ANLATI

Semih Özcan   







GULLİVER DEVLER / CÜCELER ÜLKESİNDE

                                                                                                                                 - On Yedinci Bölüm -

1402’NİN YARATICILIĞA DÖNÜŞTÜRDÜĞÜ YILLAR  (*)


Normal ülkelerde kurultaylar normal konularda yapılır. Partilerin, derneklerin, kuruluşların kendi alanlarında ya da genel sorunlar hakkına seslerini, görüşlerini duyurmak için ve kendi organlarını seçmeleri için…bu nedenle de çoğunlukla rutindir.

Bizde ise ya beceremediğimiz, özlemlerimizde kalan konularda olur, örneğin ‘barış kurultayı’ gibi..ki bizim rutinimiz de budur ya da uçuk kaçık, kimsenin aklına gelmeyen konularda olur, örneğin ‘1402’likler Kurultayı’ gibi.

Evet, yanlış okumadınız. Bu ülkede ilk kez, 12 Eylül sayesinde, 1988’in Ekim ayında ‘1402’likler Kurultayı’ toplandı. Ciddi ciddi başkanı, komisyonu, sözcüsü olan bir kurultay. O dönem için olağandı. Çünkü ülkede 1402’nin hışmına uğramamış kimse kalmamıştı.

Türkiye bilim ve sanat alanında tarihe iki açıdan adını yazdırdı. İlki, Nazi Almanya’sı döneminde çokluk işlerinden atıldıkları ya da tutuklandıkları için ülkelerinden kaçmak zorunda kalan bilim adamı ve sanatçılara kucak açan bir Türkiye yaşandı. İkincisinde ise Hitler Almanya’sının elinden rekoru alan Türkiye.

Aklımda kaldığı kadarıyla Nazi Almanya’sında 3200 civarı bilim adamı, sanatçı ve aydın Hitler’in hışmına uğradı. 12 Eylül çıtayı yükseltti, 3400’ü aşkın aydınla faşizmin bayrağını bilimin ve kültürün göbeğine dikti.

Hani Enver Gökçenin hepimizin bildiği şiiri vardır ya; ‘Gel günlerim gel de dol!’ der..dikkat edin, o şiirin bir yerinde ‘’Sizlere selam olsun üniversiteler!/ Öğret-menleri alınmış kürsüler’’ der. İşte bu dizeler aslında 1946’daki üniversite olayları üzerine yazılmıştır. Gökçe bu şiiri, 46’da üniversiteden atılan Behice Boran, Niyazi Berkes ve Pertev Naili Boratav için yazmıştır.

Ancak 12 eylül’de öyle bir noktaya gelindi ki, darbecilerin attığı üniversite hocasının sayısal büyüklüğü karşısında dünyanın en çok şairine sahip olan Türk şiiri de yetersiz kaldı,

Mülkiyeli olduğumu biliyorsunuz. Ancak ilginçtir bu dikilen ‘bayrak’la benim gerçek ‘Mülkiyeliliğim’, gerçek anlamda okulun verdiği öğrenimin bilincine varmam ve ‘mezuniyetim’ okul dışında oldu. Ayıp olmasın diye kendimi de 1402’ye sokturmayı becerdiğimde zaten kaybedecek bir durumum yoktu çünkü okulda hoca kalmamıştı. Cümbür cemaat çemberin dışındaydık. İşte benim bu hoca tayfasıyla gerçek eğitimim, yıllarca sürecek olan basın ve yayıncılık alanında oldu.

12 Eylül tüm muhaliflerini; atıp, tutuklayıp, susturduktan sonra iş artık geçmişin belleğini de temizlemeye gelmişti. Ve ilk iş olarak, 12 Eylül güdümünde kurulan ANAP hükümeti eliyle önceki dönemlerden kalma kitaplar, filmler, belgeler yakılarak ya da SEKA’ya gönderilerek yok edildi. Örneğin ‘yorgun Savaşçı’ TRT’de bu dönemde yakıldı. Özellikle de Ahmet Taner Kışlalı’nın kültür bakanı olduğu dönemde basılan 118 bin kitap yakılarak yok edildi.

