Büyüdüğüm mahallede büyüyen başka çocuklar da vardı; o yüzden özel biri
olduğumu iddia edemem,üstelik kaçıkları ve köpekleri herkes sever.
Çocukken, bayram sabahlarını beklediğim gibi beklerdim cenazeleri.
Şanslıydım, çünkü neredeyse her hafta birileri ölürdü -üstelik doğal
nedenlerle. Su bidonlarını kapıp yeni ölmüş insanların üzerine dökerdik.
Hayatta olsalar eşek sudan gelinceye kadar bizi döveceklerini bildiğimiz
insanlar öyle büyük bir susuzlukla içerlerdi ki döktüğümüz suları,
şaşkınlıktan dilimiz tutulurdu. Aldığımız bahşişlerle bakkala koşar,
ölümlü bedenlerimizi şekerlemeye boğardık. Cenaze evinde yediğimiz
pideler ve helvalar da cabası.
Düğünler cenazelerin yerini almaya başladı büyüdükçe. Kimseyi suçlayamam,
ölenler için de evlenenler için de şölen devam etmeliydi.
Alkolün tadına baktığım ilk gece polis bizi okulun bahçesinde yakaladı ve
karakola götürdü. Bir iki tokattan ve beni hiç de ilgilendirmeyen ucuz
birkaç tavsiyeden sonra kapı dışarı edildik. Sonra içmeye devam ettim.
Coca cola reklamlarında gördüğüm küçük kabilelerden birinin parçası
değildim, ne oturacağım büyük bir masa vardı ne de benim dışımda akıp
giden sıradan hayatın sıradan insanlarına yüksekten bakabileceğim o
kibirli aidiyet duygusu.
Ben de kendime bir takım elbise satın aldım ve uzak mahallelere,
tanımadığım insanların düğünlerine gitmeye başladım. Herkesin birbirini
tanıdığını düşündüğüm yerlerin aslında kimsenin birbirini tanımadığı
karton dekorlardan (gökyüzünde zavallı bir çabayla bir şenlik heyecanı
uyandırmaya çalışan sıra sıra dizilmiş canım ampuller acınacak bir aile
sıcaklığı hayaliydi yalnızca.) ibaret olduğunu fark etmem çok zamanımı
almamıştı. Büyük aile masalarından hiçbir farkı yoktu düğünlerin, ister
inanın ister inanmayın bana sevgiyle sarılan kuzenlerim, "Yıllardır
nerelerdesin?" diye sitem eden büyük halalarım oldu. "İyi ki geldin" diye
gözyaşları içinde sarıldı hiç tanımadığım teyzelerim. (Aslında kimin nesi
olduğumu bilmiyorlardı elbette ama bununla gurur duymalı mıyım
bilmiyorum, kimin nesi olduğun toprağın sulanana dek önemlidir çünkü.)
Düğünlerde (o zamanlar henüz düğün salonları yoktu, sokakta düzenlenirdi
eğlenceler) "esrarengiz" bir şekilde ortaya çıkar, oturduğum masadaki
bütün şişelerin dibini gördükten sonra ayağa kalkıp yeni maceralar
peşinde başka masalara -yalpalayarak tabii- yürürdüm. Kimse tanımıyordu
beni, kimse dinlemiyordu anlattıklarımı. Tanıyormuş, dinliyormuş,
anlıyormuş gibi yapıyorlardı.
Büyük masada oturanlar zaten her zaman bir sırdı düğün sahipleri için:
Kim oldukları bilinmezdi, pahalı takım elbiseleri ve gösterişli, kodaman
tavırlarıyla o masaya oturur, etraflarında sanki bir belediye başkanını
ağırlıyormuş gibi abartılı bir saygıyla hizmet eden insanları görmeyen
gözlerle seyreder, bütün gece içerlerdi. Sarhoş olup giderlerdi sonra.
Ben devam ederdim elbette ama daha sıradan insanların oturduğu ikinci
masaya ulaştığımda ne anlatmaya çalıştığım -dilim artık dönmediği için-
kimse tarafından anlaşılmazdı. Ayyaşın tekiydim işte, kim olduğum ya da
ne anlattığım kimin umurundaydı. (Bedava içki hayatımın amacıydı.)
Yine de -tuhaf bir şekilde- her düğünde beni olay yerinden şefkatle
taşıyan insanlar olurdu. Kollarımdan tutup karanlığa doğru ölüm melekleri
gibi sürüklerlerdi ölümlü bedenimi -bir sonraki düğüne dek. Müstakbel
düğün sahipleri öldüğümü, sonsuza dek sürecek cümbüşlerini artık
gölgeleyemeyeceğimi düşünürlerdi belki ama ilk davul sesinde tekrar
gelirdim ve o gizemli “büyük masaya” kuruluverirdim. Bej rengi takım
elbisem içinde, saçlarım limonla parlatılmış, özenle taranmış, sinekkaydı
tıraşımla yıllarca oturdum masamda. Gurur, bej rengi takım elbisem kadar
yakışıyordu üzerime, o son düğüne dek...
