Seni tanıdığımda otuz iki yaşındaydın. Islak bir bankın üzerinde
oturuyordun. İçinde, büyük bir boşluk vardı. Ailene, işine, çevrene…
Kısacası, hayata. Solmuş, yeşil gözlerinle, uçuşan martıları izliyordun.
Elinde bir kitap. İsmini unuttum ama hiç iç açıcı değildi yazılanlar.
Okudum. Sen okumadın. Kitabın ıslandığını bile fark etmedin. Karşına
dikildim. Kollarımı açtım. Şaşırmadın. Sevindin hatta. Eski bir dost gibi
sarıldık. Ağlamaya başladın birden. Hıçkırıklara boğuldun. “Geçti hepsi.”
“Gerçekten geçti mi?” Gözlerindeki yaşı sildim. “Geçti, inan bana.”
Kitabı kaldırıp atmıştın denize. Suyun üstü, siyah harflerle dolmuştu.
Gülmüştük. O zaman anlam kazanmıştı, yazılanlar.
Ne anılarımız var be İsmail! Bazıları aklıma geliyor da…
Sahile inerdik. Balık ekmek yerdik. Ben sevmezdim. Senin için yemiştim
birkaç defa ama. Sonradan, sen de yemedin. “Seversen seveceğim.
Sevmezsen, sevmeyeceğim.” demiştin. “Saçmalama İsmail. İnsan, kendi
olmalıdır.” demiştim. Dinlemedin beni. “Sen, benim manyak halimsin ortak.
Senden sonra, kendimi çok iyi hissediyorum. Merve bile şaşırıyor halime.
Başka kadın mı var hayatında, diye tutturdu geçen. Telefonumu kurcaladı.
Kimseyi aramamışsın, kimse de seni aramamış. Mesajlarda da bir şey yok,
diyerek, şaşkın şaşkın baktı suratıma.” Uzun uzun gülmüştün.
Dinliyorsun değil mi İsmail! Boşuna çene patlatmayalım burada. Ha iyi
tamam o zaman. Ses etmeyince uyudun sandım. Kızma hemen. Devam ediyorum.
Tavla oynamaya giderdik kahveye. Her defasında ben yenerdim. Birinde çok
hırs yapmıştın. “Bu defa siktim belanı.” Gülmüştüm. “Sen gül, birazdan
görüşürüz.” İki çay söylemiştik. O kadar gözün dönmüştü ki… “İçsene
çayını, soğuyacak.” “Sus, aklımı karıştırma şimdi. Hem bu insanlar neden
bize garip garip bakıyorlar ortak?” “Boşver insanları İsmail, dübeşe
gel.” Tavlayı, koltuğunun altına vermiştim. “Öde hesabı.” Kızgın,
atmıştın on lirayı masaya. “Üstü kalsın. Arkadaş içmedi çayını. Fazla
bile.” Kahveci neden küfür etmişti sahi? “Gelme lan bir daha buraya,
yavşak. Elalem deliye hasret, biz akıllıya.” “Ayıp oluyor abi arkadaşın
yanında.” “Arkadaşının da senin de… Siktirin gidin lan!” Bağırmıştı
arkamızdan. Ne saçma insandı. Hatırlıyor musun İsmail?
Bir gün, çok dertliydin. Dokunsam, ağlayacaktın. “Gel otur yanıma,
anlat.” Daha fazla tutamadığın gözyaşlarıyla, anlattın her şeyi.
Unutamadığın aşkından, sevmeyerek yaptığın işinden, eşinin
dırdırlarından, annenin takıntılarından, kız kardeşinin koca sevdasından,
babasız büyümenin zorluklarından, çocuğuna olan tahammülsüzlüğünden…
Kaybolmuş bir insandın. “Eve gitmek istemiyorum.” Bir şey diyememiştim.