Kışlalı, okulda hocam olmadı. Zaten basın-yayındakilere ders veriyordu. Ancak iş yaşamında birlikte olduk. Önce abisinin dergisinde çalışıyordum, orada iş arkadaşı olduk. Ardından uzun yıllar editör olarak çalıştığım İmge Kitabevi yayınlarında çok sayıda kitabını yayınladığımız yazarımız oldu. Öldürüldüğünde Ankara’da değildim ancak 1. Yıldönümünde tüm anma etkinliklerinin içinde yer aldım. Etkinliklerin de ana sponsoruyduk zaten.

Bu etkinliklerin birinde, bir toplantıda Alpaslan Işıklı’nın yönettiği bir panelde konuşmacılardan biri de Server Tanilli’ydi. Onunla da tanışıp, uzun uzun sohbet etme olanağı bulmuştum. Sohbet sonrası toplantıya geçildi. Konuşmanın bir yerinde, dururlar mı, yine askeri müdahale yaşadık.

Tanilli, konuşmanın sonlarına doğru, ki kendisi çok iyi bir tarihçidir ve belgesiz konuşmaz, Osmanlının son dönemlerinden söz ederken bir harita gösterdi ve haritada da yazdığı üzere doğu bölgelerinden söz ederken ‘Kürdistan’ sözünü kullandı. Anında bir asker dikildi ayağa. Kendisinin albay olduğunu ve Genelkurmay Tarihi Arşiv Bölümü’nde çalıştığını belirten kişi ‘’Türkiye’de hiçbir zaman Kürdistan olmadığını, böyle bir belge de olamayacağını ve bu ‘düzmece’ haritayı nereden aldığını’’ sordu. Server

Hoca yanıtı yapıştırdı: ‘’Genelkurmay Arşiv Dairesinden…’ ve ekledi: ‘Ben Türkiye’den değil, Osmanlıdan söz ediyorum. Ve Osmanlının o döneminde o bölgenin resmi adı Kürdistan’dır. Genelkurmay haritalarında da bu böyle geçer.’’

Bunun üzerine ben de anında el kaldırıp tartışmaya, kurulan ilk millet meclisinde her azınlıktan örneğin Lazistan mebuslarının olduğu katkısını yapacaktım ancak Alpaslan hoca sorun yaratacağımı anladığı için özellikle toplantı bitimine dek söz hakkı vermedi.

Tarihten söz açmışken; İmge’de çok sayıda kitap bastık, çok sayıda hocamızın da kitabı yayınlandı. Ancak tarih benim için daha bir ilgi çekici ve keyif aldığım, sevdiğim alan oldu. Özellikle üç ismi anmadan olmaz: Taner Timur, Mehmet Ali Ağaoğulları ve Mehmet Ali Kılıçbay.

