Yaklaşık elli yaşları civarında, fazla beslenmekten tombul yanaklarından
kan fışkıran şişman kadın yanındakiyle konuşuyordu. Cümlelerinin hiç
birinde nokta yoktu. Virgüllerle ilerliyordu. Yoruldum… Aslında onu
dinlemiyordum ama öyle yüksek sesle konuşuyordu ki ister istemez
söylediklerini duyuyordum. Otobüsün bir an önce ineceğim durağa gelmesini
sabırsızlıkla bekliyordum. Böyle anlarda içim daralır bir kuş olup uçmak
isterim. Ruhum kuşun kanatlarına takılır, bazen kırlara, uçsuz bucaksız
topraklara bazen engebeli yollara, dağlara tırmanır bazen de çivit mavisi
“blues” dinlemek için kanatlarından o mekânlara süzülürüm. O müzik,
ruhuma kendi verdiğim eziyetin ağıtları, ruhumun isyanlarının
yumuşatılmış dokunuşları gibi gelir. İşte o anlarda kendimde en güzel
yerleri, dostları bulurum ve ruhumu dinlendiririm.
Beynimin bana ait olan belleğinin daha fazla gereksiz laflarla dolmaması
için otobüsten inip yürümeye karar veriyorum. En azından yürürken sadece
kendimle ilgileniyorum. Tam iki hafta boyunca kendimi dinleyeceğim,
ruhumu dinlendireceğim bir fırsat bulamamıştım. Nefes almaksızın
çalışılan bir iş temposu ve onun yorgunluğunu yaşadım. Açıkçası günün
getirdiklerine takılıp itiraz etmeden sıradan yaşamımı sürdürdüm. Fena
mıydı? Hayır. Sıradan yaşamak, yorum katmadan günü geçirmek, ben ne
yapıyorum dememek, kum saati zamanına sıkışmış yaşamın parçası olmaktan
öte bir şey değildi. Mademki bu kadar kısa bir hayat, neden
tekdüzeleştireyim, neden robota dönmüş şehir insanlarından olayım?
Sıradanlaşmak ve öyle yaşamak hafızamın sadece ön belleğinde yer eder.
Bana ve bu sıradanlık içinde unutulduğunu hisseden doyumsuz ruhuma bir
şeyler katmaz. Yaşadıklarım arka belleğime yüklenmeyen işler, sohbetler,
alışverişler, koşuşturmalar ve bana bir şey katmayan seslerle dolar,
boşalır. Elde var sıfır.
Kendimle kalmak istediğim bu saatlerim için ara sokakların birinde
bulduğum küçük sessiz bir kahveye takılıyorum. En fazla iki üç insan
oluyor ve çoğu da bir tost ile bir bardak çay içmek için geliyorlar. Öyle
oturup uzun uzun sohbetler yapan insanlara rastlamadım. Kahvecinin
keyfine göre çaldığı bir müzik de yok. Çevreden gelen sesler hariç sakin
bir yer. Hatta ağaçlara konan kuşların seslerini bile duyabiliyorum.
Bütün müziklere değer. Dedim ya kendi köşeme çekilebildiğim bir yer. İki
haftadır biriken hayatımın dört işlemini yapmam lazım.Çocukluğumda da
fazla dışarı çıkmaz kendi kendime odamda vakit geçirirdim. Annemin “biraz
dışarı çık da dünyada neler olup bitiyor, bir gör.” sözlerinin sıklaşması
sonucunda dışarlarda dolaşmaya başladım. Sonra da kendi paramı kazanıp
geçimimi sağlamak için bir iş buldum. Aslında bu, benim içine kapanık
biri olduğum anlamına gelmiyordu. Arkadaş ilişkilerim iyiydi. Benim
aradığım kendimdi, ruhumu dinlendirmekti. O anlarda kimseyle görüşmek
istemem kendimle yetinirdim.
Bu günde onlardan biriydi. Ofiste ki işler bu gün birazcık beni beklesin.
