ANLATI

Semih Özcan   





 

GULLİVER DEVLER / CÜCELER ÜLKESİNDE

                                                                                         - Yirminci Bölüm -

"KORTEJE KATILDI SOKAKTAN GÖZÜ YAŞLI KEDİLER"


‘’Ölümün geldiğini bilmeden gitti o. Soluk alamadığı zaman ‘nefes alamıyorum!’ diyebildiği son sözlerini söyleyebildiği zaman bile. Son sözlerinin son sözleri olduğunu bilmeden ayrıldı yaşamdan. Yaşamla iç içe, yaşam coşkusuyla iç içe, geleceğe sözlü her insan, ölümü nasıl uzakta bir şey olarak düşünürse öyle.

Askeri cezaevinin dış nizamiyesi önüne bizi arabasıyla getiren amcamla Rana’dan ayrılırken biz, İlhan ‘Ağabey’ diye seslenmişti hemen iki adım arkamdan, ‘baksana Rana ablam ağlıyor.’ Geriye dönmüştüm. İlhan gülerek ‘ağabeyim bu kadar içeri girdi, seni ağlarken görmedim Rana abla, şimdi n’oldu?’ demişti. Rana, ‘bu başka bir şeye benziyor İlhan!’ diye yanıtlamıştı sorusunu. İkimizi, iki kardeşi bu kez cezaevine birlikte girerken görmenin ötesinde bir duygu olmalıydı.’’

(Muzaffer İlhan Erdost, ‘O Bir Gülüştü’, Nitelik, s.2, Aralık 1982/Ankara, s.65)

Mamak’ta Nizamiye Kapısından girdikten sora solda hücreler bulunur. Her biri iki-üç metrekareyi geçmeyen yan yana dört-beş hücre var. Sizlere daha önce de söylediğim gibi, gözaltına alınanlar önce buraya getirilir. Burada saatlerce; en az on-on beş kimi zaman da 24 saat ayakta tutulursunuz. Bu daracık, normalde anca iki kişinin sığabileceği kafeslere çok sayıda kişi tıkıştırılarak konur. Ve saatlerce ayakta, hiç kıpırdamadan bekletirsiniz. Burada ilk coplamalar başlar. Aynı zamanda da ispiyonculuk yapmaya zorlanırsınız. En küçük bir kıpırdanan olduğunda sizlerden o kişinin kim olduğu sorulur. Kimse yanıt vermeyince sırayla herkes coptan nasibini alır. Muzaffer ve İlhan Erdost da büyük olasılıkla önce buraya kondular ve ilk darbeleri burada aldılar. Saatler süren bekleyişin ardından ertesi gün sabaha karşı üç-dört gibi ‘kafes’den çıkarılırsınız. İfade vermeler, tutanaklar, imza işlemlerinde sonra cemselere bindirilip koğuşlara doğru yola çıkarılırsınız. İlk işkence burada başlar; cop, tekme-tokat, dipçik darbeleriyle Mamak’a geldiğinizin bilincine varırsınız. İşte bu cemse içinde en şiddetli darbeleri yaşar İlhan Erdost. Kafasına yediği dipçik darbeleriyle beyninde iç kanama bu cemselerde başlar. Koğuşların yakınında bir boş alan vardır. Burada indirilirsiniz. Ve o an gerçek yıkım, saldırı başlar. Yere yıkılarak ard arda dipçik ve tekmelerle karşılaşırsınız. En çok darbe aldığınız, dayak yediğiniz,üzerinize çıkılıp tepindikleri alan işte bu noktadır. Ve İlhan Erdost, bu alanda son nefesini verir. Koğuşlarınıza girerken de ayrıca bir cop faslından geçersiniz. Bunun adı da ‘hoş geldin çayı’dır.

Muzaffer Erdost, kardeşinin ölümüyle yaşadığı travmayı uzun süre üstünden atamaz. Hala da attığı söylenemez. Önce onun adını kendine, onun kişiliğini de kendi kişiliğine ekleyerek o günden bu yana onunla yaşar, kendi bilincinde ve bedeninde onun varlığını yaşatır. Adını alır; o artık Muzaffer İlhan Erdost’tur. Hemen ardından günümüzde de varlığını sürdüren kitabevini açar: ‘İlhan İlhan.’ Yayıncılığını inatla, geliştirerek sürdürür. Yıllarca kardeşiyle birlikte yaşattıkları ‘Sol’un yanına ‘Onur’u da koyar. Ve her yıl onun ölüm yıldönümü olan haftada çıkardığı kitaplarda büyük oranlarda indirime giderek, yayınların geniş bir okur kitlesine ulaşması için çabalar.

