ÖYKÜ

Melek Ekim Yıldız   







Herkesin Bir Olmazlığı Varsa…


Sinemadan çıkmış, çıktığımızda günün aydınlığının geride kaldığını, inen akşamın günün hayhuyuna gizlediği baharın en kallavi kokularının tümünü cömertçe açık etmeye başladığını fark etmiştik ilkin. Tenhalaşan sokaklara vuran ağaç gölgelerinin vurduğu sokaklardan geçerek sessiz bir anlaşmayla Olgunlar’a doğru ilerlemeye başlamıştık. Aramızdaki dile vurmamış gerginliğin nedeni, onun az önce çıktığımız filmden söz etmeye can atmasına karşın benim izlediğim filmleri konuşmaktan hoşlanmıyor olduğumu bir kez daha anımsamış olmamızdan kaynaklanıyordu. İkimizin de bildiği, sonuçta onun başlarım film sessizliğine atarıyla birkaç cümle kurmakla başlayan diyalog arayışının benim kararlı sessizliğime toslayacağıydı. Gerginliği sona erdirmenin yolunun midye tavanın eşlik ettiği soğuk bira bardaklarının avcumuzda yaratacağı serinlik hissi olduğunun farkındaydık. Ayaklarımızın kendiliğinden Olgunlar’a yönelmiş olmasının açıklaması da söz konusu farkındalıktı. Filmden kaydettiğimiz sahneler – mutlaka farklı sahnelerdi bunlar, aynı şeylerin bizde iz bıraktığı nadir bir durumdu çünkü -zihnimizde canlanırken geçtiğimiz binaların bahçelerinden yayılan leylak ve hanımeli kokularından oluşan karışımı içimize çekiyorduk. Ay kendini tamamlama telaşının akşama süs olduğunun farkında olmaksızın tepemizde parlıyordu. Akay’ın yapay aydınlığına çıkıp hızla karşıya, karanlık bir sokağa dalmıştık ki, o az önce izlediğimiz filmin jeneriğine eşlik eden şarkıyı ıslıkla çalmaya başladı. Her zaman oturduğumuz barın kalabalık bahçesinin önünde boş bir masa bulmak için bakınıncaya kadar çalacaktı parçayı ve salt bu yüzden akşamı kısa tutmak istemeyeceğimi bilmenin güvenli ve kendini gizlemeye gerek duymayan gülüşü olacaktı ağzının kenarında.

Boş bir masaya yerleşip, biralarımızı ve midyemizi ısmarlayıp bir süre konuşmadan etrafımızı, barın diğer masalarını işgal edenleri izleyecektik. Üniversiteliler, iş çıkışı tek tekçileri, alçak sesle konuşan sevgililer, kalabalık ve gürültücü masalarla çevrelenmişliğimizi görüp birbirimize dönecektik, biralarımız masaya nihayetinde geldiğinde. Bu sırada Chet Baker’in, I’am into you’sunun çalmaya başladığını işitecek, elimizde olmadan gülümseyecektik.

