“topukluları çıkarıp da ayağıma yürüyüş ayakkabılarımı geçirdikten
sonra değişti her şey. Tersinden bir Külkedisi masalı belki de bu.”
Keşke her şey, bu cümle kadar kolay, birden olabilseydi, özellikle de
kadının özgürleşmesi imkânlarının direniş ve toplu çıkış mücadelesine en
çok ihtiyaç duyduğu, tarihsel belirlenimin bugünkü formları açısından.
Kapitalist küreselleşme barbarlığında, yaşamın her alanında iktidar
tarafından kapsanmış ve denetlenip yönlendirilen birey hem geleneksel hem
sermaye ihtiyaçları ile biçimlenmiş cinsiyetçi, eril kültürün de
kuşatmasında. İktidar tahakkümleri, kadın, erkek veya üçüncü cins fark
etmez, tüm bireylerde içselleştiği ve bir bilinç dışı kabulleniş
yarattığı için değişim olanakları da kadın ya da erkek kimliği odaklı
değil çoklu iktidarın sonlanmasına dönük bir isyan ve direniş hattının
olanaklarını barındırıyor artık.
Kadın ve erkek ilişkileri, işin doğası gereği en çok kadın yazarlar
tarafından roman içerisinde konu ediliyor ve bir sorunsala dönüştürülmeye
çalışılıyor. Özellikle yakın tarih edebiyatında, İnci Aral, Pınar Kür,
Fruzan, Oya Baydar, Ayfer Tunç, Duygu Asena bu varoluşsal meseleye,
yalnızca tanıklık etme değil düşünsel, ideolojik bir tutum belirleme ve
izlek bulma açısından da yapıtlar ortaya koyan yazarlar arasında. Yine de
bu sorunsalın çoğunlukla doğalcı veya dışavurumcu bir durallıktan
sıyrılıp tarih bilinci içindeki belirlenime ve nesnel anlaşılırlılığa
ulaşıp ulaşmadığı, bu alanda üretilen yapıtların tek tek incelenmesi ve
analojilerin ve farklılıkların ortaya konmasını ebetteki gerekli kılıyor.
Fakat ben genel hatlarıyla meselin romanlarda ortaya konuş biçimini Irmak
Zileli’nin yeni yayınlanan Gölgesinde romanından hareketle ele almak ve
bir fikir oluşturmak niyetindeyim.
Kadın ve erkek sorunsalı günümüzde hem yaygın akademik
kavrarsallaştırmasında hem de günlük dildeki karşılığında tarih
bilincinden yoksun bir feminist bakışla açımlanıyor. Kadını merkeze koyan
özdekçi bir bütünün içerisinde kadının ezilmişliği, ayrımcılığa uğrayışı
sorgulanırken karşıtındaki olumsuz fark/çelişki erkek kimliği olarak
görülmekte, kadının kurtuluşu üzerinden tüm farkına varma, direniş ve
kalkışma bu egemen kimliğe karşı örülmektedir. Sorun şu ki
kimlikleştirilen; emek bağlamından kopartılan ve imgeleme yerleştirilen
her kavram artık aşan bir kavram olarak çoktan tek yanlı özdekçi
düşüncemizin insafına kalmıştır; tekrarlanan, genelleştirilmiş yargılar
üzerine kuruludur ve çoğunlukla da somutta olan bitenden uzak ve “akla”
uygun değildir. Her şey varlığın kıyısında olup bitmektedir.
İnsanın emek edimi ve toplumsal oluştan/akıştan uzaklaşan feminist bakış,
çoğunlukla gündelik davranış biçimleriyle anlaşılmaya çalışılan erkek
kimliğini erkeğin bir doğası olarak gösteriyor. Asıl sorun da burada
başlıyor. Alman Psikanalist Arno Gruen eril kimlik dediğimiz bilinci
iktidara ait narsist bir kimlik olarak tanımlar. Bu iktidar kimliği;
kendiliğimiz, canlı duygularımız, arzularımız üzerinde baskı kuran,
hayatta kalmak için onun kimliğine bürünmek ve poz yapmak zorunda
olduğumuz her tür tahakküm alanıdır. Bu alan başta üretim ilişkileriyle
ve sermayenin birikim yasalarıyla öncüllenen güç, hırs, rekabet etme,
diğerini bastırma, biriktirme, ele geçirme, sahiplenme gibi değerlerin
erdem olarak üretildiği indirgenmiş burjuva bilincin tüm toplumsal
kültürel yapıdaki formları oluşturmasıyla genel bir iktidar aygıtına
dönüşüyor. Eril güç ailede anne/baba ya da kadın/erkeği, okulda öğretmen
ve yöneticileri, işte patron ve amirleri ve tümüyle siyaseti ve devlet
aygıtlarını kuşatan katı, otoriter, rekabetçi; insanın öz duyguları,
istekleri yerine sistemin biriktirme ihtiyaçlarına öncelik veren insan
dışı bir kuvvete dönüşüyor. Öyleyse eril iktidar ve zihniyet, kadın ve
erkeğin ikisini de kuşatıyor ve erkek egemen kültür tüm cinsiyetlerin
davranışları sonucu üretiliyor. Hatta cinsiyetçi iş bölümünü, aşağı
durumu kabullenmeye dönük kültürel kodları, kadının yerinin mutfak,
yaratılış esasının anaçlık olduğunu yeni kuşaklara aktaran en çok annelik
rolü içindeki kadındır.
