ÖYKÜ

Ali Bozdağ  







NOHUT SUYU


“Saçına neden nohut suyu sürmüyorsun?” dedi, “İyi gelir, dökülmüş hep…”

Gözlerim yaşardı, tutmaya çalıştım kendimi. Yıllardır ilk kez saçlarıma dokunuyordu ve sanki ilk kez de görüyordu. Aslında aynı anda sürekli bunu fark edip kaygı ediyormuş da hiç söyleyememiş gibi bir his de oluştu içimde. Yine de doluktum, bir yumru tıkandı boğazıma. “Fırsat olmuyor ki…” dedim, aklım kalçalarındaydı. Küçük bir çocuğu kucaklar gibi kucaklamıştım, bacaklarını belime dolayıp. Onun elleri boynuma, benim ellerim onun kalçalarına dolanmış, gövdeme bastırıyordum. Küçücüktü kalçaları, küçülmüştü. “Erimiş…” diye düşündüm. “Zayıflamış gün be gün.” Bu iyi bir şey midir, kötü bir işaret midir bilemiyordum; herkes farklı bir şey söylüyordu.

Biraz yorgun görünüyordu sabah, bulaşığı ben yıkayıp öyle çıkayım dedim. Dayanamadı, yardıma geldi. Benim deterjanladığım kap kacağı o duruluyordu. Uzun zamandır bu kadar yakın olmamıştık. Nefret ediyordu benden, hep uzak duruyordu. En azından bir süredir böyleydi. Sanki ezelden beri böyleydi, en azından ben öncesini hatırlamıyorum. Sabunlamak için evyeden aldığım tabağın altından bir bardak kırığı çıktı. Ellerim sabunluydu, alırken kaydırır bir tarafımı keserim şimdi dedim, “Şunu alsana şuradan.” Dedim. Uzanıp aldı, küçük bir cam parçasıydı. Alıp çöpe atacaktı altı üstü. Aldı ama atamadı. Cam parçası parmaklarının arasından avuç içine kaydı, kımıldamadan duruyordu. “Atsana çöpe…” dedim, ne olduğunu anlamaya çalışarak yüzüne bakıyordum. Durdu, tutuldu, kasıldı, titremeye başladı. Gözlerinden bir damla yaş yekindi, taştı, akmadı, öylece asılı kaldı. Sanırım “Tamam…” dedi, bir şeyden dolayı. “Tamam…” dedim içimden, “Buraya kadar…” Elimi yıkayıp parmaklarını araladım. Elinin ayası azıcık kanamıştı, cam parçası küçüktü, kanama önemli değildi. “Kapat avucunu, silerim şimdi.” Dedim, titriyordu. Kucakladım, götürüp yatırayım dedim. Küçük bir çocuğu kucaklar gibi kucakladım. Ellerini boynuma, bacaklarını belime doladı. Kalçalarından tuttum sıkıca ama gerek yoktu. Hafifti, zayıflamış, erimişti. Kalçaları bile küçücük kalmıştı, eskiden göze görünür, ele gelirdi, bu kadar kolay taşıyamazdım. “Yemiş…” dedim, “İçeriden. Görünmeden, artık nasıl bir şeyse…”

Mutfaktan odaya kadar olan yol nasıl uzadı, evin dışına çıktı. Çevresi ağaçlıklı, toprak bir yolda yürümeye devam ettik. Serindi hava, güzeldi her şey. Yaşamak daha güzeldi ama o eriyordu, benim saçlarım dökülüyordu. İşte bir de tutulma gelmişti. İkimiz aynı anda hissetmiştik, sonun başlangıcıydı bu. Nefret ediyordu benden ama işte ikimiz aynı anda aynı şeyi hissetmiştik; ölüyordu. Elini saçıma sürdü, ağarmış, seyrelmiş saçıma. “Neden nohut suyu sürmüyorsun” dedi, “Saçların dökülmüş hep. Elinin altında nasılsa…”

Nohuttan da nefret ederdi, nohut suyundan da en az benden nefret ettiği kadar. Sanırım nohuttan benim yüzümden nefret ederdi. Ben nohut sattığım için mi, sürekli nohut ve suyunun faydalarından söz ettiğim için mi emin değilim. Ama Allah şahit yalanım yok. Sırf ben satıyorum, bundan ekmek parası kazanıyorum diye tek kelime söylediysem yediğim her lokma haram olsun. Yeminle şahidim faydalarına. Hem doktorlar da söylüyor, beslenme uzmanları da. Elimde yüzlerce gazete kesiği var nohutun faydalarına dair. Gördüğüm her gazete haberini kesip sakladım. Ne zaman televizyonda bir doktor nohuttan bahsetse, defterimi alıp satır satır yazdım yetişebildiğim kadar. Tarih attım, doktorun adını, hangi televizyon kanalında söylediğini yazdım. Defterin yarısı dolu, gazete kesikleriyle beraber duruyor. Ne zaman birisi inanmayacak olsa çıkarıp gösteriyorum tek tek. Kendisinin arabası var diye götü kalkıp benim her şeyimle alay eden yavşak bacanak bile inandı nerdeyse. Karısına demiş geçen, “Nohut pişirirken suyundan yüzüne de sürsene, belki güzelleşirsin” demiş. Gerçi yine alay ediyor olabilir ama neyse. Bir bunu inandıramadım senelerdir. Yahu hiçbir faydası olmasa yıllardır evimizi geçindiriyor mübarek nimet. Sırf bu yüzden her sabah öpüp başıma koymaya değmez mi? Tezgahta haşladığım nohutu ayırır, kimini baharatlar, kimini tuzlarken suyunu bir sürahiye ayırıp tezgahın altındaki dolaba koyarım. Bazıları gelip ister benden, saçına süren de var, yüzüne süren de. Yemin billah sivilcelerinin kaybolduğunu, saçının dökülmesinin durduğunu anlatan çok. Birisi her “nohut iyidir…” dediğinde koltuklarım kabarır, gururlanırım, bu utanır. Sanırım benim yüzümden nefret eder nohuttan da.

“Neden nohut suyu sürmüyorsun saçına?” dedi, “Dökülmüş hep. Protein iyi gelir.”

Gözlerim doldu, bir yumruk oturdu boğazıma, iyi pişmemiş pidenin içi gibi çöktü, nefesim daraldı. Kanser işte böyle içten yiyor insanı, eritiyor bedenini de ruhunu da. Eriyen beden nasıl incelirse eriyen ruh da öyle inceliyor demek ki. Belki de hep dedikleri gibi ölmeye yakın insana garip haller çöküyordur, insan nefret ettiğini bile sevmeye başlıyordur. Ne desem sesim titreyecekti, ne desem ağlayacaktım, ne desem incinecekti… “Sen yaşayacaksan sürerim” demek istedim, “Sen yanımda olacaksan, ölmeyeceksen, benden nefret etmeyeceksen sürerim.” Demek istedim, “Neme lazım saç benim şu saatten sonra, sen olmadıktan sonra…” diyeyazdım… “Fırsat mı oluyor ki?” dedim, “elin günün derdinden…” “Sür, sür, iyi gelir.” Dedi, sustum… “Sürerim gayrı…” diyemedim, denmezdi…
 

içindekiler    üst    geri    ileri   




 14