Sabahın ilk ışıklarına kadar anlatmıştın. Şezlongun üzerinde sızıp
kalmışız. Öğle güneşi de olmasa, akşama kadar uyurduk herhalde. Benimle
arkadaş olduktan sonra, uyumayı da sevdin. Uyku nedir bilmeyen adam, bir
anda uyku delisi olup çıkmıştı. Kaç defa uyardım seni. “Eşin var, çocuğun
var, işin var. Sorumlulukların var. Bu kadar uyuma.” Dinlemedin. “Yerin
dibine batsın sorumluluklar ulan! Yedi bitirdi beni. İstemiyorum
sorumluluk falan.”
O günden sonra, çok değiştin İsmail! İflah olmaz biri olup, çıktın.
Gülerek geldin, bir gün. “Pılısını pırtısını toplayıp, gitti. Ailesinin
yanına. Çocuğu da aldı. Saksıları bile aldı giderken. Bana, bağlanacak
bir şey bırakmadı.” Hafiflemiş bir halin vardı. Korkmuştum senden. Kaçmak
istemiştim yanından. Kaçamadım ama. Ben de bağlanmıştım sana. İlk defa
bir dostum olmuştu. Benden çok farklıydın ama giderek birbirimize
benziyorduk. Sessiz sakin kişiliğin, benimle canlanıyordu. Bendeki
delilik de, seninle törpüleniyordu. Çok fazla kitap okuyorsun ya. Bir tek
ona alışamadım. Okuyup geçiyorsun. Sonra başka kitap.”Ne anladın ulan
İsmail?” “Hiçbir şey ortak.” “İnsan, anlamadığı şeyi okur mu ulan?” “Ne
yani, her şeyi anlamak zorunda mıyız hayatta?” Ne boktan laftı be!
Sağlığına İsmail! Senin bardak hala dolu be oğlum. Hadi bakalım. Yüklen
az.
Evine çağırmıştın. Yok ben gelmeyeyim deyince de, ısrar etmiştin bir
dünya. Utana sıkıla kabul etmiştim. Bedenimi, dört duvar arasına sokmaya
alışkın değildim ki İsmail. Evine girdiğimde, kesif bir koku dolmuştu
genzime. Midem bulanmıştı. Salona geçmiştik. Yemek masasının üstü, bira
şişeleri ve fıstık kabuklarıyla doluydu. Dantelli masa örtüsü sararmıştı.
Eskiden düzenli olduğu belli olan eşyalar, buruktu. Yapış yapıştı her
yer. Perdeler kapalıydı. Griye çalmıştı iyice. Eskilerden kalmış çocuk
sesleri, kırlentlerin arasına saklanmış. Yaslasam başımı, duyacaktım.
Aile fotoğrafınız hala duvarda asılıydı. Ona baktığımı görünce, gözün
dolmuştu. “İnsan özlüyor bazen.” Anlayamamıştım seni. “Kusura bakma,
temizleyemedim etrafı.” En son ne zaman temizlik yaptın ki ulan, diye
soracak oldum. Vazgeçtim. Üzülme istedim. Birkaç saat oturduktan sonra,
hoşuma bile gitmeye başlamıştı bu kirlilik. Bira açmıştık. Yine çok
içmiştik. Biz hep çok içtik zaten. “Kal benimle.” Şaşırmıştım. Öyle masum
bir ifade vardı ki suratında. Hayır diyemedim. “Yeşil kanepe benim.”
Gülmüştün. “Nerede istersen orada uyu ortak, ev senin.”
Gözünü kapattın. Uyumuyorsun değil mi İsmail? Uyursan bozuşuruz bak. Hah
iyi o zaman. Napim be oğlum. Bir sen kaldın etrafımda. Senden farklı
mıyım sanki. Benim de konuşacak kimsem yok. Ailem var mı, onu bile
bilmiyorum. Seninle açtım sanki gözlerimi yaşama. Kaç yaşındayım, şimdiye
kadar ne yaptım, bir sevgilim oldu mu hiç… Yok. Hatırlayamıyorum. Evini
görünce bir garip olmadım değil ama. Demek ki, insanlar bu şekilde
sürdürüyorlar yaşamlarını. Böyle eşyalara bakarak; böyle yataklarda
yatarak getiriyorlar ölümlerini, diye düşünmüştüm.