Bu girişin ardından romana dönüyorum.
On yıldır evli olduğu Karısı Leyla’nın kayboluşuyla birlikte Fikret’in
kendisiyle yüzleşmesini ele alan ve romanın yarıya yakın bölümünü
oluşturan ilk bölümüne Arayış adını vermiş Zileli.
Baba ve koca imgelerinin eril kuşatmasında bunalan Leyla, topukluları
atıp yürüyüş ayakkabılarını giyiyor, kapıyı çekip çıkıyor, yürümeye
başlıyor belki ama tüm bu adımlar yeni bir arayışa, yeni bir söyleme
açılıyor mu?
Leyla için bir kopuşa ve arayışa aralanan kapı Fikret için içsel
bir hesaplaşmanın zorunluluğuna dönüşüyor.
Yazar bu iç sorgulama için neden bir polis memuruna gerek duymuş burada
diye, sormadan edemiyor insan. Bir polis memurunun görev kapsamına
girmeyen özel konuları irdelemesi, Fikret’in iç dünyasını kurcalaması,
Leyla’ya yönelik bencilliğine, ilgisizliğine, üstünlük arayışına kadar
kişilik çözümlemesine girmesi, Freud’dan ve kimi yazarlardan psikolojik
alıntılara kadar zorlaması romanı yazarın düşünce dünyasına uygun
kanıtlar bulmaya uğraşan, kurmacayı açık eden bir yapaylığa indirgiyor.
Gücün, kontrolün temsilcisi olarak evlilikteki erkek karakter Fikret,
soru ve yanıtlarla masaya yatırılmış. Sorgulamanın sonucunda, hepimiz
Fikret’in karısı Leyla karşısındaki bencil, kibirli kişiliği konusunda
hem fikir oluyoruz. Yazarın iç sesi böyle görmemizi istiyor, kestirme bir
genelleme ile tarihsel ve üretim ilişkilerindeki yabancılaşma ve tahakküm
bağlamını görmeden, erkek egemen kültürü Fikret’in kişiliğinde test
ediyoruz. Fikret karısı Leyla’nın düşüncelerini, zihinsel gelişimini,
meraklarını, yazma tutkusunu önemsemiyor, hatta sinsi bir yönlendirme ile
kendi var oluşunu onun yapıp ettiklerinde kanıtlamak istenci güdüyor.
Kadının düşünsel gücü erkeğin egosunu inciteceği için çoğu erkek gibi
Fikret de Leyla’nın cinsel ve fiziki güzelliğine, gücüne vurgu yapıyor.
Zihinsel, düşünsel yeteneklerini, becerilerini ya görmezden geliyor ya da
samimi bir desteğe girişmiyor.
Devamlı kendi yeteneklerini, kültürel birikimini, mesleki kariyerini
önemseyen; sahiplenici, korumacı, evlilikteki huzura, düzene ihtiyaç
duyan, tüm bu nitelikler içinde Leyla’yı anlamaya ve önemsemeye
yanaşmamış Fikret karakterinin karşısında antitez olarak var edilen eski
sevgili Selim de Leyla için çıkış olmuyor. Fikret’in aksine sahiplenici,
korumacı olmayan Selim, kendi bağımsızlığına düşkün, bağlılık fikrine
yabancı, yaşam gücünü yalnızlığından alan yersiz yurtsuz bir kimlik. Bu
haliyle de birlikteliğin, sevmenin imkansızlaştığı bir kaos rahatsızlığı
Leyla için.
