Göle maya çalmak gibi görünse de, şanstır diyenleri kıramayıp, bir
piyango bileti satın aldı. En fazla, umut tacirlerini biraz daha zengin
etmiş olacaktı. Vazgeçmekten korktuğu için çok da düşünmedi. Bileti
katlayıp ceketinin cebine koydu.
Devlet memuruydu Recep. Ömrü, köle gibi çalışarak geçmişti. Dairede,
kimsenin içinden çıkamadığı dosyalar, onun önüne konulurdu. İşi
öğrendiğinden beri, altından kalkamadığı proje olmamıştı. Yine de, üç
kuruşa talim eder, aybaşı gelince nereye para yetiştireceğini şaşırırdı.
Devlet kapısı böyleydi işte. Kimi gecesini gündüzüne katıp çalışır, kimi
de kılını kıpırdatmadan işin kaymağını yerdi.
Bedeni, biletin çekim alanına girdiğinden beri, garip bir duygu yoğunluğu
içerisindeydi. "Bu bilette bir şey var..." dedi kendi kendine. "Çıkacak
mıdır nedir?" Çekiliş ayın on dokuzundaydı, yani ertesi gün... Allah'tan
öyleydi. Uzun süre beklemeye sabrı yetmezdi.
Akşam yemeğinde evdekilere anlattı. Bir bir sıralandı istekler: "Eve
koltuk takımı, hanıma altın bilezik, oğlana bilgisayar, kıza lahana
bebek... " Sonuna kadar dinleyemedi. "Büyük ikramiye çıkınca görün" dedi
masadan kalkarken." Bir gün daha durur muyum buralarda?" Muhtemelen
İstanbul'a giderdi. Büyük şehir, günahına kadar büyüktü. Hayallerinin
dozajı, gelecek olan paranın miktarına göre değişiyordu. Aslında, büyük
ikramiyeydi gönlündeki. Yarım bilete yedi yüz elli bin lira düşerdi. Onca
paraya, neler yapılmazdı ki? Holdinglerde patron olmak vardı, üç günlük
dünyada. "Çayımı getir kızım!", "Kahvem nerede kaldı?", "İstediğim
dosyayı bulamadınız mı hâlâ?"... Bahçesi havuzlu, lüks bir villa düşündü.
Garajda bekleyen son model arabalar... Yanına bir de İstanbullu eş
bulurdu. Evdeki dırdırcı, yakışmazdı oralara. "Anasını sattığımın parası"
dedi "Hayali bile değiştiriyor insanı."
En çok ailesi için isterdi kabuğunu kırmayı. Karısı Mehtap, iyi biriydi
özünde. Başının etini yiyip durması, parasızlıktandı. Çevredeki kadınlara
özeniyor, güzel giyinmek, canının istediğini yemek, daha iyi yaşamak
istiyordu. Bu, herkes gibi, onun da hakkıydı. Milyonlarca insanın
piyangoya bel bağlaması bundandı. Para, mutluluk demekti.
-2-
Ertesi sabah evden çıkarken içi kıpır kıpırdı Recep'in. Büyük gün
gelmişti. Uzun uzun kahvaltı yapmak yerine, ayakta atıştırmayı tercih
etti. Giderken gazete alacak, kazanan numaralara dairede bakacaktı.
Mehtap arkasından bağırdı: "Bize haber vermeyi unutma!" Sonra hemen
telefona sarıldı. Arkadaşına anlattı olup biteni. "Bizi de görürsün
artık..." dedi Makbule.
Onunla kardeş gibiydiler. Bir moda evine dikiş dikerlerdi kafa kafaya
verip. Etekler, pantolonlar, bluzlar... Daha çok moda evi kazanır, onlara
da üç beş kuruş kalırdı. Mutfak masraflarına katkıda bulunurlardı.
Aldığı bazı siparişleri kocasına söylemez, gündüzleri saklı gizli
dikerdi. Kişisel ihtiyaçlarını karşılamak için biriktirirdi bu paraları.
Ya bir çift ayakkabı, ya çanta, ya da etek alabilirdi aylarca göz nuru
döktükten sonra. Recep bunları üstünde görünce, "Yakışmış" derdi
anladığını belli etmek için. Çok da didikleyip bozmazdı huzurunu.
En çok gece elbisesi dikmeyi severlerdi. Rengârenk, ışıltılı kumaşlar,
şık giysilere dönüşürdü ellerinde. İki kafadar, eserleriyle gurur
duyarlardı. Bazen öyle çok beğenirlerdi ki, götürmek gelmezdi içlerinden.
Bir keresinde Mehtap, kendine hâkim olamayıp elbiseyi giymiş, uzun uzun
süzülmüştü aynanın karşısında. Kumaşı öyle yumuşaktı ki, adeta okşuyordu
vücudunu. Sanki özel olarak seçmiş gibi, tam da gözlerinin rengindeydi.
İyice abartmış, ayağına topuklu ayakkabıları geçirip evin içinde salına
salına dolaşmıştı.
