ELEŞTİRİ

Berivan Kaya   







Dışavurum’un Gölgesinde


“topukluları çıkarıp da ayağıma yürüyüş ayakkabılarımı geçirdikten sonra değişti her şey. Tersinden bir Külkedisi masalı belki de bu.”

Keşke her şey, bu cümle kadar kolay, birden olabilseydi, özellikle de kadının özgürleşmesi imkânlarının direniş ve toplu çıkış mücadelesine en çok ihtiyaç duyduğu, tarihsel belirlenimin bugünkü formları açısından. Kapitalist küreselleşme barbarlığında, yaşamın her alanında iktidar tarafından kapsanmış ve denetlenip yönlendirilen birey hem geleneksel hem sermaye ihtiyaçları ile biçimlenmiş cinsiyetçi, eril kültürün de kuşatmasında. İktidar tahakkümleri, kadın, erkek veya üçüncü cins fark etmez, tüm bireylerde içselleştiği ve bir bilinç dışı kabulleniş yarattığı için değişim olanakları da kadın ya da erkek kimliği odaklı değil çoklu iktidarın sonlanmasına dönük bir isyan ve direniş hattının olanaklarını barındırıyor artık.

Kadın ve erkek ilişkileri, işin doğası gereği en çok kadın yazarlar tarafından roman içerisinde konu ediliyor ve bir sorunsala dönüştürülmeye çalışılıyor. Özellikle yakın tarih edebiyatında, İnci Aral, Pınar Kür, Fruzan, Oya Baydar, Ayfer Tunç, Duygu Asena bu varoluşsal meseleye, yalnızca tanıklık etme değil düşünsel, ideolojik bir tutum belirleme ve izlek bulma açısından da yapıtlar ortaya koyan yazarlar arasında. Yine de bu sorunsalın çoğunlukla doğalcı veya dışavurumcu bir durallıktan sıyrılıp tarih bilinci içindeki belirlenime ve nesnel anlaşılırlılığa ulaşıp ulaşmadığı, bu alanda üretilen yapıtların tek tek incelenmesi ve analojilerin ve farklılıkların ortaya konmasını ebetteki gerekli kılıyor.

Fakat ben genel hatlarıyla meselin romanlarda ortaya konuş biçimini Irmak Zileli’nin yeni yayınlanan Gölgesinde romanından hareketle ele almak ve bir fikir oluşturmak niyetindeyim.

Kadın ve erkek sorunsalı günümüzde hem yaygın akademik kavrarsallaştırmasında hem de günlük dildeki karşılığında tarih bilincinden yoksun bir feminist bakışla açımlanıyor. Kadını merkeze koyan özdekçi bir bütünün içerisinde kadının ezilmişliği, ayrımcılığa uğrayışı sorgulanırken karşıtındaki olumsuz fark/çelişki erkek kimliği olarak görülmekte, kadının kurtuluşu üzerinden tüm farkına varma, direniş ve kalkışma bu egemen kimliğe karşı örülmektedir. Sorun şu ki kimlikleştirilen; emek bağlamından kopartılan ve imgeleme yerleştirilen her kavram artık aşan bir kavram olarak çoktan tek yanlı özdekçi düşüncemizin insafına kalmıştır; tekrarlanan, genelleştirilmiş yargılar üzerine kuruludur ve çoğunlukla da somutta olan bitenden uzak ve “akla” uygun değildir. Her şey varlığın kıyısında olup bitmektedir.

İnsanın emek edimi ve toplumsal oluştan/akıştan uzaklaşan feminist bakış, çoğunlukla gündelik davranış biçimleriyle anlaşılmaya çalışılan erkek kimliğini erkeğin bir doğası olarak gösteriyor. Asıl sorun da burada başlıyor. Alman Psikanalist Arno Gruen eril kimlik dediğimiz bilinci iktidara ait narsist bir kimlik olarak tanımlar. Bu iktidar kimliği; kendiliğimiz, canlı duygularımız, arzularımız üzerinde baskı kuran, hayatta kalmak için onun kimliğine bürünmek ve poz yapmak zorunda olduğumuz her tür tahakküm alanıdır. Bu alan başta üretim ilişkileriyle ve sermayenin birikim yasalarıyla öncüllenen güç, hırs, rekabet etme, diğerini bastırma, biriktirme, ele geçirme, sahiplenme gibi değerlerin erdem olarak üretildiği indirgenmiş burjuva bilincin tüm toplumsal kültürel yapıdaki formları oluşturmasıyla genel bir iktidar aygıtına dönüşüyor. Eril güç ailede anne/baba ya da kadın/erkeği, okulda öğretmen ve yöneticileri, işte patron ve amirleri ve tümüyle siyaseti ve devlet aygıtlarını kuşatan katı, otoriter, rekabetçi; insanın öz duyguları, istekleri yerine sistemin biriktirme ihtiyaçlarına öncelik veren insan dışı bir kuvvete dönüşüyor. Öyleyse eril iktidar ve zihniyet, kadın ve erkeğin ikisini de kuşatıyor ve erkek egemen kültür tüm cinsiyetlerin davranışları sonucu üretiliyor. Hatta cinsiyetçi iş bölümünü, aşağı durumu kabullenmeye dönük kültürel kodları, kadının yerinin mutfak, yaratılış esasının anaçlık olduğunu yeni kuşaklara aktaran en çok annelik rolü içindeki kadındır.

