ÖYKÜ

Sedat Alkaç   







Şişenin Dibi

                                                                                “Deli İrfan’ın oğlu değil mi bu?”

Büyüdüğüm mahallede büyüyen başka çocuklar da vardı; o yüzden özel biri olduğumu iddia edemem,üstelik kaçıkları ve köpekleri herkes sever.

Çocukken, bayram sabahlarını beklediğim gibi beklerdim cenazeleri. Şanslıydım, çünkü neredeyse her hafta birileri ölürdü -üstelik doğal nedenlerle. Su bidonlarını kapıp yeni ölmüş insanların üzerine dökerdik. Hayatta olsalar eşek sudan gelinceye kadar bizi döveceklerini bildiğimiz insanlar öyle büyük bir susuzlukla içerlerdi ki döktüğümüz suları, şaşkınlıktan dilimiz tutulurdu. Aldığımız bahşişlerle bakkala koşar, ölümlü bedenlerimizi şekerlemeye boğardık. Cenaze evinde yediğimiz pideler ve helvalar da cabası.

Düğünler cenazelerin yerini almaya başladı büyüdükçe. Kimseyi suçlayamam, ölenler için de evlenenler için de şölen devam etmeliydi.

Alkolün tadına baktığım ilk gece polis bizi okulun bahçesinde yakaladı ve karakola götürdü. Bir iki tokattan ve beni hiç de ilgilendirmeyen ucuz birkaç tavsiyeden sonra kapı dışarı edildik. Sonra içmeye devam ettim. Coca cola reklamlarında gördüğüm küçük kabilelerden birinin parçası değildim, ne oturacağım büyük bir masa vardı ne de benim dışımda akıp giden sıradan hayatın sıradan insanlarına yüksekten bakabileceğim o kibirli aidiyet duygusu.

Ben de kendime bir takım elbise satın aldım ve uzak mahallelere, tanımadığım insanların düğünlerine gitmeye başladım. Herkesin birbirini tanıdığını düşündüğüm yerlerin aslında kimsenin birbirini tanımadığı karton dekorlardan (gökyüzünde zavallı bir çabayla bir şenlik heyecanı uyandırmaya çalışan sıra sıra dizilmiş canım ampuller acınacak bir aile sıcaklığı hayaliydi yalnızca.) ibaret olduğunu fark etmem çok zamanımı almamıştı. Büyük aile masalarından hiçbir farkı yoktu düğünlerin, ister inanın ister inanmayın bana sevgiyle sarılan kuzenlerim, "Yıllardır nerelerdesin?" diye sitem eden büyük halalarım oldu. "İyi ki geldin" diye gözyaşları içinde sarıldı hiç tanımadığım teyzelerim. (Aslında kimin nesi olduğumu bilmiyorlardı elbette ama bununla gurur duymalı mıyım bilmiyorum, kimin nesi olduğun toprağın sulanana dek önemlidir çünkü.)

Düğünlerde (o zamanlar henüz düğün salonları yoktu, sokakta düzenlenirdi eğlenceler) "esrarengiz" bir şekilde ortaya çıkar, oturduğum masadaki bütün şişelerin dibini gördükten sonra ayağa kalkıp yeni maceralar peşinde başka masalara -yalpalayarak tabii- yürürdüm. Kimse tanımıyordu beni, kimse dinlemiyordu anlattıklarımı. Tanıyormuş, dinliyormuş, anlıyormuş gibi yapıyorlardı.

Büyük masada oturanlar zaten her zaman bir sırdı düğün sahipleri için: Kim oldukları bilinmezdi, pahalı takım elbiseleri ve gösterişli, kodaman tavırlarıyla o masaya oturur, etraflarında sanki bir belediye başkanını ağırlıyormuş gibi abartılı bir saygıyla hizmet eden insanları görmeyen gözlerle seyreder, bütün gece içerlerdi. Sarhoş olup giderlerdi sonra. Ben devam ederdim elbette ama daha sıradan insanların oturduğu ikinci masaya ulaştığımda ne anlatmaya çalıştığım -dilim artık dönmediği için- kimse tarafından anlaşılmazdı. Ayyaşın tekiydim işte, kim olduğum ya da ne anlattığım kimin umurundaydı. (Bedava içki hayatımın amacıydı.)

Yine de -tuhaf bir şekilde- her düğünde beni olay yerinden şefkatle taşıyan insanlar olurdu. Kollarımdan tutup karanlığa doğru ölüm melekleri gibi sürüklerlerdi ölümlü bedenimi -bir sonraki düğüne dek. Müstakbel düğün sahipleri öldüğümü, sonsuza dek sürecek cümbüşlerini artık gölgeleyemeyeceğimi düşünürlerdi belki ama ilk davul sesinde tekrar gelirdim ve o gizemli “büyük masaya” kuruluverirdim. Bej rengi takım elbisem içinde, saçlarım limonla parlatılmış, özenle taranmış, sinekkaydı tıraşımla yıllarca oturdum masamda. Gurur, bej rengi takım elbisem kadar yakışıyordu üzerime, o son düğüne dek...