Kardeşin gelmişti bir gün eve. Sen yoktun. Ben açtım kapıyı. “Merhaba,
ben...” “Biliyorum. Kardeşimin başını yakan adam değil misin?” Acıyarak
baktı suratıma. Kızgındı çokça. Gördüm. “Bu evin hali ne böyle. Kendinize
ne yapıyorsunuz.” diye kızmıştı bir dünya. “Önce şu evi biraz adam
edelim.” Çöpleri döktük, evi temizledik bir güzel. Sulu köfte bile
yapmıştı. Gelirken ekmek alsa bari diye düşünmüştüm. Sahi, nereye
gitmiştin o gün İsmail? Masayı görünce ne çok sevinmiştin. Sağ olsun para
bile bırakmıştı giderken. Annem sizi çok merak ediyor. “Bu şekilde
yaşamayın! İsmail’e söyle, yeni bir işe girsin, yaşantısını düzene
soksun.” diye de tembihlemişti. Öpmüştü yanağımdan, bunları dedikten
sonra. Ne güzel ablan var İsmail. Kızma be hemen. Kardeşim sayılır o
benim.
Annen gelmişti, bir gün sonra. Ağlayarak sarılmıştı boynuna. Garip garip
bakmıştın suratına. Allahtan, ablanla temizlemiştik evi. “Anne, bu en
yakın arkadaşım.” “Güzel oğlum. Bu adamı terk et. Aileni, işini, çocuğunu
aldı senden. Bu evde yaşayamaz. Çok seviyorsun onu ama olmaz be oğlum.
Anla beni. Kurbanın olayım. Az söz dinle. Gitsin artık. Hem ben
istemiyorum onu. Analık sözüm yok mu hiç?” Çok zoruma gitmişti. Sanki ben
yokmuşum gibi konuşuyordu. Ne yalan söyleyeyim, bi ara çekip gitmeyi bile
düşündüm. Gözlerin dolmuştu. Vazgeçtim. “Oğlum, doktora gitmen lazım!”
Şaşırmıştık. Ne zaman hasta olmuştun İsmail sen? “Arayacak seni yarın.
Mutlaka git yanına. Tanıdık. Sana elinden gelen yardımı yapacak” Giderken
çok ağladı kadıncağız. Sana güvenmek istiyordu. Yüzüme hiç bakmış mıydı?
Hatırlamıyorum. İllaki bakmıştır ama. Misafir mi sevmiyor yoksa?
Birkaç hafta, doktorun ısrarlı aramalarına cevap vermedin. “Belki önemli
bir şeyin vardır. Git adamın yanına.” Yüzlerce kez söyledim. Yine
dinlemedin beni. Zaten ne zaman dinledin ki… Bazen, çok sinir bozucu bir
insan oluyorsun İsmail. Dost acı söyler. Annen geldi, dinlemedin. Ablan
geldi, dinlemedin. Eski eşin geldi, dinlemedin. Çocuğunu bile dinlemedin.
Bağırdılar, ağladılar, kolundan tutup götürmek istediler, öleceksin bu
evde tek başına, böyle yaşanmaz, kendini düşünmüyorsan bizleri düşün
dediler. Dediler de dediler… Gitmedin.
Ne inatçı adamsın ulan İsmail! Sana diyorum. Bak gözlerime. Kaçırma öyle.
“Bundan sonra, evin kontrolü bende.” Bağırmıştım. “Yeter be! Kalk doktora
gidiyoruz.” Uslu bir çocuk olmuştun. Seni ilk defa korkarken görmüştüm.
Korkunca, tanıyamadım. Gözlerin küçüldü, rengin soldu, kalp atışların
hızlandı. Elindeki kitabı, kanepenin üzerine bırakıp, hırkanı giymiştin.
Onca şeyden sonra, neden terk ettin ki inadını? Keşke, terk etmeseydin.
Yaktın bizi İsmail!