Bu girişin ardından romana dönüyorum.

On yıldır evli olduğu Karısı Leyla’nın kayboluşuyla birlikte Fikret’in kendisiyle yüzleşmesini ele alan ve romanın yarıya yakın bölümünü oluşturan ilk bölümüne Arayış adını vermiş Zileli.

Baba ve koca imgelerinin eril kuşatmasında bunalan Leyla, topukluları atıp yürüyüş ayakkabılarını giyiyor, kapıyı çekip çıkıyor, yürümeye başlıyor belki ama tüm bu adımlar yeni bir arayışa, yeni bir söyleme açılıyor mu?

Leyla için bir kopuşa ve arayışa aralanan kapı Fikret için içsel bir hesaplaşmanın zorunluluğuna dönüşüyor.

Yazar bu iç sorgulama için neden bir polis memuruna gerek duymuş burada diye, sormadan edemiyor insan. Bir polis memurunun görev kapsamına girmeyen özel konuları irdelemesi, Fikret’in iç dünyasını kurcalaması, Leyla’ya yönelik bencilliğine, ilgisizliğine, üstünlük arayışına kadar kişilik çözümlemesine girmesi, Freud’dan ve kimi yazarlardan psikolojik alıntılara kadar zorlaması romanı yazarın düşünce dünyasına uygun kanıtlar bulmaya uğraşan, kurmacayı açık eden bir yapaylığa indirgiyor.


Gücün, kontrolün temsilcisi olarak evlilikteki erkek karakter Fikret, soru ve yanıtlarla masaya yatırılmış. Sorgulamanın sonucunda, hepimiz Fikret’in karısı Leyla karşısındaki bencil, kibirli kişiliği konusunda hem fikir oluyoruz. Yazarın iç sesi böyle görmemizi istiyor, kestirme bir genelleme ile tarihsel ve üretim ilişkilerindeki yabancılaşma ve tahakküm bağlamını görmeden, erkek egemen kültürü Fikret’in kişiliğinde test ediyoruz. Fikret karısı Leyla’nın düşüncelerini, zihinsel gelişimini, meraklarını, yazma tutkusunu önemsemiyor, hatta sinsi bir yönlendirme ile kendi var oluşunu onun yapıp ettiklerinde kanıtlamak istenci güdüyor. Kadının düşünsel gücü erkeğin egosunu inciteceği için çoğu erkek gibi Fikret de Leyla’nın cinsel ve fiziki güzelliğine, gücüne vurgu yapıyor. Zihinsel, düşünsel yeteneklerini, becerilerini ya görmezden geliyor ya da samimi bir desteğe girişmiyor.

Devamlı kendi yeteneklerini, kültürel birikimini, mesleki kariyerini önemseyen; sahiplenici, korumacı, evlilikteki huzura, düzene ihtiyaç duyan, tüm bu nitelikler içinde Leyla’yı anlamaya ve önemsemeye yanaşmamış Fikret karakterinin karşısında antitez olarak var edilen eski sevgili Selim de Leyla için çıkış olmuyor. Fikret’in aksine sahiplenici, korumacı olmayan Selim, kendi bağımsızlığına düşkün, bağlılık fikrine yabancı, yaşam gücünü yalnızlığından alan yersiz yurtsuz bir kimlik. Bu haliyle de birlikteliğin, sevmenin imkansızlaştığı bir kaos rahatsızlığı Leyla için.