İlhan Erdost bu ülkede öldürülen aydınlardan biri. 12 Eylülü hazırlayan süreçte ve 12 Eylül ve sonrasında öylesine aydın ve yazarımız katledildi ki, şu an sizlere bunları yazarken ben bile zorlanıyorum; biliyorum ki hangisini yazarsam yazayım mutlak adlarını yazmayı unuttuklarım olacak. Çünkü Türkiye yıllardır bellekleri zorlayan bir aydın kıyımını yaşadı, yaşıyor.

Şu an ilk aklıma gelenler:

Görevli olduğu Erzurum Atatürk Üniversite’sinde 15 Haziran 1977’de bıçaklanarak öldürülen Doç. Orhan Yavuz;

Evinin önünde arabasına binerken, 24 Mart 1978’de kurşunlanarak öldürülen, demokrat kimliğiyle tanınan, Ankara Cumhuriyet Savcısı Doğan Öz;

Evinden çıktıktan sonra üç kişi tarafından 11 Temmuz 1978’de katledilen Hacettepe Üniversitesi Sanat Tarihi Kürsüsü öğretim üyelerinden ve Türk Dil Kurumu üyesi Doç. Dr. Bedrettin Cömert;

20 Ekim 1978’de İTÜ Elektrik Fakültesi dekanıyken öldürülen Prof. Dr. Bedri Karafakioğlu;

1 Şubat 1979’da Teşvikiye’deki evinin yakınında arabasında kurşunlanarak öldürülen Milliyet gazetesi başyazarı Abdi İpekçi;

Adana emniyet müdürü olduğu dönemde polis teşkilatına farklı ve demokrat bir kimlik kazandırmak isterken, 28 Eylül 1979’da öldürülen Cevat Yurdakul;

20 Kasım 1979’da İstanbul Üniversitesi öğretim üyesiyken evinin önünde öldürülen Prof. Ümit Doğanay;

İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Sosyoloji Enstitüsü başkanıyken 7 Aralık 1979’da evinin yakınındaki otobüs durağında öldürülen Prof. Cavit Orhan Tütengil;

11 Nisan 1980’de Mecidiyeköy’de vurulan TRT programcısı ve yazar Ümit Kaftancıoğlu;

Türk Tabibler Birliği Merkez Heyeti üyesiyken, 23 Mayıs 1980’de evlerine yapılan baskın sonucu öldürülen Dr. Sevinç Özgüner;

15 Temmuz 1980’de evinin önünde öldürülen DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler;

31 Ocak 1990’da evine giderken öldürülen Atatürkçü Düşünce Derneği kurucularından eski CHP milletvekili Prof. Muammer Aksoy;

Evinin önünde 7 Mart 1990’da açılan ateş sonucu öldürülen Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Koordinatörü ve yazarı Çetin Emeç;

4 Eylül 1990’da Koşuyolu’ndaki evinin az ilerisinde öldürülen, dine yönelik yazılarıyla tanınan yazar Turan Dursun;

Evine gönderilen bombalı bir paketin patlaması sonucu 6 Ekim 1990’da öldürülen, İlahiyat Fakültesi eski dekanı ve SHP Parti Meclisi üyesi Prof. Bahriye Üçok;

Diyarbakır’da 20 Eylül 1992’de öldürülen Kürt aydın ve yazarı Musa Anter;

24 Ocak 1993’de evinin önünde arabasına konulan bombanın patlaması sonucu öldürülen Türkiye’deki sol aydınların en etkililerinden Cumhuriyet gazetesi yazarı Uğur Mumcu;

31 Aralık 1994’de uğradığı bombalı saldırıdan 11 gün sonra aramızdan ayrılan yazar, sinema eleştirmeni Onat Kutlar;

Yine evinin önündeki arabasına konan bombanın patlaması sonucu 21 Ekim 1999’da öldürülen siyasetçi, siyaset bilimci, yazar, SBF öğretim üyesi Prof. Ahmet Taner Kışlalı;

19 Ocak 2007’de gazetesinin önünde öldürülen Ermeni kökenli aydınlarımızdan Agos gazetesi sahibi Hrant Dink.

Dediğim gibi; yazamadığım çok isim var. Özellikle de her biri birer değerli aydın olan gazeteci, öğretmen ve öğrenci arkadaşlarımızı da listeye eklemeye kalksak sayfalar yetmez. Çünkü bu coğrafyada aydın katliamı hiç bitmedi, bitmez.