O gün ikinci masadaki yerime kurulmuş artık dönmeyen dilimle sonradan hatırlamayacağım şeylerden söz ediyordum. İlginin dağıldığını fark edince her zamanki numaramı yaptım ve kadehimi masadakilerin şerefine kaldırdım. Bir yudumda yuvarladım gırtlağımdan rakıyı. Sakince ağzımı sildim ve masadakilerin gözlerinin içine baktım öfkeyle -ya da anlaşılma isteğiyle. Pek ciddiye almamışlardı beni. Sonra ayağa kalktım. (Sürdürülebilir bir durumun içinde olmadığımı hissediyor ama bunu değiştirmek için hiçbir şey yapmıyordum.) Kahramanca sallanırken "yeğenimin şerefine!" diye bağırdım. Müziğin sustuğu ana denk gelmişti, herkes bir anda önce bana sonra damada baktı. Damat gerçek bir şaşkınlık içindeydi, böyle bir amcası, dayısı olup olmadığını ya da böyle bir adamın kendisini yeğeni olarak göreceği herhangi bir yakınlık ilişkisi içinde yer alıp almadığını anlamaya çalışıyordu. “Aslanım evleniyor” diye bağırdım, “Kendi yuvasını kuruyor aslanım, sıcak, huzurlu, mutlu yuvasını. Kaldırın kadehleri, kutlayalım bu büyük günü, kaçıkların ve köpeklerin ve dahi bütün ölmüşlerin susamış ruhları için kaldırın!”

Bir ses duydum arkadan, (Deli İrfan’ın oğlu değil mi bu?) boğazıma bir yumru gelip oturdu, devam edemedim konuşmaya. Yanımda oturanlardan biri (kuşkusuz en iyi dostlarımdandı ve benim iyiliğimi düşünüyordu) kolumdan tutup aşağı çekmeye çalıştı beni, “Otur abi, fazla kaçırdın galiba.” Ben ısrarcıydım, duyduğum sesi geldiği karanlığa yolladım, yumrunun boğazımdan mideme doğru hüzünle eriyip kaydığını hissettiğimde de devam ettim: "Ne oturması lan! Bugün bizim bayramımız, kaçıkların ve köpeklerin bayramı, biricik yeğenimin, aslan parçamın düğününde içmeyeceğim de ne zaman içeceğim?" Masadakilerin sesi çıkmıyordu artık, hepsi çok tedirgindi. Bir çocuk eteğinden tuttuğu annesine baktı, neler olduğunu anlamıyordu, buradan bir şey çıkmasını bekliyordu galiba ama yanılıyordu, benim susuzluğum ölülerden daha gürültücüydü sadece.

Kollarımdan tutup sürüklemeye başladılar beni. Bu yeni bir şey değildi ama ilk kez bunu yapmaya “hakları olmadığını” hissettim. Bağırmaya başladım, avazım çıktığı, dilim döndüğü kadar haykırdım. Çamurun içinde debeleniyordum, bej rengi takım elbisem -canım elbisem- harap olmuş, balçıkla kaplanmıştı, kravatım çözülmüş, bana eşlik ederken çamurların içinde bata çıka hüzünle sallanıyordu boynumda ama umurumda değildi, sarhoştum, kusmaya başlamıştım ama bu da umurumda değildi.

Kimse beni yeğenimin düğününden kovamazdı!

Benim için aile her şeydi, onları canımdan çok seviyordum. Şimdi, şu anda, onlar için canımı verecekken böyle bir muameleyi görmek kabul edilemezdi. Avaz avaz bağırıyor, küfrediyor, biricik yeğenimin mutluluğunu görmeme engel oldukları için öfkeden çıldırıyordum. Büyük halalar, teyzeler, amca çocukları dehşet içinde bakıyorlardı bana. Hepsi de beni çok seviyordu aslında, biliyordum, ortada büyük bir yanlış anlaşılma vardı, ancak şişenin dibini gören birinin hissedebileceği (şişenin dibini görmek olası bütün ihtimalleri deneme ya da olası bütün ihtimalleri ortadan kaldırma çabasıydı.) bir duyarlıkla bunu anlatmaya çalışıyordum insanlara.

O gece ölüm meleklerinden kurtulamadım, çamurlar içinde karanlığa doğru sürüklediler bedenimi. Sonra üzerime su döktü çocuklar. Hayatta olsam eşek sudan gelinceye kadar döverdim hepsini -denerdim en azından- ama o kadar sarhoştum ki tadını çıkardım sadece. Sabaha kadar içtim o suyu, kana kana, ağlaya ağlaya. İçim rahattı, ya bütün ihtimalleri denemiştim ya da artık denenecek bir ihtimal kalmamıştı.



dizin    üst    geri    ileri  





 16 

 SÜJE  /  otuz dördüncü sayı