Zileli, erkek egemen gücü ilk bölümde Fikret karakteri ile anlatmayı yeterli bulmuyor ve geçmişten baba ve anne karakterlerini de devreye koyarak bir analojiye ihtiyaç duyuyor. Annesine yaşam hakkı tanımayan, kendinden başkasını düşünmeyen sol siyasi baba figürü, yadsınan kötü kahraman olarak duygularımızı harekete geçiriyor. Kocasının siyasi faaliyetlerinden dolayı sürgün edilen, bu yüzden mesleğini bırakmak zorunda kalan, kocasının daha pek çok bencil tutumundan dolayı bunalıma giren ve intihar eden anneye üzülüyor babaya öfke duyuyoruz. Leyla’nın romanın sonunda “Her şeyin asıl sorumlusunun o (babasını kastediyor) olabileceğini hiç düşünmedim” şeklindeki pişmanlığı bu fikri pekiştiriyor. Peki, hiç mi hırsızın suçu yok burada; her dönemde sisteme muhalif olan sosyalist insanların yaşamını bir şekilde mahveden siyasi iktidarların, kapitalist düzenin bu işe hiç mi katkısı yok. Zileli’nin yaşamı kavrayıştaki öznel yaklaşımı, sanırım, romanı gerçekçilik tutumunda en çok hasara uğratan unsur. Kadın erkek ilişkilerini kendi iç dünyasından dışa vuran bu yüzeysel bakışla ele alış neredeyse bir iç dökme tarzına büründürüyor anlatıyı.

Yürüyüş adı verilen ikinci bölümde yazar adeta eril gücün vahametini kanıtlama işine girişiyor ve Leyla’nın yürüyüşü sırasındaki izlenimlerini aktarıyor. Yürüyüş sırasında, Cihan karakterinin romana katılmasıyla kadın cephesinde özgürleşme ve beraberlik sorunsalı hayalî bir arayışa dönüşüyor.

Sokakta rastlanılan örneklerde, verili feminist bilinçte kemikleşmiş, yüzeysel ve dışavurumcu bir erkek edimselliği eleştirisi rahatsız edici. Eril güç içerisinden şahlanan nedense hep erkek varlığı oluyor. Kimi yerde eş cinselliğe yönelik bir saldırganlığa, kimi yerde hayvanlara yönelik şiddete, kimi yerde kadını kafesleyen köleliğe, kimi yerde sevgilisini yüz üstü bırakan bir erkeğin duygusuzluğuna dönüşüyor. Lakin hayatta bu durumların tersi olabilecek tonlarca örnek bulunabilir. Hayvan sevmeyen, evinde beslemek istemeyen, sevgilisini bir sebepten terk eden, eş cinsellere düşmanca bakan; kocasını ve çocuklarını kontrol eden, sömüren, çocuklarına şiddet uygulayan; kibirli, hırslı, rekabetçi kadın örnekleri erkeklerde olduğundan daha mı azdır toplumda?

Zileli yine bu bölümde Cihan karakteri ile kadın erkek ilişkileri alanındaki izlenim ve açıklamalardan sıyrılıp aşk, arayış ve özgürlük konusunda biraz daha felsefi bir alana ve tartışmaya çekiyor okuyucuyu. Romanın en rahat soluk aldığı ve nesnelleştiği anlatılar belki de bu bölümler.

Leyla’nın tükenmiş evliliğinden, korunaklı yuvasından kopuşu yaşadığı, sokakları keşfe çıktığı gün rastladığı ütopik bir karakter Cihan... Ne Fikret ne Selim; ikisinin de birbirine karşıt yapılarının dışında belki bir ideal kimlik; aranan, özlenen tamlayıcı.

Bağlanış, sahiplenme, arzu, arayış, yersiz yurtsuzluk, özgürlük kavramlarını Cihan karakteri üzerinden tartışmaya açan yazar ilişkide bir orta yol arayışına giriyor. Bağlanarak ama ele geçirmeden, kendi bağımsız yolunu yürüyerek ama kesişerek ilişki biçimlerinin var edilip edilemeyeceğini sorgularken arzunun doyurulmasının imkânsızlığını; arayışın, keşfin sonsuz olduğunu felsefi bir görüş olarak ileri itiyor. Arayışta sürekli keşif ile karşımızdakini idrakin ya da anlamanın mümkünsüzlüğünü, arzunun kaynağının da bu idrak ve keşfin sürekli tekrarında olduğunu ileri sürerek bir tür gizemciliğe başvuruyor Zileli. Cihan Leyla’ya şöyle diyor: “Bir adım önümde de olsan, sana dokunabilsem de, sen benim için sırrına asla vakıf olmayacağım bir gizemsin. [...] aslında insan kendisi için de bir gizem…” - sf: 324 -

