İyi ki doğmuşum. Anamla babamın ilk çocuğuyum. Ben doğduğum sıraları, yaz
ekini oraktaymış. Anam, tarlada sancılanmış. Şair ve yazarlığa damardan
bağlanıp tutunmaya başlayınca, sık sık sorardım rahmetliye: "Anacığım,
ben ne zaman ve nasıl doğdum?" Yüzüne, yorgun ama ışıklı bir gülümseme
düşerdi!..
İlk çocuk olduğumdan sevincin de, çekilen sıkıntı ve acının da
katmerlisini gördüm. Ortalama bir yaşantım olmadı benim. Benliğime
karışan doğayı; canlı-cansız varlıkları, kuşları, bitkileri, börtü
böceği, birlikte yaşamın gücünü hep sevdim; yaşama sevincimi pek
yitirmedim. Yazarlık tutkusu beni düşündürüp-yorup, soluk benizli biri
yapsa da, tıkandıkça özlemle sarıldığım çocukluğuma döndüm. Çocukluğum
büyüttü renkli yazarlığımı! Yazdıkça dolup-taşan boy boy defterlerimi,
kağıt demetlerini atmaya kıyamayıp gömü gibi saklamışım. Kolilerden
çıkarıp açınca zarflarını içinden çıkamadım; gizemli düşlere dalıp
şaşırdım kaldım. Bu, felsefeye yatkın gençliğimin delice sayıklamaları;
yatağını oyup yıkan, ne bulduysa sürükleyerek akan boz-bulanık nehir
gibi. Ben onların bu köpüren, bu savrulan kusurlu coşkusunu, bu inançlı
gem vurulmaz tutkusunu vahşi ve güzel buldum. Yazık, defterlerde unutulup
kimsesiz kalmasın!. Yeri geldikçe kimini; iki ciltlik anı kitaplarımda
kullanacağım. İyi ki doğmuşum ve yaşıyorum. Askerde iken karalanmış, şu
başlıksız iki yazım da onlardan işte. Anlatan da, anlatılmak istenen de
sanırım benim!?..
*
Sayın filozof ve düşünürler; kişinin kendisini doğal akışa bırakmayarak
suçlayıp, eleştirip, çekiştirip durmasını; o kişide büyüyüp gelişme
ivmesinin durduğunun, yetersizlik ve kuruntu çemberi içinde sıkışıp
çöküşünün, değer yitimine uğrayıp tükenişinin delili sayarlar. Onların
haklı ya da haksız oldukları savında değilim. Ne var ki bazıları,
kendilerini en zalim yergilerle hırpalamaktan kurtulamıyor. Kendisini
zavallı, başkalarını 'en iyi' olarak görüp karşılaştırarak kıskanıyor!,
Özgüvensizlik kötüdür. Böyleleri, güçsüzlüklerinin kendilerine
hazırladığı körkuyular içinde döner dururlar. Acınası ve
tehlikelidirler!.
Bazen aynanın karşısına geçip gözlerdeki yorgun halkaların kaybolmasına,
bazen eğri bir burnun parmakla oynamakla düzelip güzelleşeceğine harcanan
saatler boşuna çabadır. Boş kişiyi; karamsarlığın, umutsuzluğun kucağına
düşürüp yalnızlığa iter. Yapacak iş mi yok! Oku, düşün, öğren, uygula..
Beynini süsleyince, değişip güçlenerek yararlı olduğunu,
sevilip-sayıldığını görecek ve sevineceksin. Daha da önemlisi
saklayıp-saklandığın kabuğundan çıkıp sosyalleşerek kendini seveceksin.
Zaten, " Her şey, bir insanı sevmekle başlar!" ( Sait Faik Abasıyanık).
Ve de " Sevgi, bilgiden doğar!" (Leonardo Da Vinci) demişler.