Taksiye atlayıp, doktorun yanına gitmiştik. Beyefendi bir adam çıkmıştı
doktor. Allah var. Ne çok ilgilenmişti seninle öyle. Bir dünya soru
sormuştu. Hepsine kaçamak cevaplar vermiştin. Gözümün içine baka baka,
yalan bile söylemiştin adama. İki saat konuşmuştunuz. “Yapmayı, en
sevdiğiniz şey nedir?” İlk defa doğruyu söylemiştin. Kitap okumak. “Peki
yazmayı düşündünüz mü hiç?” Aynı anda, denizin üstündeki siyah harfleri
düşünüp, gülmüştük. Şaşkın, bakmıştı sana. Birkaç tane de ilaç yazmıştı
en son. “Pek faydası olmaz ama, siz yine de kullanmayı ihmal etmeyin.
Haftaya yine geleceksiniz yanıma. Kaytarmak yok.” “Madem faydası yok,
almayalım ilaçları o zaman İsmail.” Ne çok sevinmiştin.
Her hafta giderdik, doktorun yanına. “Hastalığınız giderek ilerliyor.
Dediklerimi yapmıyorsunuz sanırım. ” Aynı şeyler. Gözlerin bana kayardı.
İlaçları alalım bu defa diye düşünürdüm. Sen de. Ama almazdık. Bir poşet
bira kapıp, sabaha kadar içerdik. İçince geçecek her şey, zannederdik.
Geçmedi.
Son gidişimizde olan oldu. “Öldürmelisiniz onu!” Bağırıyordu. “Yoksa o
sizi öldürecek.” Gözlerine bakmıştık. Öfkeliydi. İlk defa öyle görmüştük
onu. Beyefendi adam gitmiş, yerine canavarın teki gelmişti. “Öldürün!”
Yakana yapışmıştı. “Yoksa o sizi öldürecek!” Büyümüş gözlerimi adama
dikip, kurtarmıştım seni kollarından. Koşa koşa gitmiştik eve. Soluk
soluğa. Kanepeye yığıldığımızda, bakmıştık ilk defa birbirimize. Beni
öldürmek istediğini, o an anlamıştım. Önce ben, onu öldürmeliyim diye
düşünmüştüm. Evet, böyle düşünmüştüm İsmail.
O günden sonra, allak bullak olmuştu hayatımız. Doktora gitmedik bir
daha. Evden çıkmadık. Birbirimizi kollar olmuştuk. Korku içinde
uyuyorduk. Ne zaman birimiz mutfağa gitse, elinde bir bıçakla gelecek
diye düşünüyorduk. Kapılara, telefonlara bakmaz olduk. Yorganın altında,
karanlık düşüncelere dalıyorduk. Bir seninkinde boğuluyorduk, bir
benimkinde. Zehirlenme korkusundan dolayı, yemeyi içmeyi bile kesmiştik
İsmail. Hatırla! Kabuslar görmeye başladık. Ter içinde uyanıyorduk her
gece.
Yine böyle bir kabusun ardına, kararımı vermiştim. Dayanamıyordum artık.
Her gece her gece… Böyle hayat olmaz olsun, diye düşündüm. Cesaretimi
topladım. Önce davranıp, öldürecektim seni. Mutfağa gittim. Keskin bir
bıçak aldım. Yeşil kanepede uyuyordun. Suratında tuhaf bir gülümseme
vardı. Mutlu bir rüyanın, en güzel yerinde gibiydin. Ben kabuslar
görürken, sen en güzel rüyaları görüyordun demek. Bıçağı havaya
kaldırdım. Bütün gücümle sapladım kalbine. Dehşet içinde açmıştın
gözlerini. Şaşırmıştın. Neden? Ağzını kapattım ellerimle. Son nefesini
verene kadar da çekmedim. Yeşil gözlerin beyazladı. Göz bebeğin söndü.
Kaldırıp yere attım leşini. Ben yattım yerine. Uzun zaman sonra, ilk
defa, huzur içinde uyumuştum o gece. Ne kabus gördüm, ne de ter içinde
uyandım.
Sabah uyandığımda, elinde yarılanmış bira şişesiyle, oturuyordun.
Yanıbaşımda. “Neden öldürdün lan beni?” Kızgınlıktan çok, kırgınlık vardı
sesinde. Hiçbir şey diyemedim. Ağlamaya başladım.