ŞİİR

Ayşen Deniz N.   







dikloro difenil trikloroethen


etrafını kendin doğur, derdi, göçümü çizen taşa vebamı verdim. dikloro difenil trikloroethen ile altı fare arasında. adresler sustu. son sözünü susmaya ayırdı adresler. ceninini yedim sarmaşıklara gecikmiş bir akrebin, çün karantina kapılarından geçilip yıkıntılara varılacaktı. kadim sorularla unutuş meydanında konaklayan küllere ki biz en çok fareleri taklit ederdik ensemize gerdeklenirken isli kefenler.

                                                                 ***

sonra bana lağımları anlattılar, bir köz uğruna kendini kemiren suları.
meydansa bir çocuğun kâlbindeki bozuk saatti, durmadan kulesi onarılırdı.
çocuk için kule yürüyen bir şeydi, altı fare büyütürdü kadranından şehrin iliklerine.
biz, hepsini öldürmek zorunda kalırdık. hayal gibi bir şeydi işte…

piçhane faresinin anlattığıdır:

ne beklediğimi sorma incir ağacı
şu sokaktan geçecek kendimi bekliyorum

gölgesi çöküyor kırlangıçların
anahtarı kırık bir söz üstüne
tuz bağlıyor aklım: iskandil
eşiklerin en ihanet yerinde
değişiyor evlerin uyakları

ne beklediğimi sorma incir ağacı
şimdi o yalvaç çocuk kül asasında
eğirdikçe kendini terk edilmiş
korkunç adresler saklayan şehre
gitmekle gitmemek arasında kâlbini fısıldayan
uçurumların kuytu çiçeklerinde
mucizesini yitiriyor
ve
ilk kez sarılacakmış gibi soruyor
bir avcu tutuşan melek
öteki iblisin külleri

anne! ben hangi ağaçtım eskiden


                                                                 ***

yalnızlık da taşlaşır, derdi, düşmek kapıların yanlış zamana açılması. hangi cümlesine yazılsan adını yanlış vurgulayan bir yaprak daha yırtılır, ne vakit karşılaşsak başkalarıdır çarşılarda, vapurlarda dostlarımız. anlarız sefilliğini saltanat sayar yol.
oysa bir ev daha tutulur. oltanın ucunda geçit aramaktır suyun dilinden sökülerek şehrin tuzunu anlamak… denizlerin yürürlükte olmadığı bir yerde belki… gökyüzünde bir kuş da belirir… belki bir…

hapishane faresinin anlattığıdır:

duydun mu? gün batınca giriyor rüyam denizine
sesim sesine damlıyor uzuyor nefesim
tenhalığın kokusu bir başka
gitmeliyim
sulara değmeden ayaklarım

masalın çaprazı. düşmek hevesinde ses
beni kendine ayır, kefaretine hazırım
dağlarımın ardı sana yeni yağmurlar getirmeyecek
kefaretine hazırım
nasılsa ırmağımdan diline düşmez söz
alevler ömrümün ilk basamağında kaldı

ıhlamur ağacı. ürperen kapı. boşluğa bakan pencere.
sende ne çoğalırsa bende azalan
hangi ateş yanmadan yakar pervaneyi
kendimi kendime bıraktım

kâlbim! sorularını yollara fısılda
şehrine sığınmış dilsiz bir görüntüyüm sadece

                                                                 ***

yollarda değil yalnız, kâlbinde de iz bırakır, derdi, göç yollarında teker teker dönen tekerlekler. terk edip gittiğin dilsiz evrenden göz pınarlarında yollar kördüğüm olur. onlardır gün boyu taşıdığımız, yaşamak gibi yapıp yaşamamak halinde. geride hep ne olup bittiğini anlamayan bir ağaç kalır, bin bir geceden kalan birkaç sevişmelik yalan, sararan hatıralar için birkaç papatya… sen gidince solar her şey.
zaten surlarına düşen ayna kendinden başka neyi gösterir ki?

hastane faresinin anlattığıdır:

