ÖYKÜ

Şeyda Gökoğlu  





 

KUM SAATİ


Yaklaşık elli yaşları civarında, fazla beslenmekten tombul yanaklarından kan fışkıran şişman kadın yanındakiyle konuşuyordu. Cümlelerinin hiç birinde nokta yoktu. Virgüllerle ilerliyordu. Yoruldum… Aslında onu dinlemiyordum ama öyle yüksek sesle konuşuyordu ki ister istemez söylediklerini duyuyordum. Otobüsün bir an önce ineceğim durağa gelmesini sabırsızlıkla bekliyordum. Böyle anlarda içim daralır bir kuş olup uçmak isterim. Ruhum kuşun kanatlarına takılır, bazen kırlara, uçsuz bucaksız topraklara bazen engebeli yollara, dağlara tırmanır bazen de çivit mavisi “blues” dinlemek için kanatlarından o mekânlara süzülürüm. O müzik, ruhuma kendi verdiğim eziyetin ağıtları, ruhumun isyanlarının yumuşatılmış dokunuşları gibi gelir. İşte o anlarda kendimde en güzel yerleri, dostları bulurum ve ruhumu dinlendiririm.

Beynimin bana ait olan belleğinin daha fazla gereksiz laflarla dolmaması için otobüsten inip yürümeye karar veriyorum. En azından yürürken sadece kendimle ilgileniyorum. Tam iki hafta boyunca kendimi dinleyeceğim, ruhumu dinlendireceğim bir fırsat bulamamıştım. Nefes almaksızın çalışılan bir iş temposu ve onun yorgunluğunu yaşadım. Açıkçası günün getirdiklerine takılıp itiraz etmeden sıradan yaşamımı sürdürdüm. Fena mıydı? Hayır. Sıradan yaşamak, yorum katmadan günü geçirmek, ben ne yapıyorum dememek, kum saati zamanına sıkışmış yaşamın parçası olmaktan öte bir şey değildi. Mademki bu kadar kısa bir hayat, neden tekdüzeleştireyim, neden robota dönmüş şehir insanlarından olayım? Sıradanlaşmak ve öyle yaşamak hafızamın sadece ön belleğinde yer eder. Bana ve bu sıradanlık içinde unutulduğunu hisseden doyumsuz ruhuma bir şeyler katmaz. Yaşadıklarım arka belleğime yüklenmeyen işler, sohbetler, alışverişler, koşuşturmalar ve bana bir şey katmayan seslerle dolar, boşalır. Elde var sıfır.

Kendimle kalmak istediğim bu saatlerim için ara sokakların birinde bulduğum küçük sessiz bir kahveye takılıyorum. En fazla iki üç insan oluyor ve çoğu da bir tost ile bir bardak çay içmek için geliyorlar. Öyle oturup uzun uzun sohbetler yapan insanlara rastlamadım. Kahvecinin keyfine göre çaldığı bir müzik de yok. Çevreden gelen sesler hariç sakin bir yer. Hatta ağaçlara konan kuşların seslerini bile duyabiliyorum. Bütün müziklere değer. Dedim ya kendi köşeme çekilebildiğim bir yer. İki haftadır biriken hayatımın dört işlemini yapmam lazım.Çocukluğumda da fazla dışarı çıkmaz kendi kendime odamda vakit geçirirdim. Annemin “biraz dışarı çık da dünyada neler olup bitiyor, bir gör.” sözlerinin sıklaşması sonucunda dışarlarda dolaşmaya başladım. Sonra da kendi paramı kazanıp geçimimi sağlamak için bir iş buldum. Aslında bu, benim içine kapanık biri olduğum anlamına gelmiyordu. Arkadaş ilişkilerim iyiydi. Benim aradığım kendimdi, ruhumu dinlendirmekti. O anlarda kimseyle görüşmek istemem kendimle yetinirdim.