1402’lik olmamın ardından uzun uğraşlardan sonra kendimizi geri aldırmayı üç yıl sonra becermiştik. Ancak bu kez de değişen bir şey olmadı ve sık sık ya yine siyasi ya da sonradan eklenen,aslında sorumlu olmadığımız saçmasapan 12 Eylül müfredatına göre benim atılmalar da otomatiğe bağlanmış ve sık sık gidip gelmelere dönmüştü okul işi. Üstelik, ilk döndüğümüzde, atılırken girdiğimiz son sınav sonuçlarını da saymamış ve yeniden sınava sokmaya başlamışlardı. Final olsa kabulmüş de vize olduğu için yeniden girecekmişim gibi bi ton saçmalık. Kabul etmedim doğal olarak ve bu kez ‘sınav boykotu’na başladım. Taner Timur’a gittim, o dersi önceden, üstelik okulun en ‘kazık’ hocalarından Sina Akşin’den almış ve yüksek bir notla geçmiştim. Tabi ki direneceğim. !’Kusura bakmayın hocam’ dedim, ‘ben bu dersi Sina hocadan aldım, geçtim. Kaldı ki ikinizin arasında çok temel ayrılıklar var. Ben bir de sizin dersle uğraşamam. Dersinizi kabul etmiyorum’ dedim. Olumlu karşıladı. Gerçekten de Sina Akşin’le Taner Timur’un tarihçiliği deyim yerindeyse taban tabana zıttır. Timur’un tarihçiliği daha makro, tarihin ideolojisini öne çıkaran bir anlayışa sahiptir ki bu anlamıyla kavranması ve okunması daha rahattır. Akşin ise mikro bir tarih anlayışına dayanır ve notlarında ve kitaplarında sayfa başına neredeyse ellişer paşa adı bulunur ve zorluğu, kazıklığı da buradan gelir. Böyle bir adamdan geçmişim, geri adım atar mıyım? ‘Sen bildiğin gibi yaz, ben toleranslı okurum kağıdı’ dedi Taner hoca, sonuçta girdim, bir kez daha geçtim.

Taner Timur daha sonra çok sayıda kitabını bastığımız yazarlarımızdan biri oldu. Ve çok sevdiğim bir hocam, arkadaşım oldu. Bu arada dedim ya, benim gerçek Mülkiye mezuniyetim okul dışına rastlar diye, gerçekten de okulda, özellikle de sınav dönemlerinde içimizde ister istemez bir tepki oluyor ‘ders kitabı’ diye pek ısınamıyoruz kitaplara. Ancak yayıncılık dönemimde, öncelikle kitabı baştan bir okuyorsunuz, yayınlanacak düzeyde görüp de basmaya karar verdiğinizde de basımın her aşamasında didik didik inceleyerek defalarca okuyorsunuz. Bu nedenle bir kitabı en az 7-8 kez okumuş, incelemiş oluyorsunuz. Bu anlamıyla ben okuldaki hocaların kitaplarını okuldan çok yayıncılık dönemimde, üstelik üzerinde tez yazacak boyutlarda irdeleyerek okumuş oldum, hem de tüm kitaplarını. Taner hocada da böyle oldu. Bana okulda kitaplarını okutamadı, editörlük dönemimde tamamını hatim ettirdi. Bu arada, kendisi 12 Eylül’de Fransa’daydı. Türkiye’de olsa kesin başı dertten kurtulmazdı. Çünkü, okuldaki ‘Türk Devrimi ve Sonrası’ ders notları yasaklanmıştı. Yayıncılığımda bu yasak kitabı da basmadan geçmedim.

Mehmet Ali Ağaoğullarıyla ilişkim de bundan farklı olmadı. O da Siyasal Düşünceler Tarihi’ne giriyordu ve ben bunu daha önce Mete Tunçay’dan geçmiştim. Ona da bi güzel gidip ‘ben sizi ve dersinizi tanımıyorum’ dercesine boykot kararımı bildirdim. O da benden çok beni düşündü. Olmaz öyle şey, bir şeyler yap, ben sorun yaratmam, dedi. Tamam..önce sınav günü çalışmadığımı anladı, bana 1 hafta ek süre verdi. Bir hafta sonra bende bir değişiklik yok, bir hafta daha verdi. Sınav günü geldi çattı. ‘Yazılı mı, sözlü mü istersin?’ ‘Sözlüleri pek sevmem ama çok da uğraşmayalım, çabucak sözlü yapalım, bitsin.’ Tamam, dedi, 3 soru sordu. Bende çat pat. ‘Sözlüleri sevmem demiştim, hadi biz yazılı yapalım.’ Üç soru da yazılıda sordu. Bende yine şöyle böyle. Baktı baktı, ‘kendin sor, kendin cevapla’ dedi. Ben batmak için uğraştıkça o kurtarmak için elinden geleni yapıyor. O sırada aklıma geldi, Mete hoca son sınavında, bazı kişiler onun dersini rahat bulup önemsemedikleri için kızmış ve bu nedenle resmen dipnotlarından son derece kazık, baba sorular sormuştu. Son derce zor ve karmaşık sorular. Ve bu sınavda da millet şok olmuş, koskoca sınavda geçebilen üç kişiden biri olmuştum, üstelik 100 alarak. Aklıma geldi, böyle karmaşık ve uçuk bir soru da ben hazırlayayım, dedim. Yanıtı bırak daha soruda her şeyi karman çorman ettim. Yüzüme baktı: ‘Hayatımda ilk defa kendi sorusuna cevap veremeyen adam görüyorum’ dedi. ‘Ben de’ dedim. ‘Ben torpile karşıyım. Kendime de özellikle kazık sordum.’

