“şiir benim
açımdan bir dünya görüşü, hakikatle olan ilişkimin özel bir biçimidir. bu
açıdan bakıldığında, şiir, insanlara hayatı boyunca eşlik eden bir
felsefedir” andrey tarkovsky
“öngörülen ve tasarlanan gelecek, hakiki,otantik gelecek değil, olsa olsa
geleceğin şimdisidir.” emmanuel levinas
“dili çekiştirerek, onu kendimizi içine saracak ve saklayacak şekilde
çarpıtacağız, oysa efendiler dili daraltıyorlar “ jean genet
sisifos’un
deneyimi olarak şiir
hafızaları mutlak bir şimdiye hapsetmenin ideolojisi…ve mutlak şimdinin
mutlaklığı üzerinden, yarının hafızasını biçimlendirmeye ve yok saymaya
başlayan iktidarların hezeyanları… dün, bu gün, yarının diyalektiğini
bozmaya, her günümüzü bu güne sabitleyen bir mutlak şimdinin hafızasını
oluşturmaya çalışan iktidarlar… bu günün soğukluğu, katılığı,
hafızalardaki donukluğu üzerinden zamanı durdurma stratejileri,
girişimleri ve asla “yıkılmaz” “ değişmez” sonsuza kadar sürecek bir
şimdinin algısına dayandırırlar meşruiyetlerini…
oysa hiç düşünmezler ki tarihteki büyük dönüşümlerin öngörülemeyen bir
zamanda öngörülemez bir tahayyülün cisimleştiği yerde ortaya çıktıklarını
“başka bir dünya mümkün” şiarıyla başka başka yerlerde şimdiden, bu
günden bir itirazın, direnişin dilinin de oluştuğunu…öngörülemeyen,
tasarlanamayan bir akışın, zuhurun, deneyimin dili olan şiirin…
tüm sanat edebiyat tarihi, hem yazılı, hem yazı öncesi ve kültürlerin
hafızasıyla… ilerlemeci bir bakışla hafızalarımıza kazınan ve bize öyle
belletilen tarih şeridinde adına karanlık devir denilen o sınırların
çizilmediği, mülkiyetin oluşmadığı,kimsenin kimse üzerinde tahakküm kurup
ötekileştirmediği, hapishanelerin ve mezbahaların kurulmadığı, henüz
tahakkümün dilinin ve linç kültürünün oluşmadığı o kaotik devir...
mağara duvarlarındaki ilk çizgi. taşlara ilk dokunuş ve ağaçlara atılan
ilk çentik ile başlıyordu serüven. daha sese dönüşmeyen bir tını biçim
verilmeyen görüntüler ve seslerde oluşmaktaydı dünün bugünün ve yarının
hafızası. bir dizge içerisinde olup oluşmasa da dolayımsız bir ifade
aracı idi dil. conatus’un cisimleşmiş, dile gelmiş hali. dil olmayan bir
oluşun dili olarak… kendi kendinde dil ve dilin dil olmayan hali, tüm
zamanların, zuhurun, deneyimin dili olarak şiir…
tınıların, seslerin, renklerin, görüntünün henüz bir kategoriye sokulup, bir sınır çizilerek adlandırılmadığı, müziğin müzik, resmin resim,
şiirin şiir, dilin dil olduğu, dil ile hakikat arasında bir mesafenin
oluşmadığı, dilin bir tahakküm aracına dönüşmediği, genet’in deyimiyle,
efendilerin dili daraltmadığı zamanlar…
bir oluşun içinde sürüklenmekteyiz. sürekli bir oluşun içinde.