Bu günde onlardan biriydi. Ofiste ki işler bu gün birazcık beni beklesin. Çünkü bu gün kendime her günden daha çok ihtiyacım var. Geçen iki hafta beni hayatın koordinatında düz bir çizgi yaptı. Biraz parabollere ihtiyacım var. Hayatımız da doğum ve ölüm arasındaki iki nokta arasında olan düz olmayan bir çizgi değil mi? Aradaki noktaları iyi doldurmam gerekir ki parabolüm düz bir çizgiye dönüşmesin. Bunun için kendime zaman ayırmalıyım. Böylece yaşadıklarımı kalıcı arka belleğime işlemiş olurum. Tabi ki kendime ayıracağım zamanlar her zaman düzenli olmuyor ihtiyaç hissettiğim anlarda, ne işim olursa olsun hemen kendim için uygun bir köşe arıyorum. Bu kimi zaman bir ağacın gölgesinde ki bank, kimi zaman dingin bir sokağın bahçe duvarlarından biri oluyor. Bazen de bu kahve gibi kıyıda sessiz bir mekân benim için biçilmiş kaftan oluyor. Hemen oturup bir köşeye çekiliveriyorum.

Elimdeki eşyaları sandalyeye bırakıp kendime bir çay söyledim. Çantamda severek okuduğum yazarlardan birinin kitabı duruyordu. İnsan yaşamına düşünceleriyle anlam katan tüm yazarları severim. Düşünceler ağaç kökleri gibidir. Uygun toprak bulunca yayılır. O köklerin benim toprağımda yayılmasından inanılmaz zevk alıyorum. Her düşünceyi kendimle birleştiriyorum. Görmediklerim, gözden kaçırdıklarımı yakalıyorum ve kendimde sentezleyerek yayılan köklerden yeni sürgünler çıkarabiliyorum. Dün gece uykum geldiği için kaldığım sayfada ki son paragrafı hatırlamıyordum. Sakin bir yer bulmuşken o sayfaya bir göz atmadan duramazdım. Özümsemeden okuduğum her cümle bende yarım bırakılmış iş etkisi yaratırdı. Mademki kendimi sorgulayacaktım, önce yarım bıraktıklarımı, eksiklerimi tamamlamam gerekmiyor muydu? Sandalyenin üzerine bıraktığım çantamdan kitabımı aldım. Kitaplar bana bir yaşam gibi gelir ve ayıraçlar yaşamın bölümlerini oluşturur. Ben henüz kitabımın gençlik yıllarındaydım. Önümde açık duran iki sayfayı önce taradım. Öyle ki hangi sayfada kaldığımı bile anımsamıyordum. Cümleleri dolaştım ve kaldığım yeri buldum. Şöyle diyordu; “Sizin bilmediğiniz, işimizin asıl amacının ne olduğu. Dünyanın sonu için yapıyoruz bu işi, Müller. Yeryüzündeki yaşamın yakında son bulacağını düşünerek çalışıyoruz. Her şey boşa gitmesin diye, kim olduklarını bilmediğimiz, ne bildiklerini de bilmediğimiz başkalarına, bildiğimiz her şeyi aktarmak istiyoruz.” *

Evet. Bu cümleyi düşünürken uyuya kalmıştım. Öykünün gidişatını bir tarafa bırakıp bu cümleyi sorgulamıştım. Şimdi okuduğumda da aynı şeyi sorguluyorum. Neden Dünyanın sonu için, yakında yaşamın son bulacağını bilerek çalışayım. Kendi sonumuz zaten dünyamızın sonu değil midir? Ben kendim için bir dünyayım. Benim yaşamım bittiğinde, benim algıladığım dünyamda biter. Dünyanın sonunun geldiğini bilmek ne kadar insanda çalışma isteği bırakır. Herkes yapamadıklarını yapmaya, yaşamadıklarını yaşamaya kalkar. İnsan eliyle kurulmuş tüm sistemler bozulur. Çalışma da bu sistemlerin bir parçası olduğuna göre, keşmekeşten başka bir şey olmaz. Bir iyi yanı olur, o da sevmediğim sıradan yaşamların olamayacağıdır.“Her şey boşa gitmesin diye, kim olduklarını bilmediğimiz, ne bildiklerini de bilmediğimiz başkalarına, bildiğimiz her şeyi aktarmak istiyoruz.”diyor. Yaşam son bulacaksa neden bildiklerimizi başkalarına aktaralım. Onların da yaşamı son bulmayacak mı? Yaşayan hiçbir canlı kalmayacağına göre aktarımın kime veya neye faydası olacak? Yaşamlar devam ettiği sürece insanlık bu aktarımı zaten yapıyor. Tüm bu düşüncelerin içinde en önemlisi gerçekten de dünyanın sonunun geldiğidir. Her attığımız adımda, her soluduğumuz havada dünyanın sonunu getirmiyor muyuz? Kendi geleceğimize, çocukların geleceğine bile aldırmadan suları, toprağı, havayı kirletmiyor muyuz? Doğal dengeyi sağlayan yaşamlar yok edilirken sessiz kalmıyor muyuz? Bence bizim aktardığımız tek şey sessiz kalmayı öğretmek.

