İLİŞKİLERDE ERKEĞİN BELİRLEDİĞİ
KONUM: KÖLE, EŞ ya da SEVGİLİ
Engels, ‘’Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’’ adlı
kitabında günümüzün uygar toplumlarına gelinceye kadar geçen
süreçte kadının artık kanıksanmış konumunun nasıl belirlendiğine
ilişkin şu müthiş saptamayı yapar: “Analık hukukunun yıkılışı,
kadın cinsinin büyük tarihsel yenilgisi oldu. Evde bile,
yönetimi elde tutan erkek oldu; kadın aşağılandı, köleleşti,
erkeğin keyif ve çocuk doğurma aleti durumuna geldi. Kadının
özellikle Yunanlıların kahramanlık çağında, sonra da klasik
çağda görülen bu aşağılanmış durumu, giderek süslenip püslendi,
aldatıcı görünüşlere sokuldu, bazan yumuşak biçimler
altında saklandı, ama hiçbir zaman ortadan kaldırılamadı.”
Antikçağ düşünürlerinden, Nietzche’ye kadar felsefenin kadına
bakışı, düşünce sefaletinin hangi boyutlara ulaşa-bileceğini
kanıtlamaya yeterlidir:
“Geleneksel etikte kadın imgesinin erkek egemen bakışla çarpıtılması,
çoğu büyük filozofun erkeklerin her bakımdan kadınlardan daha üstün
olduğu görüşüyle ilintilendirilebilir. Bu yaklaşımla, hem fiziksel hem de
zihinsel yetenekleri yönünden kadınlar erkeklerin gerisindedir.
Davranışlarının merkezine akıl koymuş olan erkek, bir akıl varlığı olarak
rasyonel ilkeler yardımıyla dünyadaki her ilişkiye el atar, rasyonelliği
dünyaya egemen kılar; bilim ve teknik sayesinde, F. Bacon’un ‘bilgi
iktidardır,’ özdeyişi doğrultusunda, var olan üzerinde güç ve iktidarın
egemenliğini elde etmeye çalışır. Sözcüğün asıl anlamında
yalnızca erkek, insandır; çünkü genel olanı tanıyıp öğrenebilme
ve özel olanı, bu genelin yardımıyla kendine bağımlı kılabilme
yeteneği yalnızca onda vardır.
Buna karşılık kadın tepeden tırnağa duygu varlığıdır ve erkeğe göre çok
az sahip olduğu zekâ gücünü, zayıf aklını, bedensel maddi
gereksinmelerin giderilmesi doğrultusunda yoğunlaştırır.
Doğal donanımı yüzünden gerçek insan olma basamaklarını tırmanabilecek
durumda değildir, dolayısıyla da insan olarak benimsenmek
istiyorsa, erkek aklının diktelerine boyun eğmeyi bilmelidir.
Ama iş kadınların pratik yeteneklerine geldi mi, gerek evin çekilip
çevrilmesi, gerekse çocukların yetiştirilmesi konusunda kadınların adeta
biçilmiş kaftan olduklarını düşünen ahlak filozofları, kadına kuramsal
alanda atfettiklerinden çok fazla yetenek atfederler. Kadınlar,
erdemlilik ve ahlakilik bakımından her türlü övgüye yakışır görülmekle kalmayıp sabırları
ve dindarlıklarıyla da takdir edilirler.’’
Kadınların bu ahlaki niteliklerinin kabul edilmesi, kimsenin
kafasını karıştırmasın; çünkü dikkat edilirse, kendi çıkar
ve iyilikleri her şeyin önünde gelen erkeğin otoritesi karşısında
bir boyun eğme anlamına gelen özelliklerdir bunlar. Çünkü bu
anlayışa göre, erkek kadından daha güçlü bir bedene ve akla, yani
zihinsel güçlere sahip olmakla kalmamakta, kadından daha
güçlü bir iradesi olduğu için, bu zayıf cinsin yasal egemeni olma
hakkını da elinde tutmaktadır. Nietzche’ye göre, ‘Erkeğin mutluluğunun
adı, istiyorumdur. Kadının mutluluğu ise, o (erkek)
istiyordur.’ Pratikte de erkek kadından daha üstün olduğu gerekçesiyle,
kadına davranış kuralları dayatma hakkına da sahip görür kendini.
