ÖYKÜ

Handan Altın  





 

MANGAL


Gece yarısı sessizliği bozan serince bir rüzgâr çıkmıştı. Yaprak hışırtıları arasında toprağa düşen kayısıları, savrulan mangal küllerinin altında canlanan çıtırtıları duydu. Gece soğuk ve aysızdı. Tek bir yıldız bile yoktu. Hafif bir ürpertiyle gözlerini açtı. Herkes gitmiş, el ayak çekilmişti. Mangal başındaki sandalyede sigarası, çayı ve yorgun düşen bedeniyle baş başa kalmıştı. Acıyan gözkapaklarını ovuşturdu. Dağılan saçlarını tepesinde topladı. Sonra uyuşuk bedenini öne doğru eğip uzunca bir süre gözlerini mangala dikti. Rüzgârın ateşle dansını izlerken, yüreğinde sıcak bir keder yeniden canlandı.

Masanın üzerinden yere uçan paketi fark etti. Sabah aldığı sigaradan sadece iki tane kalmıştı. Başının ağrımasına ve dilindeki zehir tadına aldırmadan kalan sigaralardan birini küllenmeye yüz tutmuş közde yakmaya çalıştı. Karanlık, duman, ateşböcekleri gibi uçuşan kıvılcımlar… sol elinin parmağında parlayan alyansı…

İlk nefeste zonklamaya başlayan başını avuçları arasına alıp bir süreliğine zihnini boşaltmak istedi. Kelimeler beyninde itişip kakışıyordu. Tek tek değil de bulanık düşüncelerden oluşan karanlık bir akıntı. İç çekerek masanın üstündeki telefona uzandı. Gece yarısını çoktan geçmiş, misafirler gideli, kocası uyuyalı hayli zaman olmuştu. Ekranın parlak ışığına ancak gözlerini kısarak bakabildi. Başında yılların eskitemediği o yarım ağrı… Bir an buz gibi denize dalası geldi, hiçbir şey düşünmeden uzaklara açılmayı istedi. İçemediği sigarayı mangala atıp telefondaki uzun mesajı yeniden okumaya başladı.

“Güzel kardeşim. Mesajını aldığımda ne yazık ki sizin site kapısının önünde taksiden inmiştim. Yanıtını o zaman gördüm.” Ağabeyi sürpriz yapıp yola çıktığını haberini vermişti. O da eşinin istediği üzerine ağabeyine, maalesef evde olmadıklarını yazmıştı. Meğer ağabeyi “Geleceğim” dedi zaman zaten onların yazlık sitesinin kapısındaymış. “Kendimce sürpriz yapmak istemiştim. İstanbul’a gideceğinizi, havaalanı yolunda olduğunuzu yazmışsın. Tam geri dönüp yolda araba bekleyecekken kapıdaki güvenlik görevlisi yanıma geldi. Merak etmiş. Durumu anlatınca şaşırdı. ‘Bir yanlışlık olmasın abi?’ dedi. Mesajı gösterdim. ‘Bir ara istersen. Daha şimdi onlara bir araç geldi. Mangal yaktılar, içerdeler’ dedi. ‘Evinizi tarif etti. Ne yapacağımı bilmeden siteden içeriye yürüdüm. Sonra evinizin köşesindeki çam ağacının altında durdum. Ortalıkta benden başka kimse yoktu; her ev akşam yemeği derdine düşmüştü. Bahçenizdeki kalabalığı, mangal başındaki damadı görüp uzaktan biraz sizi seyrettim. Bu geceyi bir otelde geçirip sabah ilk uçakla döneceğim. Beni merak etme. Kendine iyi bak.”

“Olur, kendime iyi bakarım” dedi Nalan. “Hem de nasıl iyi bakarım. İyi baktıklarımdan fırsat bulabilirsem. Memnun etmeye çalıştıklarımdan kurtulabilirsem. Şu halime bak, ne kadar da iyiyim! Sen mesaj atıyorsun, ‘Geliyorum’ diye; beyefendi ‘Çabuk yaz, yoldayız de. Gelmesin!’ diye bana yanıt yazdırıyor. Kendi kardeşini ağırladığını hatırlattığımda hemen ‘Ama o hastaydı’ yanıtının arkasına sığınıyor. O başkalarının sabrını sömüren bir asalak, bense performansı yüksek bir ceset. Sadık bir ölü. Beyefendinin bir haftasonu varmış, evde kafa dinleyecekmiş. Sabah yüzdükten sonra ayaklarını uzatıp televizyon izlemeyi planlarken, seninle tüm gün plajda durmak zorunda mı kalacakmış! Ah be ağabey, sen ne diye sürpriz yaparsın ki? Ah be anlayışsız ağabey, bize neden gelirsin ki? Hem biz kim, o kim? Ben hizmetli, o beyefendi!”