Haldun Taner, ‘Düşsem Yollara Yollara’ kitabında hoş bir anısını anlatır (Tekin Yayınevi, 1979/İst.,s.115). Taner’in edebiyat meraklısı bir arkadaşının yolu bir gün Fransa’ya düşer. Paris’e gider. Amacı o dönemler Fransa’da tanınan ve sevdiği yazarları, aydınları görmek, onlarla tanışmaktır. Günlerce dolaşıp Café Flora’da Sartre’la kahve içmenin, Champ Elysé’de Simone de Beauvoire’la merhabalaşmanın, Quarter Latil’in bir bistrosunda François Sagan’la, Seins kıyısı köprü altlarında Jean Genet ile konuşabilmenin düşünü kurar. Ama hiç birine rastlayamaz. İyice bozulur. Sonunda dayanamaz bir Fransıza sorar ‘ Bu insanlar Paris’te yaşamıyorlar mı? Nerede bunlar?’ diye. Yanıt, ağzının payını alır niteliktedir: ‘Evlerinde yazı yazıyorlar.’

Paris’e giden kişi n’apsın, oradaki aydın ve yazarları da bizimkiler gibi sanmış. Bir de oranın yazarları her türlü rahatlığa ve dinlenme ortamlarına alışkın insanlar. Çalışmalarını evde yapıyorlar. Bizdeyse bu iş başlı başına bir meslek sayılmadığından ve başkaca da dinlenme zamanları olmadığından; bizim yazarımız, aydınımız, bir yandan çayını içer içkisini yudumlarken, meyhane, birahane,çayhane köşelerinde iş yaratmaya çalışır, yazılarını dergilerde yayınlatmanın ya da kitaplaştırmanın yollarına düşer. Bizde Fransa’nın tam tersi, yazarlarımız evde kolay bulamazsınız; eğer bir demlenme köşesinde değilse ya hapishanededir ya mezarda.

Daha önce de söyledim sanırım, Ankara’da en çok takıldığım sokaklardan biri Kızılay’dan Kolej’e giderken önünüze çıkan Mediha Eldem sokaktır. Bu sokakta çok hoş bir o kadar da buruk çok anılarım oldu. Öncelikle sokağın girişinde sağ başta İngiliz Kültür vardı. Oraya sayısız konsere, sergi açılışlarına gittim. İngiliz Kültür’ün müdürü de samimi olduğum bir arkadaşımdı. Zaman zaman bu nedenle çok takıldığım bir yerdi İngiliz Kültür. Yazının başında öldürülen aydınlarımızın, yazarlarımızın listesini verirken, Ümit Kaftancıoğlu’nun da adını andım. Kaftancıoğlu’yla da bu sokakta tanıştım, üstelik öldürülmeden bir hafta önce.

Sokak içinde bir öğretmen derneği vardı. Kesin anımsamıyorum ama büyük olasılıkla Öğretmen Dünyası olabilir. Onlar bir konuşma etkinliği düzenlemişlerdi, konuşmacı Ümit Kaftancıoğlu’ydu, öldürülmeden tam bir hafta önceydi. O gün orada onunla tanışmış; hem konuşma arasında hem de bitiminde çay eşliğinde uzunca ve keyifli bir sohbet yapmıştık. Ölümü bende bu nedenle başlı başına bir yıkım ve üzüntü yarattı.