Hegel, Aristotales, Comte, Rousseau, Schopenhauer, Nietzche
ve daha nice düşünürde belirginleşen kadına bakış açısının
küçük bir özeti olan bu sözler, tarih sürecinde toplumların dokusuna
sinerek yabancılaşmanın farklı bir boyutunu oluşturmuştur.
“Özerk ve bağımsız kalabilme yeteneğinden yoksun kadın; etik,
pratik, siyasal özgürlüklerle inşa edilmiş alanı erkeğe terk
etmelidir; kadın bu alanın kurallarına boyun eğmek zorunda
bırakılır; ama bu kuralların oluşturulması süreçleri olan istenç
(irade) oluşturma süreçlerine katılmasına izin verilmez.”
Sonrası, kaçınılmaz biçimde erkek egemenliğidir. Birçoğunun
düşünce sisteminde yer alan bu anlayışın toplumlardaki yıkıcı
etkisi iyi bilinmedikçe hiçbir uygar ilişki kurulamazdı
elbette ama uzayın derinliklerini keşfeden akıl bu çok belirgin
gerçeği bir türlü kavrayamamıştı. (Kim bilir, belki gerçeği
görenler de kendisine ataerkinin sunduğu bu yapay üstünlük konumunu,
benliklerini aşamadıkları için reddedememişler, kurulu
toplumsal düzeni bozmayı düşünememişlerdi.)
İnsanlık, 20. yüzyıla da binlerce yıldır alışageldiği yabancılaşma
motiflerinin yeni örnekleriyle girdi: Bir yanda sömürgeci ülkelerin
pazar paylaşımındaki anlaşmazlıklar nedeniyle yeni bir savaşın
hazırlığı ve kadın cinsini aşağılayan düşüncelere bilim adına
destek verenlerin toplumları sarsan düşünceleri... Bunların
arasında kuşkusuz en önemlisi, insanın bilinç altını tükenmeyen
çalışma gücüyle araştıran, ortaya sayısız kuram koyan, psikanaliz
tekniğini yerleştiren Freud’du. Onun ruhbilime katkıları
elbette tartışılamaz; ama ‘çok bilenin çok yanılacağını’ kanıtlamak
ister gibi daha sonraları kanıtlanacak olan sayısız doğrularının
yanında çok önemli yanlışlara da imza atmış, bunları yaşam boyu
savunmuştu. Her şeyden önce, kadına ataerkil açıdan baktığı
için yanılması kaçınılmazdı. Çünkü Freud için kadın değil,
erkek vardı; başka söylemle toplumsal ilişkiler başta olmak
üzere yaşamın her alanında erkek merkezdeydi, kadınsa bu merkezdeki
efendiye imrenen, onun yerinde olmak isteyen ikincil bir
cinsti, bundan daha ötesini, bağımsız bir birey olduğunu düşlemesi
bile saçmaydı, doğaya aykırı bir yönelişti.
Freud’un bütün yaşamı bu düşünceler içinde, bir tür bağımlılıkla
geçmiş, kadına bakışında bir türlü nesnel olamamıştı; Erich
Fromm, Freud’la ilgili şu saptamayı yapar: “Freud’un hocaları ve bunlardan
en önemlisi olan von Brücke de bu burjuva materyalizminin
temsilcileriydiler. Böylece Freud, bu düşünce akımından
etkilenmekten kurtulamamıştı. Böyle bir etki altında bulunması
nedeniyle de insanda fizyolojik bir kaynağı olmayan etkili
ruhsal güçlerin bulunabileceğini bir türlü kavrayamıyordu.
Freud’un gerçek hedefi, insana özgü tutkuları anlayabilmekti.