lineer (doğrusal) olmayan bir bakış ile bakılırsa akışa, bu günün gerçeği,
yarının mitolojisi ve antropolojisi oluyor, bu oluşun içinde…
tanrılardan ateşi çalan prometheus’un trajedisi, sisifos’un kayayı
iterken ki deneyimi, direnişi oluyor.bütün kutsal kitaplardan kovulan,
tiranların, kralların, iktidarların tahakkümü karşısında bir direnişin
hafızası oluyor şiir. prometheus’un trajedisi ve sisifos’un deneyimi
olarak şiir…
sisifos’un kayayı her ittirişindeki hisleri, kayanın tekrar geri
düşeceğini bilerek tekrar tekrar kayayı ittirmesindeki direnci ile
deneyimlenen direniş…ve o direnişin hafızası olarak dile gelmese de bu
günlere ve sonsuza ulaşmasını sağlayan deneyim…o deneyimin dili şiir…
soruyoruz öyleyse: mutlak bir iktidar olmadığına göre mutlak bir dil var
mıdır?…mutlak bir şimdinin yapı bozumu olan dili çekiştirmenin, eğip
bükmenin, rayından çıkartarak dizgesini bozmanın, orada sığınaklar
oluşturmanın sürekli eylemi, oluşu şiir var oldukça asla… majör dilin
yapısını bozmanın, orada gedikler, ara yollar, patikalar oluşturmanın
dili ve imkansızlığın ontolojik deneyimi olarak şiir…
kıyıya vuran hakikat : şiir
üç bin beş yüz yıllık yazılı tarihin sadece iki yüz yetmiş yılı savaşsız
geçmiş dünyada. evet ne çok isterdik değil mi. sınırların olmadığı, kimsenin kimse üzerinde tahakküm kurmadığı, savaşsız sömürüsüz bir
dünyayı. savaş ve barış kavramları üzerinden konuşurken ne çok soru
birikmiştir hafızamızda.
yazılı tarihin iki yüz yetmiş yılını savaşsız geçirmişiz. peki,
yazılı olmayan tarihte savaş yok mudur? ilk sınır ne zaman çizilmiştir
mülkiyete. ne zaman ortaya çıkmıştır mülkiyet kavramı erk ve taşlarla
örülmesi erkekliğe giden yolun… toprağın suyun ağacın zapta geçirilmesi ne
zaman başlamıştır?... sınırları korumak adına birinin ötekinin yüzüne
indirdiği ilk fiskenin tarihi… yaşadığımız gezegeni kendi hırsları, bitip
tükenmez arzuları adına tüm canlılar için hapishaneye çeviren “insanın”
“insanlığın” tarihi elbet direnmenin ve özgürlük mücadelesinin tarihi
olarak da okunmalıdır.
sonrası tarihte ve her yerde “vatan” ”millet” “bayrak” ve nevi teferruat
adına sürdürülen zulmün, işgalin düşük ya da yüksek yoğunluklu biçimleri.
“hava sahası”na girdiği için vurulan uçaklar ve bilmem hangi ülkenin
çıkarları adına çıkartılan savaşlar ve “kara sularında” batırılan gemiler
ve savaş nedeniyle ülkesinden yerinden yurdundan edilen ve bir ülkenin
“karasularından” başka bir ülkenin “karasularına” geçer iken batırılan
botlar ve kıyıya vuran cesetler. ve dünyanın gözleri önünde kıyıya
vuruncaya kadar adı anılmayan sadece bir sayı olarak ifade edilenler. her
ölü çocuğun bedeninde kıyıya vuran vicdan… kıyıya vuran hakikat… kıyıya
vuran şiir…
politik yaşamı estetize etme çabası olarak savaş
coğrafyamızda ve ikinci dünya savaşı sonrası dünyada her daim savaş
kavramına daha sık rastlıyoruz. ulus devletlerin ve modern dünyanın krizi
aşma çabaları savaş çıkartarak mümkün hale gelebiliyordu ancak. savaş,
politikanın vazgeçilmez nesnesi haline geliyordu. gelmişti. prusyalı
general carl von clausewitz ‘in de söylediği gibi savaş politikanın başka
araçlarla sürdürülmesi olarak görülmekteydi artık ve o devletler için bir
zorunluluktu. devletlerin iktidarların kendi meşruiyetlerini sağlama yolu,
yöntemi olarak da kullanılmaktaydı. savaş-barış kavramlarını birbirinden
ayrı düşünemeyiz oysa.