Recep anlamazdı böyle şeyleri. Bir takım elbiseyi yıllarca giyerdi
usanmadan. El içine çıkıyorum demezdi. Bu yüzden içinden geçenleri
söyleyememişti ona. Büyük ikramiye çıkınca ilk iş, moda evine gidip çeşit
çeşit kıyafet sipariş verecekti. Ve menekşe rengi bir gece elbisesi...
-3-
Ocak ayının yarılanmasına rağmen dışarıda bahar havası vardı. Hava
durumuna göre, o gün kar yağacaktı sözde. Mevsimler, iyice birbirine
karışmıştı. Ne yaz yazlığını biliyordu, ne de kış kışlığını... Yalancı
bahara aldanıp tomurcuklanan ağaçlara acıyarak baktı. Ayazı yiyince neye
uğradıklarını şaşıracaklardı.
İlk aşkını hatırladı. Ayaklarının yerden kesilişini... Zengin bir ailenin
kızıydı Aysun. Babası, yüzüne karşı, "Çulsuzun tekisin" demişti. "Davul
bile dengi dengine..." Sonrası kar, boran, fırtınaydı. Umudun ne denli
büyükse, yaşadığın hayal kırıklığı o ölçüde yıkıcı oluyordu. Mutluluk
felaketlere karşı direncini kırıyordu insanın. Hazırlıksız yakalanmasına
neden oluyordu.
Durağın arkasındaki büfeden gazete aldı. Satıcı çocukla lafladı biraz. Bu
yüzden otobüse soluk soluğa yetişti. "Yaşlanmışım..." dedi içinden.
Kırkına merdiven dayamıştı. Eskiden, azıcık koşmakla yorulmazdı.
Evden çıktığından beri, göğsünde sinsi bir ağrı vardı. Gitgide artıyordu
sanki. "Üşütmüş olmalıyım..." dedi. Her sabah kapıyı pencereyi açıp evi
havalandırırdı karısı. "Bari ben çıktıktan sonra yapsa..." diye söylendi.
Biletini kontrol etti. Hâlâ cebinde duruyordu. İyiden iyiye bel
bağlamıştı ona. Çıkmazsa gerçekten üzülecekti. Yine de, olumsuz düşünmek
istemedi. En azından gazeteye bakana dek bu mutluluğu sürsün istiyordu.
Göğsündeki ağrı birdenbire şiddetlendi. Midesi bulanmaya başladı. Yardım
istemek için diğer yolculara bakındı. Arkasındaki sarışın gençle göz göze
geldi. Aynı apartmanda oturuyorlardı. Kesilen nefesi konuşmasına engel
oldu.
Sanki besili bir hayvan, gelip oturmuştu göğsüne. Kurtulmaya çalıştıkça
daha da ağırlaşıyordu. Sarışın genç, kravatını gevşettiyse de, işe
yaramadı. Başkalarının müdahalesine fırsat kalmadan olduğu yere yığıldı.
-4-
Gideli iki saat olmasına rağmen aramamıştı kocası. "Boşa ümitlenmişiz"
diye düşündü. "Piyangoyu kim kaybetmiş ki, biz bulalım." Bunun için
kendini suçladı. Uğursuzun tekiydi zaten. Her işi böyle ters giderdi.
Bunları düşünürken telefon çaldı. Hastaneden arıyorlardı. Anladığı tek
şey kocasının kalp krizi geçirmiş olmasıydı. Neye uğradığını şaşırmış,
durumunun nasıl olduğunu sormayı bile akıl edememişti.
Evden, deliler gibi çıktı.. Bir türlü inanamıyordu. Önce yanlışlık
olduğunu düşündü. Recep, kalp hastası değildi. Sonra iki gündür göğsünün
ağrıdığını hatırladı.
Yol boyunca pişmanlıkla kıvrandı. Nasıl da nankörlük etmişti bugüne dek.
İçkisi kumarı yoktu Recep'in. Karıyı kızı önüne koysan dönüp bakmazdı.
Evden işe, işten eve geçerdi günleri. Ailesine değer verir, üç kuruş para
bulsa önce onları düşünürdü. Böyle eş, bir kadının başına gelebilecek en
güzel şeydi.
İkinci şoku hastanede yaşadı. Daha hastalık fikrine bile alışamamışken
"Başınız sağ olsun" diyordu doktor. Olayı görenler anlatıyorlar, bir
yandan da teselli etmeye çalışıyorlardı.
Teşhis için yanına götürdüler. Soğuk bedenine sarılıp ağladı uzun uzun.
Sonra zorla çekip aldılar kocasını elinden.
Geriye sadece üstünden çıkanlar kalmıştı. Eski bir cüzdan, bir gazete ve
bir piyango bileti.
Dışarıda lapa lapa kar yağıyordu. Yalancı bahar, birkaç saat içinde en
çetin haliyle, kara kışa bırakmıştı yerini.