeyle kenara
itişini, ailesinin hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam edişini...
Çirkin bir böcektir geberen, ya da gariban bir sokak köpeği, kimin
umurunda?
Kafamın içinde engel olamadığım bir sürü şey gezinmeye başlıyor. Güneş
tanrısı, Ra; iri taneli bezelye araka; Afrika misk kedisi, sekiz harfli,
bunu bilmiyorum, araştırmak lazım. Ne çok bulmaca var; kare, çengel,
merdiven…
Sokağın ortasına öylece yığılıp kalıyorum. Korkunç bir karanlık beni
yavaş yavaş içine çekiyor. Kendimi köpekler ve bizimkiyle birlikte evin
balkonunda buluyorum. Kolumda ona almak isteyip de alamadığım kırmızı
çanta var.
"Afili karı olmuşum" diye gülüyorum içimden. "Ev işlerine bulaşmanın sonu
budur işte!"
Sonra ayçiçeklerini fark ediyorum. Tam da hayattan ümidimizi kesmişken,
acaba diyorum, her şey eskiye döner mi? Bitmişim, tükenmişim,
ayçiçeklerine tutunarak ayakta kalmaya çalışıyorum.
Çocuklar balkonun etrafına toplanmış bizi seyrediyorlar. Yalnız ve
umutsuzlar. Bizde bulamadıkları yakınlığı köpeklerde arıyor, onları öpüp
kokluyorlar. Ah kızım, zavallı kızım, nasıl da çırpınıyor kardeşlerini
bir arada tutmak için... İçinde fırtınalar kopuyor, biliyorum.
Çocuklarımı sevmek, okşamak istiyorum, aramazdaki koca buz dağlarını
eritmek… Ama yapamıyorum. Kendime o denli yabancıyım ki, ne koca, ne
baba, ne de insan olmayı becerebiliyorum.