ÖYKÜ

Şeyda Gökoğlu  







EVDE KALDI İKİ KİŞİ, BİRİ KEDİYDİ!


Çehresi tamamıyla hafızamdan silinmemişti. Hep gülen şen bir yüzü ve pırıl pırıl yanan siyah gözleri vardı. Dudağındaki pembe küçücük beni ağzından çıkan kelimeleri bir güle çeviriyor, insan ruhunu okşuyordu. Onunla konuşurken zihninizin başka konulara sıçraması olanaksızdı. Mutlaka derin bir dinleyişin içinde bir sözcüğü dahi kaçırmadan kendimi dinler bulurdum. Anlattıkları hem geçmişin merak uyandıran yanlarını taşırken hem de bu günün yaşam sevincini içerirdi. Onu kaybettikten sonra beni ne kadar etkilediğini, bir yapının taşları gibi bilmem gereken her şeyi sırasıyla üst üste koyduğunu fark ettim. Ruhum onun anlattıkları ile öyle bütünleşmişti ki bir yarım adeta ondan oluşmuştu. İlk önceleri dinlediklerim dilimde hikâyeleşirken sonraları içimdeki özlem ve kendi gerçeğimin arayışı oldu.

Bu arayış öyle bir noktaya geldi ki kendimi onun doğup büyüdüğü, onu o yapan toprakları görmekten alıkonulamaz bir arzuya dönüştü. Uzun süredir kendimi bir köşeye çektiğimde bir çeşit trans halinde görmediğim o yerlere gidiyor, onun anlattığı çocukluğuyla buluşuyor sanki onun bedeniyle bütünleşiyordum. Tuna’nın yeşil ve coşkun sularının bereketlendirdiği kıyılarında kollarımı açarak koşuyordum. Koşarken gündöndü tarlalarının yüzünü döndüğü güneşe, ben de yüzümü dönerek yayılan ebruli kokuyu içime çekiyordum. Bu trans halinden sıyrıldığımda içimde sonsuz bir huzur ve mutluluk hissediyordum. Sonunda, içimdeki özne gitmemi, gidersem kendimi yeniden yaratacağımı söyledi ve gitmeye karar verdim. Onun yaşadığı yerleri görecektim. Evdekilere,

“Ben gidiyorum. İçimdeki merak ve özlemi kontrol edemiyorum. Oraları görmem gerekiyor, içimdeki özne bana gitmemi, oralarda kendimi yeniden yaratabileceğimi söylüyor” dedim. Ağzımdan çıkan sözcüklerden sonra kocam kalın ve kocaman bir kahkaha patlattı. Arkasından,

“Git bakalım. Dikkat et yaradılışın fazla uzun sürmesin. Biz de içimizdeki öznelere söz geçiremeyiz sonra!”dedi. Oldum olası benim konuşmalarımı tiye alırdı.

“Ama benim gitmem lazım” diye adeta kendimi savundum. Oysa bu sadece beni ilgilendiren bir yolculuk olacaktı. Kendimle ilgiliydi.

“Ben de uzun süredir sonunda köy olan yerleri gezmeyi düşünüyorum. Çengelköy, Vaniköy, Yeniköy, Çerkezköy, Alibeyköy, Ortaköy. Ataköy, Çekmeköy, Arnavut…”

“Tamam, tamam sus! Gevezelik ediyorsun” dedim.

“Susmam! Sözümü bitireyim veee… Bakırköy!”

“Alahıcım yarabbicim bana sabır ver! Dalga geçmeyi keser misin?

Büyük kızım söze karıştı,

“Sus! Sus ne anne? Hep sustuk, çocuklar büyüklerin sözüne karışmaz, sen git dersini yap! Sustuk, dersimizi yaptık! Bize fikrimiz sorulmadan okulları okuduk, kucak dolusu belge ve diploma ile okullardan da susarak mezun olduk. İş yok işşş…. Sus sizin Magna Carta’nız oldu. Artık susmayacağım. Ben de gidiyorum. Başımın çaresine bakacağım”. Ben gidiyorum demez olaydım, sanki herkes bir yerlere gitmek istiyormuş da benim başı çekmemi bekliyormuş. Küçük kızım odasından gürültümüzü duyarak geldi,

“Yaaa..hepiniz bir yerlere gidiyorsunuz. Ben de uzun zamandır arkadaşlarımla bir tatil planlıyordum. O zaman ben de planımı gerçekleştireyim.”