Utanç içindeydi. Oturduğu iskemlede iyice arkasına yaslandı, ayaklarını önündeki sandalyeye uzattı. Bahçe dağınıktı. Masada artan bir sürü yemek, kirli tabaklar, devrilmiş bir kadeh, kaymış, neredeyse yere değecek kirli masa örtüsü… Gözü hafif hafif tüten mangala takıldı. Hem bir şeyler mırıldanıyor, hem dinliyor gibiydi.

Dişlerini sıkıp elleriyle saçını kavradı, iskemlesinde ileri geri sallanmaya başladı. Şu mangal bile yaz boyu sadece onun istediği akrabalara, arkadaşlara, çıkarı olan sözde dostlarına yanar. Adam kendince haklı! Haklı Nalan! Asıl akılsız olan sen. Bunca yıl onun her isteğine boyun eğen sen. ‘Aman konu komşu, eş, dost ne der?’ diye susan sen. Hele bir çocuklar eğitimlerini tamamlasınlar diye sineye çeken sen. Ne oldu? Ne değişti Nalan söylesene! Baksana şu haline! Tepeden tırnağa ağrılar içindesin, sabahlara kadar ağrılı ayaklarını birbirine sürtüp uyumaya çalışıyorsun, zonklayan başını yastık tutmuyor. Çocuklar bile huzursuz olmamak için artık yazlığa gelmiyorlar. Anneni kaç gün misafir edebildin söylesene Nalan! Bunca yıl didindin de ne oldu Nalan? Evinde ağabeyini bile ağırlayamıyorsun Nalan!”

Sesi gittikçe yükselmeye başlamıştı. Nalan öfkesinin tel örgülerdeki sarmaşıktan, köşedeki limon ağacından ve ayağının altındaki çimenlerden yayıldığını hissedebiliyordu. Onun tamamen dışında, bahçede girdap gibi dönen bir öfke. Nalan’ı aşıyordu öfkesi. Yatıştırmaya çalışmak bir insandan kendisini yere sermesini beklemekten farksızdı. Bir yandan da tüten mangala tahta parçaları atıyordu. Bir çırayla közleri karıştırdı, tutuşan parçayı tahtaların içine bıraktı. Hafiften bir alev yükseldi. Hoşuna gitti. Pencere camları gibi boş gözlerle etraftaki dağınıklığa bakarken kırmızı beyaz pötikareli masa örtüsüne gözü takıldı. Bu ev için aldığı ilk eşya oydu. Kırıntılarla, yağ ve dondurma lekeleriyle leş gibi olmuştu. Örtüyü kim yıkayacak Nalan? İçindeki direnç öyle şiddetli ve buyurgandı ki, hiçbir şey görmemek için gözlerini yumdu. Sonra ani bir hareketle örtüyü dertop etti, ateşin içine attı. Allahım ne güzel alev aldı! Ayağını uzattığı sandalyedeki mindere gözünü dikti. Diktatör hamurundan yoğrulmuş kıçını hep aynı mindere koymayı seven kocasının göz bebeği! Yerinden bile kalkmadan uzanıp minderi mangala atıverdi. O da ateşi hızlıca aldı. Durmadı, bu sefer iskemleyi ayağıyla mangala doğru ittirdi. Mangal devrildi, içindekiler bahçeye saçıldı, sandalye tutuştu. Sağa sola dökülen eşyalar alevlerin saçılmasını sağlıyordu. Masayı kaldırırken çok ağır olacağını sanmıştı, fakat endişe verecek kadar hafifti, bir peluş oyuncak kadar… Eline ne geçerse ateşe atmaya başladı. Hırka, kahve fincanı, telefon… “Eveeeet, en çok da telefon” diyerek işine devam etti. Çimler üzerinde sabırsızlıkla dans eden bir gölgesi olduğunu fark etti. Gölgesi ondan çok daha rahat, çok daha kendinden emindi.

Alevler evin ahşap panjurlarına, kapısına, merdivenlerine ve pergolesine ulaştı, oradan da çatıya sıçradı. Camlar patladı. O sese, dumana ve alevlerin yarattığı aydınlığa uyanan komşuların lambaları nedense yanmamıştı. Seyirciler bu cümbüşü karanlığın içinden mi seyrediyordu? Nalan son hamlesini evlilik yıldönümü hediyesi güneş şemsiyesini de ateşe atarak yaptı.
Dünyada bir şey durmuş kendisini beklemekteydi. Çıkışsız kapıları, patlayan camları ve onurlu bir iş gününü ardında bırakıp dürüst bir yorgunlukla denize doğru yürümeye başladı. Deniz bir sevgiliyi karşılar gibi, onu kollarına alırken gülümsüyordu. Gidişini kimsecikler görmedi, duymadı. Sadece, uzaklarda bir teknedekiler sessizliği bölenin kim olduğunu öğrenmek için etraflarına bakınmıştı o kadar…

____________

(Yakında çıkacak olan “Az Kalsın Yaşıyordum” isimli öykü kitabı dosyasından...)


içindekiler    üst    geri    ileri   




 39