Bak, dedi, son olarak üç soru daha soracağım. N'olur bunları bil. Tamam dedim, sordu. Ve gerçekten de bu kez bildim. Benden çok o sevindi. Yüzü gülerek ‘kaç lazım sana? Elli mi?’

Normalde dediği gibi elli yetiyordu ama ‘hayır, altmış lazım’ dedim, ‘ama siz yetmiş verin.’

‘ O niye o?’

‘’Okulda kalıp lisansüstü ve doktora yapacağım. Not ortalamamın yüksek olması lazım.’’

‘’Çık dışarı!’’

Çıktım. Ama yetmişi de verdi.

Dediğim gibi okulda kaldım, ama yeniden atılmalar, kalmalar ve boykotlarla, siyasi baskılarla 1979da girdiğim okulu 21 yılda bitirerek. Ancak ilginç olan şu; baştan beri savunduğum, boykot ettiğim tüm haklarımı geç de olsa aldım, sonradan eklenen saçmalıklardan muaf olup, geçtiğim halde kabul edilmeyen ya da örtbas edilerek sonucu düşük gösterilen çok sayıda ders notunu yıllar sonra tüm öğrenci ve not işlerini arşive indirerek, geçer notlarımı buldurarak….

Ağaoğulları da sonradan üstelik en çok kitabını bastığımız yazarımız oldu. O kadar çok kitabını sözcüğü sözcüğüne beynime kazıdım ki, kendi kitaplarından kendisini sınav yapabilirim.

Mehmet Ali Kılıçbay, hocam olmadı. Zaten bizdendi ama Gazi’nin hocasıydı. Bizim de Ağaoğulları gibi en çok kitabını bastığımız yazarlarımızdan biri ve benim çok sevdiğim bir insan, aydın, arkadaşım oldu. Türk okuru Braudel ve Foucault’yu onunla tanıdı diyebilirim. Bilgi dağarcığı çok yüksek ve bir o kadar da alçakgönüllü, toplumsal gözlemleri çok iyi bir aydındır. Sözcüğün tam anlamıyla bir aydındır. Çok titiz çalışır, hata yapmaz, hata da kabul etmez. Bu nedenle onun kitaplarını hazırlarken dizgicilerle sürekli sorun yaşadık. Hem çok çektik hem çektirdik. Kılıçbay bir dönem mizah yazıları da yazdı. Bildiğim kadarıyla onları da kitaplaştırdı. Hatta hazırladığı kitabın adını ne koyalım diye bana sormuştu. Ben de gülerek ‘Mizahın Ölümü’ demiştim gülümseyerek yanından tüyerken. Onun, bir TV programında söylediği, hoşuma giden gözlemlerinden biri de, iktidarın b askıya başladığı dönemlerde halkın tepkisindeki örgütsüzlük ve dağınıklılık üzerine söylediği şu sözler:

‘’Tribünde maç izleyen insanları düşünün. Öndekilerden birkaçı sahayı net görmek için ayağa kalkar ardından görüş alanı kesilen onun arkasındakiler de. Sonuçta bütün tribün ayağa kalkmıştır ama yine ilk başlanılan noktaya dönülür. Arkadakiler yine sahayı göremez.’’