ikinci dünya savaşı öncesi almanya’da faşizmin ayak sesleri duyulur ve
tüm muhaliflerin yanı sıra yazı edebiyat düşün dünyasının ve
entelijansiyanın tüm bu olan bitene karşı direnişi de başlar. tarihte
eleştirel teori ve praksis felsefesi olarak da anılan frankfurt okulunun
kuruluşu böyle bir döneme rastlar ki frankfurt okulunun kurucusu ve en
önemli üyelerinden olan walter benjamin’in bir makalesinin adı şöyledir:
“faşizmin politik yaşamı estetize etme çabası olarak savaş”. benjamin’e
göre, en büyük boyutlardaki kitle hareketlerini geleneksel mülkiyet
ilişkilerini değiştirmeden koruyarak belli bir hedefe yöneltmeyi,
yalnızca ve yalnızca savaş sağlayabilir. bu durumun teknik açıdan ifadesi
ise şöyledir: içinde yaşanılan zamanın bütün teknik araçlarını, mülkiyet
koşullarını koruyarak harekete geçirmeyi yalnızca savaş sağlayabilir.
benjamin’den sonra ne değişmiştir peki? bazı yerler, adresler ve bazı
teknikleri öldürmenin ve adına insan denen ‘medeni’ yaratık tarafından
gezegeni kendine ve diğer canlılara dar etmenin yolu yöntemi.
coğrafyamıza gelince, burada sözü karaşın şairimiz ece ayhan’a bırakırsak
: “doğuya doğru fazla giden, coğrafya yüzünden, batıya düşer”. oysa tersi
de geçerlidir bunun.
batıdan doğuya gidildikçe veya tersine, savaşın dilinden başka bir dille
konuşmayı, her güne ölüm haberleriyle uyanmayı kanıksar hale
geldik. kuşatılmış şehirler… çırılçıplak bedenine işkence yapılanlar…
yerlerde sürüklenen bedenler ve buz dolaplarında bekletilen ölü çocuklar…
şu delik deşik hafızamızda savaşta ölenleri sadece bir sayı olarak
görmenin ve bir günü de öyle geçirmenin rehaveti. vitrinlerde yerini alan
ve yok satan bir kitap adı: gözyaşı gözlüğü vicdan sözlüğü…
savaşa karşı barışı oluşturmanın dili yöntemi evet aynı militarist
yöntemlerle olmamalı. şiddet içermeyen başka yollar, barışçıl ve sivil
itaatsiz yöntemler. sivil itaatsiz bir dil...
şiir : o yitik hafıza
şiir... şiire gelince. nerededir yeri, yurdu ve nerede yer almalıdır
peki. burada lorca’dan bahsetmenin tam sırası. ispanya’da franko’nun
faşizmine karşı savaşan özgürlük mücadelesi veren edebiyatçı yazar
şairlere de bir selamla. “her daim hiçbir şeyi olmayanların yanında yer
alacağım.o hiçbir şeyi olmamanın huzuru dahi kendinden esirgenenlerin
yanında” yani itaatsizliğin. direnişin. barışın.
savaş kültürü kavramını da savaşın sürdürülme biçimlerinden, savaşın
kültürel boyutlarından, savaşın kültür endüstrinin bir nesnesi haline
getirilip pazarlanmasından da ayrı düşünemeyiz elbette. tüm bu
söylediğimiz barış için de geçerli. barışın da kültür endüstrisinin bir
nesnesi haline gelmesi, getirilmesi mümkün. bu durumda savaşın karşısına
barışı koymak düaliteyi aşamayan, yarım kalmış bir çaba olur
sadece. ötekine yönelik, yok saymanın lincin kültürü olarak da okunmalı
savaşın kültürü.
kitlelerin kolektif bilinç altındaki tekçi, türcü, ötekileştirici
algısını, kolektif bir dayanışma içinde bir arada yaşamaya, barış
kültürüne nasıl dönüştürebiliriz.işte bir sorumuz da budur. bir barış
kültürü ise ancak bir direnişle mümkün… direnişin hafızası olan sanat,
edebiyat ve şiir ile…
polemos, yunancada savaş anlamına gelmekte. bu günün gerçeğinin, yarının
mitolojisi olduğu yerde, mitolojiyi sadece bir tanrılar ile tanrıçalar
arasındaki trajedinin gerilimin tarihi olarak görebilir miyiz?...