Zileli, erkek egemen gücü ilk bölümde Fikret karakteri ile anlatmayı
yeterli bulmuyor ve geçmişten baba ve anne karakterlerini de devreye
koyarak bir analojiye ihtiyaç duyuyor. Annesine yaşam hakkı tanımayan,
kendinden başkasını düşünmeyen sol siyasi baba figürü, yadsınan kötü
kahraman olarak duygularımızı harekete geçiriyor. Kocasının siyasi
faaliyetlerinden dolayı sürgün edilen, bu yüzden mesleğini bırakmak
zorunda kalan, kocasının daha pek çok bencil tutumundan dolayı bunalıma
giren ve intihar eden anneye üzülüyor babaya öfke duyuyoruz. Leyla’nın
romanın sonunda “Her şeyin asıl sorumlusunun o (babasını kastediyor)
olabileceğini hiç düşünmedim” şeklindeki pişmanlığı bu fikri
pekiştiriyor. Peki, hiç mi hırsızın suçu yok burada; her dönemde sisteme
muhalif olan sosyalist insanların yaşamını bir şekilde mahveden siyasi
iktidarların, kapitalist düzenin bu işe hiç mi katkısı yok. Zileli’nin
yaşamı kavrayıştaki öznel yaklaşımı, sanırım, romanı gerçekçilik
tutumunda en çok hasara uğratan unsur. Kadın erkek ilişkilerini kendi iç
dünyasından dışa vuran bu yüzeysel bakışla ele alış neredeyse bir iç
dökme tarzına büründürüyor anlatıyı.
Yürüyüş adı verilen ikinci bölümde yazar adeta eril gücün
vahametini kanıtlama işine girişiyor ve Leyla’nın yürüyüşü sırasındaki
izlenimlerini aktarıyor. Yürüyüş sırasında, Cihan karakterinin romana
katılmasıyla kadın cephesinde özgürleşme ve beraberlik sorunsalı hayalî
bir arayışa dönüşüyor.
Sokakta rastlanılan örneklerde, verili feminist bilinçte kemikleşmiş,
yüzeysel ve dışavurumcu bir erkek edimselliği eleştirisi rahatsız edici.
Eril güç içerisinden şahlanan nedense hep erkek varlığı oluyor. Kimi
yerde eş cinselliğe yönelik bir saldırganlığa, kimi yerde hayvanlara
yönelik şiddete, kimi yerde kadını kafesleyen köleliğe, kimi yerde
sevgilisini yüz üstü bırakan bir erkeğin duygusuzluğuna dönüşüyor. Lakin
hayatta bu durumların tersi olabilecek tonlarca örnek bulunabilir. Hayvan
sevmeyen, evinde beslemek istemeyen, sevgilisini bir sebepten terk eden,
eş cinsellere düşmanca bakan; kocasını ve çocuklarını kontrol eden,
sömüren, çocuklarına şiddet uygulayan; kibirli, hırslı, rekabetçi kadın
örnekleri erkeklerde olduğundan daha mı azdır toplumda?
Zileli yine bu bölümde Cihan karakteri ile kadın erkek ilişkileri
alanındaki izlenim ve açıklamalardan sıyrılıp aşk, arayış ve özgürlük
konusunda biraz daha felsefi bir alana ve tartışmaya çekiyor okuyucuyu.
Romanın en rahat soluk aldığı ve nesnelleştiği anlatılar belki de bu
bölümler.
Leyla’nın tükenmiş evliliğinden, korunaklı yuvasından kopuşu yaşadığı,
sokakları keşfe çıktığı gün rastladığı ütopik bir karakter Cihan... Ne
Fikret ne Selim; ikisinin de birbirine karşıt yapılarının dışında belki
bir ideal kimlik; aranan, özlenen tamlayıcı.
Bağlanış, sahiplenme, arzu, arayış, yersiz yurtsuzluk, özgürlük
kavramlarını Cihan karakteri üzerinden tartışmaya açan yazar ilişkide bir
orta yol arayışına giriyor. Bağlanarak ama ele geçirmeden, kendi bağımsız
yolunu yürüyerek ama kesişerek ilişki biçimlerinin var edilip
edilemeyeceğini sorgularken arzunun doyurulmasının imkânsızlığını;
arayışın, keşfin sonsuz olduğunu felsefi bir görüş olarak ileri itiyor.
Arayışta sürekli keşif ile karşımızdakini idrakin ya da anlamanın
mümkünsüzlüğünü, arzunun kaynağının da bu idrak ve keşfin sürekli
tekrarında olduğunu ileri sürerek bir tür gizemciliğe başvuruyor Zileli.
