“Saçına neden nohut suyu sürmüyorsun?” dedi, “İyi gelir, dökülmüş hep…”
Gözlerim yaşardı, tutmaya çalıştım kendimi. Yıllardır ilk kez saçlarıma
dokunuyordu ve sanki ilk kez de görüyordu. Aslında aynı anda sürekli bunu
fark edip kaygı ediyormuş da hiç söyleyememiş gibi bir his de oluştu
içimde. Yine de doluktum, bir yumru tıkandı boğazıma. “Fırsat olmuyor
ki…” dedim, aklım kalçalarındaydı. Küçük bir çocuğu kucaklar gibi
kucaklamıştım, bacaklarını belime dolayıp. Onun elleri boynuma, benim
ellerim onun kalçalarına dolanmış, gövdeme bastırıyordum. Küçücüktü
kalçaları, küçülmüştü. “Erimiş…” diye düşündüm. “Zayıflamış gün be gün.”
Bu iyi bir şey midir, kötü bir işaret midir bilemiyordum; herkes farklı
bir şey söylüyordu.
Biraz yorgun görünüyordu sabah, bulaşığı ben yıkayıp öyle çıkayım dedim.
Dayanamadı, yardıma geldi. Benim deterjanladığım kap kacağı o
duruluyordu. Uzun zamandır bu kadar yakın olmamıştık. Nefret ediyordu
benden, hep uzak duruyordu. En azından bir süredir böyleydi. Sanki
ezelden beri böyleydi, en azından ben öncesini hatırlamıyorum. Sabunlamak
için evyeden aldığım tabağın altından bir bardak kırığı çıktı. Ellerim
sabunluydu, alırken kaydırır bir tarafımı keserim şimdi dedim, “Şunu
alsana şuradan.” Dedim. Uzanıp aldı, küçük bir cam parçasıydı. Alıp çöpe
atacaktı altı üstü. Aldı ama atamadı. Cam parçası parmaklarının arasından
avuç içine kaydı, kımıldamadan duruyordu. “Atsana çöpe…” dedim, ne
olduğunu anlamaya çalışarak yüzüne bakıyordum. Durdu, tutuldu, kasıldı,
titremeye başladı. Gözlerinden bir damla yaş yekindi, taştı, akmadı,
öylece asılı kaldı. Sanırım “Tamam…” dedi, bir şeyden dolayı. “Tamam…”
dedim içimden, “Buraya kadar…” Elimi yıkayıp parmaklarını araladım.
Elinin ayası azıcık kanamıştı, cam parçası küçüktü, kanama önemli
değildi. “Kapat avucunu, silerim şimdi.” Dedim, titriyordu. Kucakladım,
götürüp yatırayım dedim. Küçük bir çocuğu kucaklar gibi kucakladım.
Ellerini boynuma, bacaklarını belime doladı. Kalçalarından tuttum sıkıca
ama gerek yoktu. Hafifti, zayıflamış, erimişti. Kalçaları bile küçücük
kalmıştı, eskiden göze görünür, ele gelirdi, bu kadar kolay taşıyamazdım.
“Yemiş…” dedim, “İçeriden. Görünmeden, artık nasıl bir şeyse…”
Mutfaktan odaya kadar olan yol nasıl uzadı, evin dışına çıktı. Çevresi
ağaçlıklı, toprak bir yolda yürümeye devam ettik. Serindi hava, güzeldi
her şey. Yaşamak daha güzeldi ama o eriyordu, benim saçlarım dökülüyordu.
İşte bir de tutulma gelmişti. İkimiz aynı anda hissetmiştik, sonun
başlangıcıydı bu. Nefret ediyordu benden ama işte ikimiz aynı anda aynı
şeyi hissetmiştik; ölüyordu. Elini saçıma sürdü, ağarmış, seyrelmiş
saçıma. “Neden nohut suyu sürmüyorsun” dedi, “Saçların dökülmüş hep.
Elinin altında nasılsa…”
Nohuttan da nefret ederdi, nohut suyundan da en az benden nefret ettiği
kadar. Sanırım nohuttan benim yüzümden nefret ederdi. Ben nohut sattığım
için mi, sürekli nohut ve suyunun faydalarından söz ettiğim için mi emin
değilim. Ama Allah şahit yalanım yok. Sırf ben satıyorum, bundan ekmek
parası kazanıyorum diye tek kelime söylediysem yediğim her lokma haram
olsun. Yeminle şahidim faydalarına. Hem doktorlar da söylüyor, beslenme
uzmanları da. Elimde yüzlerce gazete kesiği var nohutun faydalarına dair.
Gördüğüm her gazete haberini kesip sakladım. Ne zaman televizyonda bir
doktor nohuttan bahsetse, defterimi alıp satır satır yazdım
yetişebildiğim kadar. Tarih attım, doktorun adını, hangi televizyon
kanalında söylediğini yazdım. Defterin yarısı dolu, gazete kesikleriyle
beraber duruyor. Ne zaman birisi inanmayacak olsa çıkarıp gösteriyorum
tek tek. Kendisinin arabası var diye götü kalkıp benim her şeyimle alay
eden yavşak bacanak bile inandı nerdeyse. Karısına demiş geçen, “Nohut
pişirirken suyundan yüzüne de sürsene, belki güzelleşirsin” demiş. Gerçi
yine alay ediyor olabilir ama neyse. Bir bunu inandıramadım senelerdir.
Yahu hiçbir faydası olmasa yıllardır evimizi geçindiriyor mübarek nimet.
Sırf bu yüzden her sabah öpüp başıma koymaya değmez mi? Tezgahta
haşladığım nohutu ayırır, kimini baharatlar, kimini tuzlarken suyunu bir
sürahiye ayırıp tezgahın altındaki dolaba koyarım. Bazıları gelip ister
benden, saçına süren de var, yüzüne süren de. Yemin billah sivilcelerinin
kaybolduğunu, saçının dökülmesinin durduğunu anlatan çok. Birisi her
“nohut iyidir…” dediğinde koltuklarım kabarır, gururlanırım, bu utanır.
Sanırım benim yüzümden nefret eder nohuttan da.
“Neden nohut suyu sürmüyorsun saçına?” dedi, “Dökülmüş hep. Protein iyi
gelir.”
Gözlerim doldu, bir yumruk oturdu boğazıma, iyi pişmemiş pidenin içi gibi
çöktü, nefesim daraldı. Kanser işte böyle içten yiyor insanı, eritiyor
bedenini de ruhunu da. Eriyen beden nasıl incelirse eriyen ruh da öyle
inceliyor demek ki. Belki de hep dedikleri gibi ölmeye yakın insana garip
haller çöküyordur, insan nefret ettiğini bile sevmeye başlıyordur. Ne
desem sesim titreyecekti, ne desem ağlayacaktım, ne desem incinecekti…
“Sen yaşayacaksan sürerim” demek istedim, “Sen yanımda olacaksan,
ölmeyeceksen, benden nefret etmeyeceksen sürerim.” Demek istedim, “Neme
lazım saç benim şu saatten sonra, sen olmadıktan sonra…” diyeyazdım…
“Fırsat mı oluyor ki?” dedim, “elin günün derdinden…” “Sür, sür, iyi
gelir.” Dedi, sustum… “Sürerim gayrı…” diyemedim, denmezdi…