Kocam her zamanki yerine giderek uzandı. Yıllardır televizyon ve karşısındaki kanepe onun en vazgeçilmez dinlenme araçlarıydı. Televizyonu açtı,

“Sen de mi Brütüs?” diye seslendi.

On yıldır bizimle yaşayan kedimiz Mışık kızgın kızgın mırlayarak pencerenin kenarına zıpladı. Pencereyi açmamızı istercesine miyavlamaya başladı. Hep bir ağızdan,

“Sus Mışık!” dedik.

Birbirini seven bir aileydik. Zaman zaman çatışmalarımız olsa da iletişim kopukluğumuz olmuyordu. Birbirini seven, saygı gösteren, iletişim bozukluğu olmayan insanlar arasındaki tartışmaların mutlak olmadığına inanırım. Öyle olduğunda ayrılmalar ve kişisel yaptırımlar kaçınılmaz olur. Demek ki bir yerlerde bir kopma vardı. Zaman içerisinde yaşanılan alışkanlıklar, bilinen doğrular değişiyordu. Bu değişimden biz de nasibimizi alıyorduk.

O hafta özlem duyduğum topraklara doğru yola çıktım. İlk önceleri aklım evde kalmış olsa da gördüklerimden, gezdiğim yerlerden büyük mutluluk duydum. Sonraları gördüklerimle dinlediklerimi birleştirememeye başladım. Çünkü her şey zaman içinde başkalaşıma uğramıştı. Ninemin bana anlattığı yerler değişmiş insanlar yerlerini değişim içinde kendinden sonra gelen nesillere bırakmıştı. Arayışımın içinde kaybolmuş gibiydim ve hayal kırıklığından doğan bir hüzün yaşadım. Yaptığım bu yolculuktan çıkarımım ise insan gördükleriyle, yaşadıklarıyla o yerin bir parçası olurken o yerleri terk ettiğinde her şey zaman içinde siliniyor ve kalanlar sadece kişideki anılardan onun yaşattıklarından oluşuyordu. Neyi nerede ve nasıl yaşıyorsam o bendim. Benimle örtüşen hiçbir şeyin izini bulamamıştım. Her şey sürdürülebilirlikle ilgiliydi. Bu hissettiklerimden sonra kendimi yaratmamı söyleyen “içimdeki özneden” de ses çıkmıyordu.

Duygusal bir bağ bulma umuduyla çıktığım yolculuğumu, hayal kırıklıklarıma rağmen kesmedim. O toprakların değişime uğramış hallerini kafama kazımak istedim. Geçmişi bir kenara bırakıp olduğum zamanda, bulduğum şehirle ilgilenmeye başlayınca içimde yeni bir mutluluk dalgası yeşerdi. İnsan içinde olduğu, yaşadığı yerle nasıl olursa olsun bütünleşebiliyor ve mutlu oluyordu. Belki de yeni yerler görmenin mutluluğuydu. Yaklaşık bir aya yakın dolaştım, inceledim, gözlemledim, fotoğraflar çekip notlar aldım. Her ne kadar arayışım sonuçsuz kalmış olsa da içinde bulunduğum durumdan ve yerden memnundum, öyle ki evdekileri aramayı bile ihmal ediyordum. Bir süre sonra beni merak edip arayan eşimden, kızların da evden ayrıldığını öğrendim. Büyüğü arkadaşlarıyla “toprak ev projesi” diye bir çalışma başlatmışlar ve bunun için güney kıyılarına inmiş. Küçüğü de arkadaşlarıyla tatile çıkmış.

“Sen ne yapıyorsun?” dediğimde,

“İyiyiz, merak etme” dedi.

“İyi misiniz? Çoğul konuştun. Kim var senin yanında, kızlar gitti dedin?

“İki kişiyiz işte. Ben ve Mışık!”


içindekiler    üst    geri    ileri   




 41