O güne dek filozoflar, oyun yazarları ve romancılar, böylesi
tutkularla ilgilenmişler, ama ruhbilimciler ve sinirbilimciler
hiç oralı olmamışlardı. Oysa Freud, ruhsallık üzerindeki hormonal
etkiler konusunda pek az şey bilindiği bir dönemde fizyolojik
ve ruhbilimsel ilişkinin en belirgin olduğu bir olayı gözlemlemişti: Cinselliği...
Cinselliğin insana özgü tüm tutkuların kaynağı olduğu kanıtlanabilirse,
ruhsal güçlerin fizyolojik temelleri bulunmuş olacak ve kuram
doğrulanacaktı.
Düşünülmeyen düşüncelerin ikinci bölümü, Freud’un dünyaya baskıcı-ataerkil
bir burjuva gözüyle bakmasından doğar. Kadının erkeğe eşit olduğu
ve erkeklerin sözüm ona hem ruhbilimsel, hem de fizyolojik
açıdan kadınlara üstün olmalarına karşın, bunu bir egemenlik
aracı olarak kullanmadıkları bir toplum biçimi, Freud için
düşünülemezdi: Hayran olduğu bir bilim adamı olan Mill’in kadınların
erkeklere eşit olduğunu açıklaması üzerine, Freud bir mektubunda
şöyle der: ‘Mill, bu noktada açıkça çılgının biridir.’ Çılgın
sözü, düşünülmeyen bir şeyi anlatan özgün bir sözcüktür.
İnsanların birçoğu, yalnızca kendi geleneksel düşünce çerçeveleri
içindeki şeylerin doğal olduğuna inandıkları için, bunun dışında
kalan her şeyi saçma, çılgınca ve delice bulurlar. Kadınla erkeğin
eşit olmadıkları inancı, Freud’un kadın psikolojisini, kuramındaki
biçimiyle oluşturmasına yol açmıştır. İnsanlığın bir bölümünün
öbür yarısına biyolojik, anatomik ve ruhsal açıdan üstün olduğu
düşüncesi, erkeksi ve ayrımcı-baskıcı bir tavrın ürünüdür. Freud
sisteminin en kabul edilemez yanı da budur.
Freud’a göre kadın, doğası gereği narsist (kendine âşık), yalnızca
kendini seven, bu nedenle de aslında sevme yeteneği olmayan
ve cinsel açıdan da soğuk bir varlıktır.’’
Özetle, yıllar yılı kuşaktan kuşağa aktarılarak gelen ataerkil kirlenme
bilim ve felsefede de destek bulunca, bilinci karartılmış kadının
serpilerek kendine gelmesi, özgürleşebilmesi, birçok toplumda utopya
olmaktan öte gidememiştir. Öyle ki, birçok toplumda özgürleşmekten delice
korkan, duygu ve düşünce şokunu kaldıramayacağı için ‘’Sindrella
kompleksi’’ne giren kadın için yakın zamanda umut yoktur.
Erkek egemenliğiyle belirlenmiş uydurulmuş din anlayışı da destek
verince, yanlış yetiştirilen erkeğin yapay üstünlüğü tartışılamaz konuma
taşınmıştır.
AŞKTA DURUM NEDİR?
Nietzche’nin yere göğe sığdıramadığı hocası Schopenhauer, açıkça yazar;
‘’kadının doğurduğu erkek çocuk üzerinde hiçbir hakkı olamaz; ayrıca
kadının mirastan pay alması da yanlıştır.’’ Bir gün özgürleşeceğinden
korktuğu kadına ilişkin bundan daha çarpıcı bir kin göstergesi olabilir
miydi? Erkek çocuğunu kendisi yetiştirirse ataerkinin yıllar yılı
süregelen çelik kıskacının kırılacağından korkan Schopenhauer, miras
hakkını bile tanımayıp ekonomik özgürlüğünü kazanmasının ataerkiyi
sarsacağını düşünmüş olmalıdır. (Schopenhauer’ın ‘’Aşkın Metafiziği’’
adını verdiği kitabının eleştirisini Suje’nin bundan sonraki sayısında
yapacağım. Okumanızı öneririm.)
Çiğ duygularla aşk yaşanamayacağını sayısız örnek kanıtlamış olmalıdır.