Cihan Leyla’ya şöyle diyor: “Bir adım önümde de olsan, sana dokunabilsem
de, sen benim için sırrına asla vakıf olmayacağım bir gizemsin. [...]
aslında insan kendisi için de bir gizem…” - sf: 324 -
Arzunun nesnesine hiç erişilemeyeceği veya arzunun tatmin edilemeyeceği
felsefi düşüncesi insanın yalnızca bir arzu nesnesi olarak
algılanmasından öncüllenip sistematik kurmuyor mu? Marx’a göre örneğin;
insan, emeğinin hem nesnesi hem de öznesidir. Bu durumda karşısında
sadece bir arzu nesnesi yakalamaya ve kullanmaya değil aynı zamanda bu
arzu nesnesini yaratmaya dönük emek harcamaya fiziki ve zihinsel ehildir
insan denen varlık. Bu yanıyla, arzu nesnesini yakaladığı, tükettiği
ölçüde onu emek hareketiyle yeniden dönüştürmeye, yaratmaya da
kudretlidir. Aynı şekilde kendisini de bir arzu nesnesi ve özne olarak
yaratabilir ve yeniden üretebilir. Böylelikle arzu sadece kendini
doyurmak için nesneye güdümlenmeyeceği için arzunun salt doyum kaygısı
ortadan kalkar ve aynı nesneye karşı yeniden bir arzu üretilebilir. Bu
demektir ki ancak insan insana emek harcarsa arzu doğar ve yenilenir.
Nedense aşk; sevgiye yol açacak emekten azade bir tüketim edimselliği
olarak günümüz kapitalist toplumu ve filozofisinde pek bir kıymete
binmekte lakin onun virtüel emek yaratıcılığı sumen altı edilmektedir.
Birbirine hem zihinsel hem fiziksel olarak emek harcamayan insan
varlıkları, durmadan yeni keşiflerin doyumsuzluğu ile insani
niteliklerini; yaratma, yaratılma kapasitelerini, gerçek nitelikli haz
olanaklarını kaybetmektedirler. Marksist bilimciliğe göre emeğin özgür
olmadığı yani başkalarının kullanımında bir metaya dönüştüğü toplumlarda
insanın bireysel(emek) hareketi özgür değildir, hem kendine hem arzu
nesnesi olan insana yabancıdır. Öyleyse temel sorun insan ilişkileri
arasında öncelikle emeğin yabancılaşmasını ortadan kaldırmak yani emeğin
tahakküm altında tutan üretim ilişkilerini kolektivizme dönüştürmektir.
O halde romana dönersek eril güç kavramı toplumsal cinsiyet ikilemiyle
tartışacağımız, günlük deneyimlerimizdeki, izlenimlerimizdeki öznel,
keyfe keder dışa vurumlarla soyutlayacağımız bir durallığa sahip değildir
doğrudan tarih bilinciyle ve üretim ilişkileriyle el alacağımız bir
sorunsal olarak görülmelidir.
Rus Edebiyat Bilimcisi Gennadiy N. Pospelov romanda işlenen sorunsalın
tarafsız verilmesinin, karakterlerin sınıfsal ve toplumsal
kavrayışlarının verilmesiyle ilgili olduğunun altını çizer. Örneğin
Fikret hep olumsuz, haksız, Leyla’nın gidişinden sorumlu, yadsınmış bir
değerleme; Leyla ise erkekler tarafından hayal kırıklığına uğratılmış,
mağdur edilmiş, her izleniminde haklı olan olumsal karakter olarak
karşımıza çıkartılıyor. Yaratılan tüm karakterler, toplumsal sınıfsal
kavrayışlarından kopuk, yüzeysel şekilde birbirinin karşısında erkek ve
kadın olarak saflara dizilmiş, giydirilmiş; yazarın baktığı öznel
perspektiften hizaya sokulmuş. İnsan yaşadığı tarihsel, toplumsal
koşulların bir ürünü olarak davranışlar ve karakterler üretir ve iyi bir
romancı sonuç olarak yüzeye çıkan bu davranışları, edimleri sorunsal
olarak gören değil, daha derinde yer alan, bu davranışlara neden olan
toplumsal/sınıfsal durum ve çatışkılardaki sorunsalı yakalayıp tarafsız
gözle verebilendir.
Anlatının bütünü açısından, eril, toplumsal, sınıfsal akışı ve
geçirgenliği bir arada verebilseydi Zileli iyi bir romancılık örneğini en
azından izleğin nesnelliği noktasında gösterebilirdi.
Bize her gün deneyimlediğimiz, tanıklık ettiğimiz olguları öylece
göstermek, anlatılanları tek bir karakterin olumsallığına dolayımlamak ne
yeni bir dil kurabilir, ne de yeni bir şey söyleyebilir.
dizin
üst
geri
ileri