12 Eylül’le birlikte saçmasapan dersler konmaya başlamıştı ya, bunlardan biri de ‘Türk İnkılap Tarihi.’ Dersin eski adı ‘Devrim Tarihi.’ Devrimi atıp inkılap getirmişler başına bir de Türk oturtmuşlardı. Gerçi benim için pek bir değişiklik olmadı. Derse yine İlber (Ortaylı) giriyordu yine bildiğini okuyordu.

Benim için asıl eğlence lise müfredatı gibi tepeden inme gelen ‘Beden Eğitimi’ dersi oldu. Kabul etmediğim derslerin en başında geleni de bu oldu. Onun da hocasına gidip konuya direkt girdim: ‘Böyle saçmasapan bir dersi kabul etmiyorum.’ Nedenini sordu, sevmiyorum, dedim. Ayrıca sporla siyasetin, hukuğun, ekonominin ne ilgisi var diye de ben ona şarladım.

Ama, şu an adını unuttum fakat onunla da samimi oldum. Dersini ciddiye almamamı gülerek hoş görüyordu. Bir gün akşamüstü Mülkiye’de, lokalde karşılaştık. Takılmak için laf attı:’ Sen benim dersime niye gelmiyorsun?’

‘Sigara içmeme engel oluyor.’

‘Spor güzel bir şey. Yapsan n'olur?’

‘İyi. Gel o zaman senle bir tavla atalım. O da spor.’

Tüm bir yıl boyunca Beden dersine girmedim. Sınav zamanı geldi. Okulda,salonda yakaladı,sordu. Yine, gelmeyeceğim,dedim. ‘İyi de okuldan atılırsın’ dedi, tarihe geçersin,dedim. Yine de yarın sabah spor salonuna gel, bir iki basket at, notu vereyim,dedi. Ertesi sabah, spor salonuna gittim, zaten pijama niyetine geceleri giydiğim eşofmanım vardı,onda sorun yok. Ama spor ayakkabım yok, dersi ve sporu takmadığım için. Üstte eşofman, altta normal ayakkabı. Eni görünce delirdi, bu ne, salonun zeminini mahveder bu ayakkabılar. Gelen de kabahat,dedim,çıktım.

Ertesi gün yine buldu beni. Hadi gel, senin gibi bir-iki tip daha var. Hepinizi yazılı yapacağım, gelin de geçin,dedi. Tamam,dedim, yazılıya girdim. Dediği gibi benim gibi tipler hiç de az değildi. Ama bu kez de soruları görünce beni bir gülme tuttu. Beş soru vardı. İlk üçünü şu an pek anımsamıyorum ama ilk soruya ‘bilmiyorum’ diye oturttum yanıtı. İkinci, üçüncü sorular fena değil, ciddi ciddi doğru yanıtladım. Güldüğüm sorular 4 ve 5.ler oldu. Dördüncü soruda voleybol sahasının ölçülerini soruyordu. Yıkıp AVM yapmaya niyetim olmadığı için ‘valla hiç mi hiç umurumda değil’ dedim. Koptuğum ve saçmaladığım soru son soruydu. ‘Türk sporunun kalkınması için ne yapılmalıdır?’ diyordu. İşte burası çok çok önemli. Çünkü o zamana dek profesyonel futbol ligi de dahil olmak üzere Türkiye’de spor şimdikine göre çok daha ‘amatörce’ gidiyordu. Ve şu anki uygulamaların hiç biri yokken, ben sadece dalga geçmek ve saçmalamak için başladım yazmaya:

‘’ Tüm sporcular formalarına reklam alsın. Banka, holding ne buluyorlarsa bütün şirketlerin reklamlarıyla donatsınlar her yanı. Spor sahaları banka banklarıyla doldurulsun. Hepsinde de bol bol banka reklamı olsun. Yetmez, tüm sporcular reklam filmlerinde oynamaya başlasın. Bu da yetmez. Spor kulüpleri de holdingleşsin, hisse senedi falan çıkarsın. Hatta mümkünse kendileri de çiklet, içecek falan üretsin, bunları satıp para kazansınlar……’ Yazdım da yazdım.