ömrünü reddeden şehrin gölgesi çöktü üstümüze
bilinmez yolculuklarını seviyorum alabildiğine siyah
evimiz yarım bu yüzden kapımız ödünç

ah! kâlbimde kanamayı bilmeyen
acemi bir yaraydın diyorsun
tütsü kokan çarşılarda tütüyor ay
yer değiştiren sığınaklar şimdi
hangi mevsimi yürüsem seninle güz

sanki bir çocuk surlara ev çizer gibi

sen düşlerini düşlerimden çözüp gidiyorsun
ben kendime çekiliyorum paslı bir limandan

vagonlardan simsiyah kuşlar havalanıyor

                                                                 ***

fareler acele eder, derdi, dönencelerin yolunda da gecenin karanlığı mezarlığı gizler, ölünün adı sonradan duyulur. birbirine karışmış şehirler geçer aramızdan. tanrının uğramadığı bir yer arar intiharını seyreden melek. durmadan açılıp kapanan yarasına sıkışır dil. huzur, doğuştan mayınlı; alıç, dikenlidir.
en çok da yapraklar düşürür kendine sığınan damlayı yere…
sen, yaprağın hangi yüzüsün? sınırı mısın yaprağın, yüzünde?

talimhane faresinin anlattığıdır:

o hiç unutulmasın diye
eski bir aşka isim kalıyorum
öylesine şehirlerin birinde
kağıt ve ateşten ne kalırsa kaleme
yanmadan
koynunda zulüm görmüş ney’den dökülüyorum
bu yüzden kâlbimde dağınık sözlerin ağırlığı
bu yüzden
ahh! kâlbim: ah kıvrımı
orada neden hep son şarkısına yetişiyorum çocukların
neden eylüllere zamansız uğruyorum
vaktini bilmediğim bir şehir ayarlanırken
sisli görüntüler yaktığım kandillerde
orada ismini her gün yeniden koyan
şehir, aşk mı önce
sonra koku mu
ak köle
kara köle mi
isimler mi yanıltıyor
o eksik ırmakla seviştiğim
buz ve suyu buluşturan sözler
ateş(ten): aşk: isim: koku(su)

bir yangının ortasında
çerden çöpten bu şehir ve ayna

sen de öylesin

                                                                 ***

simsiyah bir şehir kanıyor gözlerinde, derdi, yine kendine yabancılaştığın yerdesin. mânâdan mı sıyrıldın? kendi iplerine tünemiş toy bir tanrı, tuzruhu üflenmiş hayat, makyajların, sisten elbiselerin, tükenen monolog…
çürümek, diriyken oluşan çürüyüş… çürük olma halinin bilinmemesi için miydi?...
iğneler sürükleyen nehir?...

konak faresinin anlattığıdır:

boş bir sandal gibi bakıyorsun uzaklara
dalgın şehirden bir merhaba beklerken yüzün
yine geç kalıyorsun kendine
kar tutuyor bak
odandaki öksüz gül

şimdi ne söylesen
içimdeki mabedin günahkar uğultusu
kanatır sesimi vakti bilmeden
şimdi
hapsedilmiş uçurum olan gökyüzü
göğsünde pıhtılaşan kuşlar
aşk
bitmeyen meryemdir
kendini tamamlar sonbahar renkli sütunlardan
mermer dudaklarında kuruyan deniz

bilirsin
duyulmaz kuruyan denizlerin acısı

boş bir sandal gibi bakıyorsun uzaklara
dilinde tek kişilik şehrin kalabalığı
kâlbinde kar tutan gül

                                                                 ***

yalnız, yalnızlık kanamaz; akasya hangi şehirde pamuklanır, her damla kan tufana ululanır, derdi, çağa köle ruhlu çocuklar doğursun diye kendi teninden soyunduğundan beri leyla,
mecnun ki meâlinde bir teferruatmış…

saat kulesi faresinin anlattığıdır:

gece sızıların sürgülendiği sürgün
günün ilk sesiydin eşikte
sokaklara yetecek kadar insan

kasvetin demir aldığı kıyılara iliştirilmiş
nar lekesi zamanı
arka bahçene serptik
viran bir kapı gibi
çarpıp dururken ömrüne kederler

yıkıl, sen artık. tenini sıyır. rahmini yıka.
aşka yaralarımızı öperek başlayalım