Çünkü bu gün kendime her günden daha çok ihtiyacım var. Geçen iki hafta
beni hayatın koordinatında düz bir çizgi yaptı. Biraz parabollere
ihtiyacım var. Hayatımız da doğum ve ölüm arasındaki iki nokta arasında
olan düz olmayan bir çizgi değil mi? Aradaki noktaları iyi doldurmam
gerekir ki parabolüm düz bir çizgiye dönüşmesin. Bunun için kendime zaman
ayırmalıyım. Böylece yaşadıklarımı kalıcı arka belleğime işlemiş olurum.
Tabi ki kendime ayıracağım zamanlar her zaman düzenli olmuyor ihtiyaç
hissettiğim anlarda, ne işim olursa olsun hemen kendim için uygun bir
köşe arıyorum. Bu kimi zaman bir ağacın gölgesinde ki bank, kimi zaman
dingin bir sokağın bahçe duvarlarından biri oluyor. Bazen de bu kahve
gibi kıyıda sessiz bir mekân benim için biçilmiş kaftan oluyor. Hemen
oturup bir köşeye çekiliveriyorum.
Elimdeki eşyaları sandalyeye bırakıp kendime bir çay söyledim. Çantamda
severek okuduğum yazarlardan birinin kitabı duruyordu. İnsan yaşamına
düşünceleriyle anlam katan tüm yazarları severim. Düşünceler ağaç kökleri
gibidir. Uygun toprak bulunca yayılır. O köklerin benim toprağımda
yayılmasından inanılmaz zevk alıyorum. Her düşünceyi kendimle
birleştiriyorum. Görmediklerim, gözden kaçırdıklarımı yakalıyorum ve
kendimde sentezleyerek yayılan köklerden yeni sürgünler çıkarabiliyorum.
Dün gece uykum geldiği için kaldığım sayfada ki son paragrafı
hatırlamıyordum. Sakin bir yer bulmuşken o sayfaya bir göz atmadan
duramazdım. Özümsemeden okuduğum her cümle bende yarım bırakılmış iş
etkisi yaratırdı. Mademki kendimi sorgulayacaktım, önce yarım
bıraktıklarımı, eksiklerimi tamamlamam gerekmiyor muydu? Sandalyenin
üzerine bıraktığım çantamdan kitabımı aldım. Kitaplar bana bir yaşam gibi
gelir ve ayıraçlar yaşamın bölümlerini oluşturur. Ben henüz kitabımın
gençlik yıllarındaydım. Önümde açık duran iki sayfayı önce taradım. Öyle
ki hangi sayfada kaldığımı bile anımsamıyordum. Cümleleri dolaştım ve
kaldığım yeri buldum. Şöyle diyordu; “Sizin bilmediğiniz, işimizin asıl
amacının ne olduğu. Dünyanın sonu için yapıyoruz bu işi, Müller.
Yeryüzündeki yaşamın yakında son bulacağını düşünerek çalışıyoruz. Her
şey boşa gitmesin diye, kim olduklarını bilmediğimiz, ne bildiklerini de
bilmediğimiz başkalarına, bildiğimiz her şeyi aktarmak istiyoruz.” *
Evet. Bu cümleyi düşünürken uyuya kalmıştım. Öykünün gidişatını bir
tarafa bırakıp bu cümleyi sorgulamıştım. Şimdi okuduğumda da aynı şeyi
sorguluyorum. Neden Dünyanın sonu için, yakında yaşamın son bulacağını
bilerek çalışayım. Kendi sonumuz zaten dünyamızın sonu değil midir? Ben
kendim için bir dünyayım. Benim yaşamım bittiğinde, benim algıladığım
dünyamda biter. Dünyanın sonunun geldiğini bilmek ne kadar insanda
çalışma isteği bırakır. Herkes yapamadıklarını yapmaya, yaşamadıklarını
yaşamaya kalkar. İnsan eliyle kurulmuş tüm sistemler bozulur. Çalışma da
bu sistemlerin bir parçası olduğuna göre, keşmekeşten başka bir şey
olmaz. Bir iyi yanı olur, o da sevmediğim sıradan yaşamların
olamayacağıdır.“Her şey boşa gitmesin diye, kim olduklarını bilmediğimiz,
ne bildiklerini de bilmediğimiz başkalarına, bildiğimiz her şeyi aktarmak
istiyoruz.”diyor. Yaşam son bulacaksa neden bildiklerimizi başkalarına
aktaralım. Onların da yaşamı son bulmayacak mı? Yaşayan hiçbir canlı
kalmayacağına göre aktarımın kime veya neye faydası olacak? Yaşamlar
devam ettiği sürece insanlık bu aktarımı zaten yapıyor. Tüm bu
düşüncelerin içinde en önemlisi gerçekten de dünyanın sonunun geldiğidir.