Şu an fellik fellik o beden eğitimi hocasını arıyorum. Bulduğum yerde patent ve telif hakkımı isteyeceğim. Benim yazdığım ‘dahiyane’ fikirleri satıp köşe olduğundan kuşkum yok. Çünkü ortada fol yok, yumurta yokken; benim o gün saçmaladığım, dalga geçmek amacıyla yazdığım her şey şimdi gerçek oldu.

Basın, yayıncılık derken el atmadığım bir sinema kalmıştı. O da oldu. 1402’likler birbirini buluyor. Yıllar önce bir imza gününde tanıştığım, sonra kendisiyle röportaj da yaptığım Çetin Öner’le iş alanında da yollarımız birleşti. Kendisi TRT’den atılanlardandı. Bir süre sinemayla ilgilenip, 12 Eylül’den intikamını bir filmle aldıktan sonra kendi ajansını kurmuştu Ankara’da. RCS Ajans. Açılımı; reklam, carting, sinema. Reklamla sinema zaten film endüstrisinin içinde olduğu için Çetin abinin branşına giren işlerdi. Carting ise; o günlerde bir TRT kanalında carting stili araba yarışları yapılıyordu. Çetin Öner kurduğu ajans aracılıyla eski kurumunun bu işini de dışarıdan yapma hakkını alabilmişti. Ajansın adı buradan geliyor. Benim burada çalışmam, çok kısa sürdü diyebilirim. Çünkü hem benim bir süre sonra başka işlerim çıkmıştı hem de o ajansı kapatıp eski işine geri dönmüştü. Orada, reklam senaryosu yazıyordum. Dört beş reklamın senaryosunu yazdım. Hani genellikle sinemaya gittiğinizde filmden önce çeşitli şirketlerin reklam filmleri oynatılır ya, işte yaptığım iş o reklam filmlerinin senaryosunu yazmaktı. Bu arada, ajansla bağlantılı çalışan Monitör TV diye bir kuruluş vardı Ankara’da. Televizyon kanallarına program, film hazırlayan bir şirket. O günlerde Kültür Bakanlığı bir belgesel dizi ihaleye çıkarmıştı. İl il Türkiye, adıyla. Tüm Türkiye’yi tanıtan belgeseller hazırlanacak, bunlar dış elçiliklere, televizyonlara gönderilecek, pazarlanacaktı. İşte Monitör bu filmlerden bazılarının yapımını bakanlıktan almış. Bana da Afyon ve Pamukkale’yi getirdiler, senaryolarını yaz, diye. İşin güzelliği şurada, hala daha ne Afyon'a ne de Pamukkale’ye gitmişliğim var. İkisini de görmedim. Ama filmini yaptım.

Pamukkale filminde pek bir şey yoktu, hatta bence biraz şişirme oldu. Film zaten önceden çekilmiş. Bana stüdyoya girip, izlerken görüntülere metin yazmak düştü. Çokça turistik, bolca hamaset kokan, biraz şairane sözcüklerle işi idare ettik. Ama Afyon ciddi ciddi iyi bir film oldu. Senaryonun tamamı bana aitti ve film bu senaryo üzerinden çekildi. İşin ilginci Afyon’a hiç gitmedim ama öyle bir araştırma yaptım ki, ortalama bir Afyonlunun bile benim verdiğim bilgileri bilmediğine eminim. Örneğin, siz şu an Konya’ya damgasını vuran tasavvufi yapının ve Mevleviliğin köklerinin ilk kez Afyon’da başladığını, geçirdiği çok büyük bir yangın sonucu Konya’ya taşındığını… ve ilk ‘kadın erenler’in, Anadolu’daki ilk kadın hareketlerinin, amazonların Afyonda başladığını. İşte o filmi hazırlarken, bu bilgileri ulaştım. Ama inanılmaz bir araştırma yaptım senaryo öncesi. Afyon üzerine yerel, genel taramadığım kaynak kalmadı.

