ÖYKÜ

Şeyda Gökoğlu  







RESİM


Çarşafı kalçalarına doğru çekti, yatağın üzerinde biraz daha uzandı. Saçlarını düzelterek dudaklarına bir gülüş kondurdu. Gözleri pencereden gelen ışığın etkisiyle elmas parlaklığında ışıldıyordu. Aynı ışık, tıpkı Venüs de Milo gibi vücudunun kıvrımlarında estetik dokunuşlarla mermer parlaklığında pürüzsüz bir tene dönüşüyordu.

Adam, sehpanın üzerinde duran fırçalardan bir tanesini seçti. Boyaların dans ettiği paletin üzerindeki kırmızıya fırçasını hafifçe dokundurdu. Odanın içinde hafif bir tonda yayılan Handel’in Sarabende’si eşliğinde fırçasını kırmızının üzerinde ağır ağır dans ettirmeye başladı. Kırmızıyı biraz daha ateşlendirmek için bir parça turuncuya dokundurdu. Şimdi hazırdı. Tuvale doğru uzandı, aynı anda Sarabende’nin ritminde kırmızı elbisesinin baş döndürücü savruluşuyla bir flamenko dansçısı kadın fırçanın ucunda belirdi. Genç adam ve dansçı kadın fırçayla beraber tuvalin üzerinde dans etmeye başladılar.

Kadın beyaz çarşafların arasında kıpırdamadan yatıyordu. Ruhu flamemenko dansçısıyla bütünleşmiş, kırmızının en ateşli halinde en uzaktaki anılarına yol alıyordu. Aşkları, sevgileri düşüncelerinden mutlu anlar olarak bir bir geçiyordu. Sevdiği adamın kollarında ilk dansını hatırladı.Dansın büyüsünü, birbirlerine olan tutkularını yaşıyordu.Kırmızı elbisenin içinde sedef teninde parlayan bir çift zümrüt yeşili göz sevdiği adama bakıyor, müzik eşliğinde ayaklarının ritmiyle mutluluktan uçuyorlardı.

Adam tatlı bir esinti hissetti. Esintiyle birlikte odanın içine yıllar öncesini hatırlatan bir parfüm kokusu yayıldı ve bir çift kol bedenini sardı. O anda, bütün vücudunu saran bir kıvılcım parmaklarının ucundan fırçasına kadar uzandı.Tuvaldeki kadının dudaklarına aşkın, tutkunun en kızıl haliyle son dokunuşu yaptı. Yanında uzanan kadının ateş sıcaklığındaki dudaklarını hissetti. Odayı dolduran müzik değişmiş, ağır ritmin yerini Bizet’in Carmen’i almıştı. Adam, duygularının doruğunda, çarşafı kadının teninden hafif dokunuşlarla çekti. Fırçasının ucundaki kırmızı rengi kadının dudaklarına kondurdu. Dudaklarında kırmızının sıcaklığı yayılırken fırçadaki son kızıllık tuvale doğru yayılmaya başladı ve tatlı sıcacık pembe bir tene dönüştü. Yüzünü kadının saçlarına gömdü. Bir ömür yaşamak istediği kadına sıkıca sarıldı. Müziğin yükselişleri ile tutkuları da en yüksek noktalara ulaşıyor, flamenko dansçısı kadının etekleri kızıl bir ateş gibi savruluyor ve üzerlerini örtüyordu.Adam tuvalin içinde kayboluyor, üzerindeki renkleri içindeki duygular gibi kaynaştırıyor, birbirine sarılan renkler onu aşkla bütünleştiriyordu.Durdu, o anı kaybetmek istemiyordu. Düşlerinden onu saran kırmızılık ve onun sıcaklığı kaybolmasın istiyordu.

Müzik bitmişti. Tuvaline dokundurduğu renkler, son şekillerini alarak duyguların en güzel halini resme aktarmışlardı. Onun durgunluğunu fark eden kadın,

- Sanırım yoruldunuz!

- Hayır,dedi adam.

Kadın yatakta doğruldu, üzerine bir şeyler almak için yerdeki giysilerine uzandı. Ağır ağır giyinirken üzerindeki çarşafın kaymamasına özen gösterdi. Pencereden vuran ışık şimdi Venus de Milo’yu değil yılların çizgilerinin oluşturduğu ve donuklaşan bir bedeni aydınlatıyordu. Gözlerini kaldırdı, karşısındaki duvarın ötelerine doğru sanki geçmişinde bir şeyler ararcasına baktı. Her şey diriliğini, çekiciliğini kaybetmiş olsa da halâ ışıl ışıl parlayan zümrüt gözler aşığının kolundaki kadının mutluluğunu taşıyordu. O gözler o aşkı unutmuyor ve görmek istiyordu. Sevdiği adamı kendisine büyüleyen o gözler sahip olduğu bedene bulduğu aşk kadar bağlıydı.Şimdi o bedenin ölümsüzleşmesini istemişti. Bir taraftan da yitip gitmekten gelen kaygıyla her geçen gün kaybedeceğini sandığı hafızasının bir yerlerden ona seslenmesini istiyordu. Aşkı, aşka neden olan kadını ölümsüzleştirmek istiyordu.

Sandalyenin üzerine bıraktığı kırmızı fularını aldı,hareketlerinin yavaşlığına rağmen bir dansçı kadar estetik bir hareketle boynuna takarken, flamenko dansçısı kırmızı kumaşın kıvrımlarına yerleşti. Tekrar başlayan Handel’in Sarabendesi ile yaşlı kadın ve flemenko dansçısı son danslarını yapmak üzere ağır ağır odadan çıktılar.

Adam pencereye doğru yaklaşarak dışarı baktı. Odaya vuran güneşin etrafında turuncu, kızıl hareler oluşmaya başlamıştı. Uzaklarda kalan aşkın işlendiği bir tablo duruyordu karşısında. “Aşkın rengi gibi. Ama uzaklarda...” diye iç geçirdi. Batan günün ardından dalıp giderken, gözlerinden bir damla yaş yanaklarından süzüldü.

O resim, ona eşsiz bir sanat eseri olma özelliğini katan iki insanın ardından otuz yedi yıl sonra müziğin hiç susmadığı bir salonda en güzel yerini alarak ölümsüzleşmişti.

Mart 2016, Ankara



dizin    üst    geri    ileri  





 14 

 SÜJE  /  Şeyda Gökoğlu  /  yirmi üç mart iki bin on altı  / 15