-Çayınız soğumuş, değiştireyim mi?

-Aaaaa! Unutmuşum. Yok getirmeyin. Kalkıyorum. Teşekkürler.

İçemediğim çayımın parasını ödeyip aceleyle kalktım. Ben bunları düşünürken zaman almış başını gitmişti. Her ne kadar ofisteki işler bu gün biraz beklesin demiş olsam da ölçüyü kaçırmamak gerekiyordu. Ofise vardığımda sekreter, müdürün beni beklediğini söyledi. Yanına gittiğimde, zaman zaman mazeretsiz işe geç kalmalarım nedeniyle işi aksattığımı söyleyerek, konuşmaya devam etti : “Ülkenin ekonomik durumundan dolayı biz de şirketimizde bazı önlemler almak zorundayız. Hemen hemen bütün şirketler küçülüyor. Bizim de etimiz budumuz ne? Küçük bir şirketiz ve zorlanıyoruz. Sizi kaybetmek istemeyiz ama şu mazeretsiz geç kalışlarınız nedeniyle tekrar bir değerlendirme yaparak sizinle yollarımızı ayırmak zorunda kaldık. Mazeretsiz gecikmelerinize rağmen zeki bir insansınız. Güçlü şirketlerde kendinize bir iş bulabilirsiniz. Değerlendirilecek bir zekânız var.” diyerek yarı över yarı kovar değerlendirmesiyle o gün parabolümün eğrisini oluşturduğumu fark ettim. Şu anda sesim ona ulaşmasa da benim de söyleyeceklerim var; ”Mazeretsiz gecikmelerimin nedenini size anlatabilirim ama eksik ve anlamsız olur. Az önce okuduğum cümleleri doğrularcasına davranıyorsunuz, demek isterdim, anlamazsınız. İletişim sağlamanın olanaksız olduğunu bildiğim için susuyorum. Biliyor musunuz ben mazeretsiz neden geç kalıyorum? Umudumu yitirmemek, bir örümceğin ağına takılı kalmamak ve engellere takılıp körü körüne çırpınmamak için; en önemlisi de sıradanlaşmış yaşamlarınızın içinde kaybolmamak için. Kum saatimin kumlarının az akması için mazeretsiz geç kalırım. Bu geç kalışlarımda yaşamım anlam kazanır. Ben ne kumumun azalmasından ne de çaresizlikten korkarım. Her zaman yeniden denemeyi, kendime bir şans vermeyi severim. Her sonun bir başlangıcı vardır.”

Kum saati zamanlara ait yaşamımda kumlar hızlı akmaya başlıyordu. Eminim beni kendimle baş başa bırakmaya iten otobüsteki tombul kadının kum saati olabildiğince yavaş akıyordur. Dışarı çıktım artık hiçbir sesi duymak istemiyordum. Kulaklığımı taktım. Kulaklıktan Fredie King’in**  “Goingdown” şarkısı çalıyordu. Kum saatimde kumum henüz bitmediğine göre yeni başlangıçlara hazırdım. Merdivenlerden aşağıya doğru indim.


2019 Ankara

_____________________

*  İtalio Calvino /  Sen “Alo” Demeden Önce / .s.112 YKY
** Fredie King (1934-1976) /  Blues müziğin üç kralından biri olarak anılan ABD'li besteci, gitarist ve yorumcu.



dizin    üst    geri    ileri  

 



 29 

 SÜJE  /  otuz dördüncü sayı