Çetin Öner’le bu iş ilişkisinin öncesinde bir röportaj yaptığımı söylemiştim. O da ‘Oluşum’ yani Fahrünnisa Kadıbeşegil nedeniyle oldu.

Fahrünnisa hanım Ankara’da Oluşum adıyla bir edebiyat dergisi çıkarıyordu. Uzun yıllarda sürdürdü bunu. Ankara’nın en köklü dergilerinden biriydi. 80 başlarında nasıl tanıştık anımsamıyorum, bir şekilde tanıştık ve benden de 5-6 şiir yayınlamıştı. Sonra yer yer sürdü bu tanışıklığımız. Bir gün İş Sanat’da bir sergiye gitmiştim. Ergilerden biri ona aitti diğeri de Uğur Mine Tamay adında bir ressamın. Ben ikisi için de bir değerlendirme yazdım Ankara’da yayınlanan yerel Barış gazetesi için. Hoşuna gitti ama laf sokuşturmayı da ihmal etmedi ‘bana yarım sayfa ayırmışsın, diğer arkadaşa bir tam gazete sayfası. Tabii, o genç, ondan ona torpil yaptın demi’ diyerek. ‘Yok canıım’ dedim,’ merak etme, bir ara telafi ederim’.

Şimdi gerçeği nasıl açıklayayım ona, ayıp olmasın diye kırmamak için söylemiyorum da yüzüne ama onun resimleri daha primitif tarzda, hadi aradaki manzara resimleri idare eder diyelim de, arada natürmortlar var. Ben oldum olası "natürmort"u resim sanatı içinde görmem. Uğur Mine Tamay’ın resimleriyse biraz daha sürrealist tarzda, gerek teknik gerekse renk açısından akademik arayışlar taşıyan bana yakın resimlerdi. O nedenle onu ve resimlerini daha çok önemsemiştim. Neyse, yine aramız bozulmadı. Yine sık sık görüşmeye başladık. O yine dergiye benden de bir şeyler koymaya başlamıştı. Bir gün, sanırım 90 başlarıydı, yorulduğunu, bana dergi çalışmalarında yardım edip edemeyeceğimi sordu. Ederim, dedim,o sıralar üç sayı kadar Oluşum’u sırtladım. Kendisi gerçekten yorgundu. Biraz da yaşlanıyordu. Ancak Oluşum, onun her şeyiydi, çocuğuydu. Onsuz da edemiyordu. Onun için onu çıkaramamak ölüm demekti.