O gün ikinci masadaki yerime kurulmuş artık dönmeyen dilimle sonradan
hatırlamayacağım şeylerden söz ediyordum. İlginin dağıldığını fark edince
her zamanki numaramı yaptım ve kadehimi masadakilerin şerefine kaldırdım.
Bir yudumda yuvarladım gırtlağımdan rakıyı. Sakince ağzımı sildim ve
masadakilerin gözlerinin içine baktım öfkeyle -ya da anlaşılma isteğiyle.
Pek ciddiye almamışlardı beni. Sonra ayağa kalktım. (Sürdürülebilir bir
durumun içinde olmadığımı hissediyor ama bunu değiştirmek için hiçbir şey
yapmıyordum.) Kahramanca sallanırken "yeğenimin şerefine!" diye bağırdım.
Müziğin sustuğu ana denk gelmişti, herkes bir anda önce bana sonra damada
baktı. Damat gerçek bir şaşkınlık içindeydi, böyle bir amcası, dayısı
olup olmadığını ya da böyle bir adamın kendisini yeğeni olarak göreceği
herhangi bir yakınlık ilişkisi içinde yer alıp almadığını anlamaya
çalışıyordu. “Aslanım evleniyor” diye bağırdım, “Kendi yuvasını kuruyor
aslanım, sıcak, huzurlu, mutlu yuvasını. Kaldırın kadehleri, kutlayalım
bu büyük günü, kaçıkların ve köpeklerin ve dahi bütün ölmüşlerin susamış
ruhları için kaldırın!”
Bir ses duydum arkadan, (Deli İrfan’ın oğlu değil mi bu?) boğazıma bir
yumru gelip oturdu, devam edemedim konuşmaya. Yanımda oturanlardan biri
(kuşkusuz en iyi dostlarımdandı ve benim iyiliğimi düşünüyordu) kolumdan
tutup aşağı çekmeye çalıştı beni, “Otur abi, fazla kaçırdın galiba.” Ben
ısrarcıydım, duyduğum sesi geldiği karanlığa yolladım, yumrunun
boğazımdan mideme doğru hüzünle eriyip kaydığını hissettiğimde de devam
ettim: "Ne oturması lan! Bugün bizim bayramımız, kaçıkların ve köpeklerin
bayramı, biricik yeğenimin, aslan parçamın düğününde içmeyeceğim de ne
zaman içeceğim?" Masadakilerin sesi çıkmıyordu artık, hepsi çok
tedirgindi. Bir çocuk eteğinden tuttuğu annesine baktı, neler olduğunu
anlamıyordu, buradan bir şey çıkmasını bekliyordu galiba ama yanılıyordu,
benim susuzluğum ölülerden daha gürültücüydü sadece.
Kollarımdan tutup sürüklemeye başladılar beni. Bu yeni bir şey değildi
ama ilk kez bunu yapmaya “hakları olmadığını” hissettim. Bağırmaya
başladım, avazım çıktığı, dilim döndüğü kadar haykırdım. Çamurun içinde
debeleniyordum, bej rengi takım elbisem -canım elbisem- harap olmuş,
balçıkla kaplanmıştı, kravatım çözülmüş, bana eşlik ederken çamurların
içinde bata çıka hüzünle sallanıyordu boynumda ama umurumda değildi,
sarhoştum, kusmaya başlamıştım ama bu da umurumda değildi.
Kimse beni yeğenimin düğününden kovamazdı!
Benim için aile her şeydi, onları canımdan çok seviyordum. Şimdi, şu
anda, onlar için canımı verecekken böyle bir muameleyi görmek kabul
edilemezdi. Avaz avaz bağırıyor, küfrediyor, biricik yeğenimin
mutluluğunu görmeme engel oldukları için öfkeden çıldırıyordum. Büyük
halalar, teyzeler, amca çocukları dehşet içinde bakıyorlardı bana. Hepsi
de beni çok seviyordu aslında, biliyordum, ortada büyük bir yanlış
anlaşılma vardı, ancak şişenin dibini gören birinin hissedebileceği
(şişenin dibini görmek olası bütün ihtimalleri deneme ya da olası bütün
ihtimalleri ortadan kaldırma çabasıydı.) bir duyarlıkla bunu anlatmaya
çalışıyordum insanlara.
O gece ölüm meleklerinden kurtulamadım, çamurlar içinde karanlığa doğru
sürüklediler bedenimi. Sonra üzerime su döktü çocuklar. Hayatta olsam
eşek sudan gelinceye kadar döverdim hepsini -denerdim en azından- ama o
kadar sarhoştum ki tadını çıkardım sadece. Sabaha kadar içtim o suyu,
kana kana, ağlaya ağlaya. İçim rahattı, ya bütün ihtimalleri denemiştim
ya da artık denenecek bir ihtimal kalmamıştı.