Körler Federasyonu’na ait büyükçe bir bina ve yurt da Mediha Eldem’deydi. Yapmakta olduğum bir araştırma nedeniyle yakından tanıdığım, aramın iyi olduğu federasyon başkanına rica edip, bu yurtta da bir ay kaldım gözleri görmeyen o insanlarla. Doğrusunu isterseniz öylesine rahat bir yaşamları vardı ki o binada, kör olduklarını düşünemezsiniz. Bina içinde dolaşmaları, yemekhanedeki davranışları bizden farksız. Hatta yemekhanede bizden çok daha iyi durumdalar, sırayı bizden iyi görüyorlar, kaynak yaptıkları yok. Onlarla o kadar çok içli dışlı oldum ki, bir gün olağanüstü kongreleri vardı. Körler Federasyonu için tüm alt birim derneklerinin bir araya geldiği seçimli kongre. Ona da katıldım. İnanılmaz bir manzara. Bizim kavgalı, tartışmalı dernek ve parti kongreleri yanında yaya kalır. Müthiş bir çekişme, ortalığı yıkan bağırış çağırış ve inanılmaz bir kavgalı ortam. En çok inanamadığım olay da adamlar kongre boyunca havalarda sandalyeleri, çantaları uçuşturdular ve hiç biri de ıskalamadı. Kör olduklarına bakmayın adamların boşları yok. Her fırlattıkları sandalye, tam isabet. Artık buna altıncı his mi dersiniz başka bir şey mi dersiniz bilemem ama aklınız varsa gözleri görmüyor diye onlarla dalaşmayın. Dediğim gibi adamların hiç boşları yok. Her atışları hedefi buluyor. Kongre boyunca hacıyatmaz gibi işim gücüm, çömelip kalkmakla, başımı sürekli eğmekle geçti, kafama bir sandalye yememek için.

Süleyman Ege’nin Bilim ve Sosyalizm Yayınları da Mediha Eldem’deydi. Ana cadde üzerinden sokağı girdiğinizde, sol kolda sokağın ortalarını az geçince eskice bir apartmanın birinci katı. 12 Eylül’den kısa bir süre sonra onun yanına da gittim. Yılgın ve bezgin değil ama yorgun ve yıkıma uğramış bir adam karşıladı beni. Zaten ince yapılı biriydi; yaşadıklarıyla yüz hatları iyice çökmüş, ayakta durmaya, yaşama tutunmaya inat eden bir görüntü vardı karşımda. 12 Eylül’ün öldüremediği ama çok çektirdiği, sürekli hedefe oturttuğu aydınlarımızdan biriydi o da. Oturdum, uzun uzun yaşadıklarını, yayınevine yaptıkları inanılmaz baskıları, hiçbir mahkeme kararı olmaksızın nasıl tüm kitaplarına el konduğunu anlattı üzüntüyle. Bilim ve Sosyalizm adına çıkan bütün kitaplarını alıyorlar, sonra kitaplarda ‘suç’ bulamıyorlar ve gel al diyorlar. Ama bu kez onca kitap çoğu yerlerini farelerin yediği bir halde lağım sularının içinde yüzüyor. Bunları anlatırken gözleri yaşarıyor. Konuşmamızın sonunda biraz da az da olsa katkım olsun diye, ‘ben buraya kitap almaya geldim aslında. Kalan kitaplar neyse onları alayım’ diyorum. Küçücük bir kitaplığın anca bir sırasını dolduran kitapları gösteriyor. ‘ Yok ki, elimde kala kala, iki tane kitap kaldı’, diyor. O iki kitabı alıyorum. Parasını çıkarıyorum. ‘Bırak’ diyor ‘iki kitabın parası mı olur?’. Parayı zorla masaya bırakıyorum. O gün Süleyman Ege gözümde bir kez daha büyüyor.

Aydınlardan söz etmişken 12 Eylül’e damgasını vuran ‘Aydınlar Dilekçesi’nden söz etmemek olmaz. Darbeciler olanca güçleriyle saldırıyorlar, baskılar dayanılmaz boyutlarda. Herkes ‘bir şey yapmalı’ düşüncesinde ama o ‘şey’e bir türlü ulaşılamıyor. Bu sırada Aziz Nesin giriyor devreye. Çevresine bir grup arkadaşını toplayarak aydınların seslerini yükseltmesi gerektiğinden söz ediyor. Ve o dönemler biraz da illegal olarak ilk dilekçe hazırlanmaya başlıyor. Aziz Nesin’in başını çektiği bu hareket ilk aşamada dilekçeyi hazırlamak, gidilecek yolu saptamak üzere 16 kişiden oluşan bir ‘Yazmanlar Kurulu’ oluşturuyor. Aziz Nesin’in yanı sıra dilekçecilerin Ankara ayağının başını Uğur Mumcu çekiyor. Hatta Ankara’daki toplantılar Mumcu’nun evinde yapılıyor. Aziz Nesin ve Uğur Mumcu’nun yanı sıra yazmanlar kurulunda Hüsnü Göksel, İlhan Selçuk, Halit Çelenk, Murat Belge, Emin Değer, Haluk Gerger, Yakup Kepenek, Mehmet Tali Öngören, Bahri Savcı, İlhan Tekeli, Mete Tunçay, Şerafettin Turan ve Erbil Tuşalp vardır.