N’oldu senin şu hikâye, diye soracaktı birasından ilk yudumu alırken bir yandan da midye tavaya saldırışıma gülerken. Ağzımdaki lokmayı yutamadan gelen soru yüzünden  tıkanacağım soruyla karşılık verecektim: Hangi hikâye? Çatalındaki midyeyi sosa bulayışına dalıp gidecektim eninde sonunda cevap vermem gerektiğini bilerek. Hani şu, yazabilmeyi hep ve en çok isteyeceğin öyküye benzediği için tutkunun içine çöreklendiğini söylediğin meseleyi, diyorum dedi uzatmadan. Haa, o mu dedim. Haa, o muymuş! Nereden çıktı şimdi bu bakışını yüzüne diktim. Bir şey olduğu yok, dedim. Niye, sorusu ağzındaki bira kalıntısını elinin tersiyle silerken geldi. Bazı öyküler ya yaşanır ya yazılır, dedim dediğimin kötü bir klişe olduğunu bilerek. Daha iyisi elimden gelmeyecek gibiydi. Yazdın mı peki, sorusu da doğaldı bu durumda. Daha değil, dedim gülerek. Boş ver şimdi bunu. Sahte bir öfke yerleşti yüzüne. Filmi konuşma, tutku dolu öykülerden söz etme, midyenin çoğunu mideye indir ne yapacağım ben seninle peki, dedi. Tabakta kalan son midyeye doğru yönelttiğim çatalımın yolunu yarı yolda kesecekmiş gibi bakıyordu bir yandan da. Çatallı elim havada asılı kalmış, bakışlarındaki ‘ hadi bakalım!’ meydan okumasının ne kadar ciddi olabileceğini tartarak baktım yüzüne. O hikâyenin çekiciliği olmazlığında, dedim bir şey vermem gerektiğinden. Artık midyeye yoğunlaşabilirim diye düşünüp çatallı elimin yolun kalanını kat etmesine izin verdim. Herkesin bir olmazlığı var demek, diye karşıladı dediklerimi ve bu sırada elime indirdiği şaplak yeterince caydırıcı değildi. Midye sosunun ağzımın kenarına bulaşmasına aldırmadım. Boş ver sen benim gözümde büyüttüğüm fos hikâyelerimi de, şu kızı niye bıraktın onu anlat dedim. Biraz da o kıvransındı bakalım. Kıvrandığı filan yoktu, Nat King Cole’un, Sometimes I’am Happy’sine ıslıkla eşlik ediyor, sorumun önemsizliğini anlatmak ister gibi omuz silkiyordu bir yandan da. Güzel şarkı, dedi. Güzel hem de acımasız bir şarkı olduğunu düşünmekte olduğumu söylemekten kaçınacaktım konu değişmesin diye. Eee, dedim. Söylemeyecek misin kızı neden bıraktığını? Benle ilgilendiği yoktu, masaların arasında koşuşturan garsonlardan birini yakalayıp biraların tazelenmesini istemeye bakıyordu. Geçiştirilmekten hoşlanmam. Konuşsana be adam, diyerek patladım. Güldü. Anlatacak bir şey yok, dedi. Olmadı işte. Peşini bırakmaya niyetim yoktu. Neden, diye üsteledim. Daha neden sözcüğü ağzımdan çıkarken gördüm bakışlarındakini. Olan olmuştu. İkinci biralar kalsın bence, kalkalım dedi. Olur, anlamında başımı salladım. Garsona işaret edip hesabı isterken, olabilecekleri düşünüp kendimi bir güzel kalayladım. Hesap görüldü. Kalkmaya davrandığımız yoktu üstümüze çöken ağırlıktan. Metroya kadar geleyim mi senle, önerisinin aklı başındalıktan uzak olduğunun bilincinde olduğunu görüp rahatladım. Yok, dedim. İki adımlık yol. Çantamı, montumu toparlarken üzerime diktiği bakışlarından son sözü ona bırakmamanın haksızlık olacağını anlıyordum. Kalktık, barın önünde veda için karşılıklı durduğumuzda geleceği karşılamak için hazırdım. Kolumu tutup, öpmek için yanağıma uzandığında, tek olmazlığı olan sen değilsin, dediğini işittim. Buyur ettim dediğini. Ben de onu öptüm. Film festivali için sözleştik yalandan. Olgunlar’dan Konur Sokağa doğru dönene dek orada öylece durup ardımdan baktığını biliyordum.

Sokağın iki yanını kaplamış ucuz kafe ve barlardan gelen ve birbirine karışan şarkıların arasından hızlıca yürüdüm. Meşrutiyet Caddesi’ne dönerken tutamadım artık kendimi: Herkesin bir olmazlığı varsa, dedim usulca. Louis Armstrong’dan West and Blues iyi gelir. Dediğime ikna oldum caddenin karşısına geçerken.


dizin    üst    geri    ileri  



  8  

 SÜJE  /  Melek Ekim Yıldız  /  yirmi sekiz mart iki bin on yedi  / 21