                                                                 ***

son söz (yeniden unutulmamak içindir)

her sabah ıssızlığa iliklenen, her akşam yalnızlığın sıcaklığıyla sıyrılan keder, kimsesiz seslere yüklenen sorular kadar yankısı değilken tozlarımızın, o tozları tanımlayan hatıranın kendini tanımlayamayan dip odasındayım bahçesinde sardunyalar olan bir evin. denizlere uyandığım ev ve o evin bulunduğu şehir, sürgün edilmişlere ayazların cömertçe dağıtılmasıydı, fakat duvarlar yangınlarla da sıvanmıştı.
bahçede hep bir fare ölüsü olurdu. elinde süpürge ve faraşla bahçeye inen yaşlı kadın, ölümün doğallığı içinde sevimsizliğini yeniden keşfeder gibi bir süre ölüye bakar, yarı rumca, yarı türkçe bir şeyler söylenir, faraşa yüklediği ölüyü bahçenin bir köşesine gömer, üzerine gelişigüzel, birkaç avuç toprak atar, yine o bildik ağızda söylenerek içeri girerdi. faraşı cenaze aracına benzetirdim, kadının söylediklerinden ise bir tek “her yeri yaktılar yıktılar, şehri fareler bastı” cümlesini anlardım.
o zamanlar anlamsız bulduğum, önemsiz gördüğüm, alayla bazen de usançla dinlediklerimin aslında hayran olunacak, aslında unutulmayacak, aslında yeterince tanımlamamak için, tanıtmamak için birilerinin üstünü örttüğü şeyler olduğunu geç anladım.

bugün bunları fark edebilmenin haliyle o yaşlı kadının sözlerine zeyl olsun diye :

ve bu şehir betondan bir elek
ve delikleri tanrıdan da büyük

diyorum.

                                                                 ***


piçhane: bugün varyant’ ta etnografya müzesi. 1800’ lü yıllarda musevi mezarlığı üzerine kimsesiz çocukların barınması ve salgın hastalıkların tedavi edilmesi için inşa edilmiş. dikkatli gözler duvarlardaki mezar taşlarını hâlâ görebilirler.
hastane: 1800’ lü yıllarda İngiliz mezarlığı üstüne gureba-i müslimin hastanesi olarak inşa edildi, sonra doğum evi oldu, şimdi her yeri dökülüyor.
hapishane: bina, bodrumunda toprağa oyulmuş işkence haneleriyle ünlüdür. eskiden binanın yanından yöresinden geçenler ya da civarında oturanlar işkence görenlerin çığlıklarını duyduklarını da anlatırlar. kadınlar için ayrı bir hapisane olmadığından kadın mahkumların da burada bir odada tutulduğu ve bu oda ile gardiyanların odası arasında bir geçit olduğu belirtilir. lise yıllarında sevdiği kıza nazım hikmet şiirleri yazdığı için mahkum edilen attila ilhan’ın da kaldığı ve şiirlerinde-yazılarında geçen tornacı ömer ile tanıştığı yer de burasıdır. şimdi üstünde katlı otopark var.
talimhane (sarıkışla): 1800’ lü yıllarda inşa edilmiş, şehrin sembollerinden sayılan bu yapı 1953’ te nedensizce yıkılmış, bu şehirde yaşayanlar belki de faşizmin dozerlerle de gelebileceğini görmüş, günlerce yıkımı seyretmiş, binadan çıkan tarihi taşların nereye malzeme olduğu hala bilinmemekte. 9 eylül’de bayrağın ilk buraya , daha sonra ise hükümet konağına çekildiği belirtilir.
konak: 1800’ lü yıllarda burada yer alan katipzade konağı yıkılarak hükümet konağı inşa edilmiş, meydan adını buradan alır.
saat kulesi: 1900’ lü yılların başında yapılmıştır. şiddetli depremlerde saati durur. sarıkışlayla birlikte yıkılmak istenmiş ve sonra vazgeçilse de tarihi havuzu bu yıkımdan payını almıştır. hemen önündeki minyatür caminin adı aslında ‘ingiliz ayşe’ camisidir.

binaların hepsi yanyana ve karşılıklı olarak izmir-konak meydanındadır. bu binaların bazılarının yıkımı, bazılarının yangını, bazılarının tamirat ve tadilatında şehri fareler basarmış. böyle anlatırlar…




dizin    üst    geri    ileri  

 



  3  

 SÜJE  /  otuz üçüncü sayı