Mumcu’nun Ankara’daki evinde yapılan toplantılarda hoş bir anı da yaşanır. Dediğim gibi, toplantılar illegaldir, gizli yapılır. Bu da özellikle Ankara dışından gelenler için sorun yaratır. Çünkü kolay kolay Mumcu’nun evini bulamazlar, zorlanırlar. Özellikle ilk gelişlerinde çoğu bu nedenle gecikir. Aziz Nesin ise son derece rahattır. O da İstanbul’dan ilk olarak gelmektedir eve ama hiç zorlanmadan eliyle koymuş gibi bulur. Diğerleri şaşırır: ‘Yahu bu kadar kolay nasıl buldun? ‘ derler. Aziz Nesin, Nesin’lik yanıt verir: ‘Polislere sora sora buldum.’ Herkes şaşırır, biraz da çıkışırlar: ‘N’aptın? Hiç böyle bir toplantı için polise soru sorulur mu?’ ‘Ne yapayım’ der Nesin, ‘bu tür gizli toplantıların yerini en iyi polis bilir.’
Ve dilekçe imza aşamasında yoğun ilgi görerek başarıya ulaşır. Gerçi sonraları haklarında soruşturma açıldığında içlerinde ‘tapu senedi sandım, kefil kağıdı sandım ondan imzaladım’ diye kıvıran 3-5 kişi çıkacaktır ama kısa sürede 2000 imzaya ulaşırlar. Ve dilekçe 5 Mart 1984’te Prof. Fehmi Yavuz, Hüsnü Göksel, Bahri Savcı, Esin Afşar, Bilgesu Erenus ve Aziz Nesin tarafından ‘Cumhurbaşkanlığı’ ve ‘TBMM’ makamlarına verilir.

‘Aydınlar Dilekçesi’ toplumda büyük bir ilgi ve ‘umut’ uyandırır. O ‘şey’e ulaşılmış, aranan kan bulunmuştur. Herkes merakla sonucu, gelecek yanıtı beklemeye başlar.

Beklenen yanıtı Kenan Evren, 28 Mayıs’ta Manisa konuşmasında verir:

‘’Birçok aydınlar gördük. Vatan hainliği yaptılar. Bazı şairler vardı, yurtdışına kaçtılar. O aydın değil miydi? Bir millete hükmetmek için aydın olmak gerekmez ki. Son padişah Vahdettin de aydındı ama memleketi düşmanlara teslim etti.’’

Gerek Aydınlar Dilekçesi konusunda gerekse Uğur Mumcu’nun yaşamı üzerine okurlar Sevgi Özel’in Bilgi Yayınevi tarafından basılan Uğur Mumcu’nun yaşamını biyografik roman tarzında yazdığı ‘Uğur Olsun!’ kitabında daha ayrıntılı olarak bulabilirler.

Bu bölümün girişinde İlhan Erdost ve diğer öldürülen aydınlarımızdan girdik konuya. Bitimi de Sevgi Özel’in sözünü ettiğim kitabından Mumcu’nun oğlu Özgür Mumcu’nun babası için yazdığı şiirle bitireyim. Şiiri sadece babası için değil, sanki tüm öldürülen aydınlarımız için yazmış gibidir, dizelerinde her birini tek tek görüyorsunuz:

"O öldü.
Onlar öldü.
Bileylendi yürekler saçım uzadı.
Altıncı hissim oldu yağmur.
Uzaklarda yangınlarda külü savruldu çığlıkların.
Gündüz koptu dalından.
Tutsak, ham bir yaşam oturdu boğazıma.
O öldü.
Onlar öldü.
Büyüdü kalabalık.
Korteje katıldı sokaktan gözü yaşlı kediler."

 

- sürecek -    

dizin    üst    geri    ileri  

 



 33 

 SÜJE  /  Semih Özcan  /  yirmi üç kasım iki bin on altı   / 19