peki dünün tanrılarının yerine bu günün iktidarlarını koyduğumuzda ne
değişmiştir tarihte?….
atlarının önüne yem olarak insan eti atan ares’in oğlu kral diomedes ile
aslanların önüne atılan roma ordusuna esir düşmüş: gladyatörler ve bu
kanlı oyunu izlemek için arenaya gelen soyluların oturacağı yeri ısıtmak
için bir süreliğine soyluların yerine oturanlar ve sonra gösteriyi
izlemek için arka sıralardaki yerlerini alanlar: köleler… savaşların
modern tarihinde kölelerin yerlerine ikame edilen yersiz yurtsuzlar:
mülteciler…
yeryüzünde savaşsız bir coğrafya hemen hemen yok gibidir. savaşın farklı
farklı sürdürülme biçimleri olduğundan hareketle söylüyoruz bu
söylediklerimizi. iktidarın olmadığı, mülkiyetin kutsanıp kulu kölesi
olunmadığı, birinin diğeri üzerinde tahakküm kurmadığı hani o meşhur
sözüyle ibn-i haldun’un “coğrafya bir kaderdir “ insanın, canlıların
sınırlarına mahkum olmadığı “kader” olmayan bir coğrafya mümkün müdür.
neden olmasın?!
mülkiyet ilişkilerinin olmadığı, birinin diğerini ötekileştirmediği
özgürlükçü yatay ilişkilerin yaşandığı anti militarist, komünalist ve ya
liberter bir coğrafya olduğunu tarihe bakarsak görürüz görebiliriz elbet.
ancak, resmi olmayan tarihe. paris komününe, ispanyol devrimine bakalım.
burada bir filozofa, ranciér’e kulak verelim ve başka bir dünyanın
imkanından ve imkansızlığından bahsedelim öyleyse. “herkesin herkesle
eşitliğinde içkin olan gücün kolektifleştirilmesinden”…
böyle bir dünyanın imkanı var mıdır? kimsenin kimseyi ötekileştirmediği,
tahakkümsüz, sömürüsüz, barışın diliyle bir dünya. kolektif bir dayanışma
kültürüyle barış içinde bir dünya…
her şeyin kedere dönüştüğü yer
peki coğrafya bir kader midir, yoksa her şeyin kedere dönüştüğü yer midir
?…
filozof butler’e başvuralım. yasın yasaya dönüştüğü bahsediyor judith
butler. yasın yasaya, yasanın yasağa dönüştüğü yerde oluşan kavramlardan.
insan merkezli bir dünyanın sorunlu kavramlarından. insandan ve insan
olmanın tehlikelerinden ve bir imkanın sonsuza kadar engellenmiş
olmasından:
“görünen o ki insan olmamıza daha çok var ve bu ihtimal şimdi hiç
olmadığı kadar tehlikede, belki de süresizce önlenmekte...”
tüm bu imkansızlık içinde düşünmeliyiz şiiri, felsefeyi ve hatta hayatı
da. tüm imkansızlığın içinde şair nerede durmaktadır, şiir nerede? müesses
nizamın şairlerinin uzağında, endülüs’te raksın şairi yahya kemal ile
direnişin şairi lorca arasında hiçbir zaman kurulamayacak olan gönül
terazisinin yıkıldığı yerde ...
“zil, şal ve gül. bu bahçede raksın bütün hızı
şevk akşamında endülüs üç defa kırmızı”
bin dokuz yüz otuz altı yazında, ispanya’da, granada dolaylarında bir
portakal bahçesinde. her şeyin kedere dönüştüğü yerde… belki de her yerde…
“her daim hiçbir şeyi olmayanların yanında, o hiçbir şeyi olmamanın
huzuru dahi kendinden esirgenenlerin yanında”…