İşin bir başka yönü de aşırı titizlik. Aşırı titizlik; her gün, her şeyin
daha fazlasını isteyiş; düşüncede, üretimde, aşkta-meşkte en iyisini, en
güzelini yani mükemmelini arayıştır. Oysa 'mükemmel' diye bir şey var mı,
yok mu belirsiz? Belki de hiç olmadı. Var ise kim, nasıl ve ne zaman
ulaşmış!. Tanrısalca bir duyum içinde kusursuzu bu arayış inadı insanı
gerer! Huysuz, hoşgörüsüz, çekilmez biri yapar. Beğenmezlik-yetinmezlik
bir hastalık aslında. İnsan, kendinin kurdu! Elinin tersiyle itersen
bulduğun mutluluğu, an gelir gerçeğin acı şamarı yüzüne iner!
Mükemmellik, Azrail'in tırpanında mı yoksa?. Hüzünlerin, acıların,
ağrıların son bulduğu, her şeye veda edilen tatlı bir büyüdür ölüm!...
**
Yıl 1947. Ağustos ayının başları. Güneş'in ilk ışıkları durgun bir gölün
yüzünü öpüp tembel tembel göğe yükselirken, köylüler ekin biçiyordu.
Düzgür kırsalındaki tarlalar, köye biraz uzaktır. Bizimkiler topluca, gün
doğmadan yola düşüp geldiler..
Öğlene dek yarılanan tarlada, erkeklerin biçtiğini kadınlar deste yaptı.
Ve her şey olağandı. Hafif bir yel esiyordu Anamaslar'dan. Heybeler,
asılı olduğu meşe palamutlarından indirildi. Testilerin suyu, kuyudan
tazelendi. Azıklarını çıkarıp yere serdiler ve bir güzel toplanıp iştahla
yediler. Yemeğe; karşıdaki Hacıakif Adası'na karadut toplamaya giden
oğulları Hayri de yetişti. Kalabalık aile, yeniden güç tazeleyip ayağa
kalkarak ekine girişti!..
İkindi ezanı okunurken, yaşlılar saf bağlayıp namaza durmuştu. Doğada her
şey olağan akışındaydı. Bir kaç tarla kuşu havalanıp, Bayındır'a doğru
uçtu. Bir körpe gelin aniden vuran sancıyla burkulup yere yığılınca;
gençler korkuya kapılıp koşuşturdular. Yaşlı kadınlar, olacağı
biliyor–bekliyor gibiydiler. Yüzlerinde ne sevinç ne de üzüntü olduğu
belirsiz buruşuk bir koyuluk gezindi.. Telaşlı biri: "Elif Bacı, ha
şöyle geliver" diye ünledi. Elif, evliliğinin üçüncü yılında bir taze
gelindi. Halden bilirce ve işveli göz kırptı. Cemre'nin anasına: "Hanım
Nine, kızının vakti tamam aboov" deyip esenledi.
Erkekler, atları eyerlemiş, eşeği semerlemiş dönüşe hazırdılar. Hanım
Nine, bir komutan edasıyla, erkeklere: "Siz önden gidedurun, kağnı ile
biz size yetişiriz! diyerek, başından savdı. Erkekler; "Deh-daha-cık cık
" sesleri içinde yola düzüldü. Kalanlar; doğacak ilk çocuğun telaşlı
sevinci içinde; çuval, kilim, çaputtan bir yatak hazırlayıp, kuyudan su
taşıdılar. Cemre gelin, ecel terleri dökerken; gürbüz bir bebek ağlayışı,
tarlaları aşıp dağları sardı!.. Kadınlar gururla gülümseyip: "Nazar
değmesin maşallah, ne de yağızmış oğlumuz, okur da büyük adam olur
inşallah. Tuuu tuu destur!" nakışlı dualar okuyup üfleyerek kağnıyı köye
sürdüler..
Yıllar çabucak geçti. Atalar toprağında serpilip gelişerek büyüyen çocuk,
ilkokul çağına erişti! Özgür, hareketli, mutlu ve sevecendi. O'na 'altın
çağını' yaşatıp, geleceğe hazırlayan kutlu atalarını hiç unutmadı. Zorlu
okullardan geçti. Okudukça gelişti, yurtseverlik sevdasının bilinçli,
düşünen, üreten etkin bir neferi oldu!..