Her attığımız adımda, her soluduğumuz havada dünyanın sonunu getirmiyor
muyuz? Kendi geleceğimize, çocukların geleceğine bile aldırmadan suları,
toprağı, havayı kirletmiyor muyuz? Doğal dengeyi sağlayan yaşamlar yok
edilirken sessiz kalmıyor muyuz? Bence bizim aktardığımız tek şey sessiz
kalmayı öğretmek.
-Çayınız soğumuş, değiştireyim mi?
-Aaaaa! Unutmuşum. Yok getirmeyin. Kalkıyorum. Teşekkürler.
İçemediğim çayımın parasını ödeyip aceleyle kalktım. Ben bunları
düşünürken zaman almış başını gitmişti. Her ne kadar ofisteki işler bu
gün biraz beklesin demiş olsam da ölçüyü kaçırmamak gerekiyordu. Ofise
vardığımda sekreter, müdürün beni beklediğini söyledi. Yanına gittiğimde,
zaman zaman mazeretsiz işe geç kalmalarım nedeniyle işi aksattığımı
söyleyerek, konuşmaya devam etti : “Ülkenin ekonomik durumundan dolayı
biz de şirketimizde bazı önlemler almak zorundayız. Hemen hemen bütün
şirketler küçülüyor. Bizim de etimiz budumuz ne? Küçük bir şirketiz ve
zorlanıyoruz. Sizi kaybetmek istemeyiz ama şu mazeretsiz geç kalışlarınız
nedeniyle tekrar bir değerlendirme yaparak sizinle yollarımızı ayırmak
zorunda kaldık. Mazeretsiz gecikmelerinize rağmen zeki bir insansınız.
Güçlü şirketlerde kendinize bir iş bulabilirsiniz. Değerlendirilecek bir
zekânız var.” diyerek yarı över yarı kovar değerlendirmesiyle o gün
parabolümün eğrisini oluşturduğumu fark ettim. Şu anda sesim ona ulaşmasa
da benim de söyleyeceklerim var; ”Mazeretsiz gecikmelerimin nedenini size
anlatabilirim ama eksik ve anlamsız olur. Az önce okuduğum cümleleri
doğrularcasına davranıyorsunuz, demek isterdim, anlamazsınız. İletişim
sağlamanın olanaksız olduğunu bildiğim için susuyorum. Biliyor musunuz
ben mazeretsiz neden geç kalıyorum? Umudumu yitirmemek, bir örümceğin
ağına takılı kalmamak ve engellere takılıp körü körüne çırpınmamak için;
en önemlisi de sıradanlaşmış yaşamlarınızın içinde kaybolmamak için. Kum
saatimin kumlarının az akması için mazeretsiz geç kalırım. Bu geç
kalışlarımda yaşamım anlam kazanır. Ben ne kumumun azalmasından ne de
çaresizlikten korkarım. Her zaman yeniden denemeyi, kendime bir şans
vermeyi severim. Her sonun bir başlangıcı vardır.”
Kum saati zamanlara ait yaşamımda kumlar hızlı akmaya başlıyordu. Eminim
beni kendimle baş başa bırakmaya iten otobüsteki tombul kadının kum saati
olabildiğince yavaş akıyordur. Dışarı çıktım artık hiçbir sesi duymak
istemiyordum. Kulaklığımı taktım. Kulaklıktan Fredie King’in**
“Goingdown” şarkısı çalıyordu. Kum saatimde kumum henüz bitmediğine göre
yeni başlangıçlara hazırdım. Merdivenlerden aşağıya doğru indim.
2019
Ankara
_____________________
* İtalio Calvino / Sen
“Alo” Demeden Önce / .s.112 YKY
** Fredie King (1934-1976) / Blues müziğin üç kralından biri olarak anılan
ABD'li besteci, gitarist ve yorumcu.