Arzunun nesnesine hiç erişilemeyeceği veya arzunun tatmin edilemeyeceği felsefi düşüncesi insanın yalnızca bir arzu nesnesi olarak algılanmasından öncüllenip sistematik kurmuyor mu? Marx’a göre örneğin; insan, emeğinin hem nesnesi hem de öznesidir. Bu durumda karşısında sadece bir arzu nesnesi yakalamaya ve kullanmaya değil aynı zamanda bu arzu nesnesini yaratmaya dönük emek harcamaya fiziki ve zihinsel ehildir insan denen varlık. Bu yanıyla, arzu nesnesini yakaladığı, tükettiği ölçüde onu emek hareketiyle yeniden dönüştürmeye, yaratmaya da kudretlidir. Aynı şekilde kendisini de bir arzu nesnesi ve özne olarak yaratabilir ve yeniden üretebilir. Böylelikle arzu sadece kendini doyurmak için nesneye güdümlenmeyeceği için arzunun salt doyum kaygısı ortadan kalkar ve aynı nesneye karşı yeniden bir arzu üretilebilir. Bu demektir ki ancak insan insana emek harcarsa arzu doğar ve yenilenir. Nedense aşk; sevgiye yol açacak emekten azade bir tüketim edimselliği olarak günümüz kapitalist toplumu ve filozofisinde pek bir kıymete binmekte lakin onun virtüel emek yaratıcılığı sumen altı edilmektedir. Birbirine hem zihinsel hem fiziksel olarak emek harcamayan insan varlıkları, durmadan yeni keşiflerin doyumsuzluğu ile insani niteliklerini; yaratma, yaratılma kapasitelerini, gerçek nitelikli haz olanaklarını kaybetmektedirler. Marksist bilimciliğe göre emeğin özgür olmadığı yani başkalarının kullanımında bir metaya dönüştüğü toplumlarda insanın bireysel(emek) hareketi özgür değildir, hem kendine hem arzu nesnesi olan insana yabancıdır. Öyleyse temel sorun insan ilişkileri arasında öncelikle emeğin yabancılaşmasını ortadan kaldırmak yani emeğin tahakküm altında tutan üretim ilişkilerini kolektivizme dönüştürmektir.

O halde romana dönersek eril güç kavramı toplumsal cinsiyet ikilemiyle tartışacağımız, günlük deneyimlerimizdeki, izlenimlerimizdeki öznel, keyfe keder dışa vurumlarla soyutlayacağımız bir durallığa sahip değildir doğrudan tarih bilinciyle ve üretim ilişkileriyle el alacağımız bir sorunsal olarak görülmelidir.

Rus Edebiyat Bilimcisi Gennadiy N. Pospelov romanda işlenen sorunsalın tarafsız verilmesinin, karakterlerin sınıfsal ve toplumsal kavrayışlarının verilmesiyle ilgili olduğunun altını çizer. Örneğin Fikret hep olumsuz, haksız, Leyla’nın gidişinden sorumlu, yadsınmış bir değerleme; Leyla ise erkekler tarafından hayal kırıklığına uğratılmış, mağdur edilmiş, her izleniminde haklı olan olumsal karakter olarak karşımıza çıkartılıyor. Yaratılan tüm karakterler, toplumsal sınıfsal kavrayışlarından kopuk, yüzeysel şekilde birbirinin karşısında erkek ve kadın olarak saflara dizilmiş, giydirilmiş; yazarın baktığı öznel perspektiften hizaya sokulmuş. İnsan yaşadığı tarihsel, toplumsal koşulların bir ürünü olarak davranışlar ve karakterler üretir ve iyi bir romancı sonuç olarak yüzeye çıkan bu davranışları, edimleri sorunsal olarak gören değil, daha derinde yer alan, bu davranışlara neden olan toplumsal/sınıfsal durum ve çatışkılardaki sorunsalı yakalayıp tarafsız gözle verebilendir.

Anlatının bütünü açısından, eril, toplumsal, sınıfsal akışı ve geçirgenliği bir arada verebilseydi Zileli iyi bir romancılık örneğini en azından izleğin nesnelliği noktasında gösterebilirdi.

Bize her gün deneyimlediğimiz, tanıklık ettiğimiz olguları öylece göstermek, anlatılanları tek bir karakterin olumsallığına dolayımlamak ne yeni bir dil kurabilir, ne de yeni bir şey söyleyebilir.

dizin    üst    geri    ileri  




 21 

 SÜJE  /  Berivan Kaya  /  otuz mayıs iki bin on yedi   / 22