Derginin son sayısını görünce çıldırdım. Bir önceki sayıya kadar dergi bir dönem Enis Batur’un yardım ve yönetiminde çıkmıştı, onun zamanında güzel bir noktaya da gelmişti. Ondan bir süre sonraki sayı ise tam bir fecaat. İlkokul düzeyinde, son derece kötü söz yığınları ‘şiir diye yer almış, teknik rezalet, hatalar, dizboyu. Azılar şiirlerden beter. Bu nee?, dfiye şarladım. N'apayım, artık çok zorlanıyorum, hem ekonomik açıdan da zorlanmaya başladım. Satılsın diye koyuyorum onları. O beğenmediğin şiirleri yayınlananlar avuç dolusu dergi alıyor hiç olmazsa. Bu çoğu ekonomik zorluk çeken dergilerin en çok başvurdukları, benim de nefret ettiğim bir yöntem. Enis bey ne güzel götürüyordu dergiyi, niye bıraktı?, dedim. Adam haklı olarak dergide yayın yönetmeni olarak görülmeyi istemiş. Fahrünnisa hanımsa dergiyle öylesine özdeşleşmiş, onu öylesine çocuğu yerine koymuştu ki, kimselerle paylaşamıyordu. Yönetimde onu gösterince dergiyi kaybedeceğini hatta dergi sayesinde elde ettiği sarı basın karından da mahrum kalacağını sanıyordu. Ona korkularının anlamsız olduğunu, sahibi o olduğu için dergiyi ve kartı hiçbir zaman kaybetmeyeceğini söyledim. Kafası yattı ama yine de sormadan edemedi ‘sen de genel yayın yönetmeni diye künyeye adını yazmamı istemeyeceksin, de mi?’ Tamam, dedim gülerek, istemem. İstemedim ama Fahrünnisa hanım benim olduğum üç sayı boyunca derginin yapısına hiç karışmadı, tüm yetkiyi verdi bana. İlk işim, dergiye şiir diye gönderilen tüm saçmalıkları çöpe atmak oldu. Yazıları özenle seçtim, az geldiğinde çevreden ben istedim. İşte Çetin Öner’le söyleşim de bu nedenle oldu. Türkiye’de edebiyat dergilerine nedense basit geliyor sanırım, her önüne gelen şiir gönderir bol bol ya da şiir sandığı saçmalıkları. Ama öbür alanlar çokluk az olur. Öykü, karikatür, desen, eleştiri, deneme..şiire göre daha azdır. Söyleşi de hele nitelikli kişilerle, iyi düzeyde olursa bir dergiye renk katar. Çetin Öner’i bu dönemde devreye soktum. Kendisi TRT’den atıldıktan sonra, yazarlık ve sinema üzerinde yoğunlaşmış, hem oyuncu hem de yönetmen olarak sinemada iyi bir yer edinmişti ve tam da o sıralar Gülibik adlı çocuk romanı filme çekilmiş, bu film de Almanya’da uluslar arası düzeyde önemli bir ödül almıştı.

‘Oluşum’u yeniden canlandırma çalışmalarımızla çıkan ilk sayıyı birlikte gittik almaya matbaadan. Lapa lapa kar yağan bir Ankara kışı. Ulus’taki bir matbaada dergilerin paketlenmesini bekledik bir süre. O zamanlar yayınlanan kendi çapında, amatör bir dergi için az sayılmaz, 2000 sayı basılan dergiyi aldık kucağımıza bir süre sonra. Ki, bu derginin düşen tirajıydı, bir-iki yıl öncesine dek bu sayı 4000’di. Elimizdeki dergi destelerini tuttuğumuz taksiye yerleştirdik özenle. Önce 1500 kadarını dağıtıma verdik. Geriye kalanların da zaten 400’e yakını abonelerdi.

Elimizde kalan dergilerle, büro gibi kullandığımız Küçükesat Dörtyol’daki evin yolunu tuttuk. O karlı kış günü içimizi iliklerimize dek ısıtan elimizde yeni basılan dergilerin kokusuyla. Bu kokunun güzelliğini hiçbir sözcük açıklayamaz. Fahrünnisa hanım haklıydı, içinde yazınız ya da şiiriniz olsun olmasın, emek verdiğiniz, çıkardığınız bir dergi gerçekten de sizin çocuğunuzdur. Ve onun sıcaklığı, sizin yaşama nedeninizdir.

 - sürecek -

_____________________

(*)  (Meraklısına) 1402 Yasası hakkında detaylı bilgi edinmek için :
→  http://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/1.5.1402.pdf

dizin    üst    geri    ileri  

 





 35 

 SÜJE  /  Semih Özcan  /  yirmi beş mayıs iki bin on altı   / 16