Çünkü, yaşamın imbiğinden geçerek damıtılmış duygular belirler aşk
ilişkilerini, buna ‘‘rafine aşk’’ diyoruz. Beğeni, hoşlanma gibi sıradan
duygulara ek olarak ortak bir yaşamı birlikte var etme, birlikte çoğalma
vadeden bir ilişkidir aşk. Sağlıklı bir aşk ilişkisi, her şeyden önce
eşitlerin birlikteliği üzerine kurulur. Toplumsal konumları ne kadar
aykırı olsa da iki insan arasında aşk varsa, bir anda eşitlenirler. Bunun
en çarpıcı iki örneğini Love Story ve Titanic filmlerinde görmüştük. İki
sevgili arasında aşk ilişkisinden önce toplumsal konum farkı vardı ama
aşk, sevgilileri görülmemiş bir biçimde önce eşitlemiş, sonra da
bütünleştirmişti. Artık sevgililerde birbirlerine karşı hiçbir bencilce
duygu kalmamıştı. Aşkın olmazsa olmazıydı bu. Adalet duygusu, üretken
sevgi anlayışı, Erich Fromm’un ısrarla üstünde durduğu
‘’bireyselliklerini koruyarak bütünleşme’’ aşkın dokusunu oluşturan
dinamiklerdir. Aşk, teslim olmaktır çünkü. Karşılıklı teslimiyetse gerçek
özgürlük için sıkı bir dayanışmayı kendiliğinden getirir. Sağlıklı bir
aşk ilişkisi ancak bu değerler üzerine kurulabilir. Değilse cinsel ve(ya)
duygusal sömürü kaçınılmazdır ki günümüzde aşkla estetize edilmiş korkunç
egemenlik ilişkilerine sayısız kez tanıklık ettik değil mi? Bencil,
adalet duygusundan yoksun hiçbir ilişki ayakta kalamayacağını artık
genelde kitlelerin, özeldeyse aşkı taşıyan sevgililerin bilmesi
gerekirdi.
Aşk, paylaşım kültürüdür her şeyden önce. Oysa dünya toplumları büyük
ölçüde yağmacı kültürle donatılmıştır. ‘‘Elde et, ruhunda egemenlik kur,
işin bitince de terk et…’’ Yağmacı kültürün, aşıladığı çürümenin en yalın
anlatımı budur. Sevdiğini sandığı insanı nesne olarak gören birinden aşk
beklenebilir miydi? Bu çürüme yazılı ve görsel basında hemen her gün
sergileniyor. ‘‘Ya benimsin, ya toprağın’’ ilkelliğini aşamadı bu toplum;
yıllardır nefret şarkılarını aşk şarkısı sanarak büyüdü bireyler.
‘‘Ölürsem kabrime gelme istemem / İnim inim inle ölme istemem’’
sözlerinin neresinde aşk barınabilirdi ki? İnlesin, ama ölmesin; çünkü
ölürse acı çekmekten kurtulacak; buna bile razı olmayan bir acımasızlık
aşk sanıldı, ne tuhaf! Vıcık vıcık bir nefrettir bu sözlerdeki anlam.
Beddua sözlerinden oluşan o kadar çok şarkı yazıldı ki. Hele biri sözde
sevdiğini benzin döküp yakmaktan söz ediyordu. ‘‘Kırk yıl geçse yine
benim malımsın / İsterem ki bir an evvel gelesen.’’ Bu da bir türkü
sözüdür. Bir an önce gel de tepene binip kullanayım seni, çünkü benim
malımsın…
Sonrası mı? Sonrası, Özgecan’lardır, töre cinayetleridir… Başka deyişle,
aşk kılıfına sokulmuş, gerçekte nefret cinayetleridir. Ataerkil kirlenme
taşıyan erkek cinsi iki yüzlülükten kurtulamamıştır çünkü.
İnsanlık özgürleşince, gelecekte toplumbilimciler içinde bulunduğumuz çağ
için hiç de iyi notlar düşmeyecekler, artık eminim.