‘’Ölümün geldiğini bilmeden gitti o. Soluk alamadığı zaman ‘nefes
alamıyorum!’ diyebildiği son sözlerini söyleyebildiği zaman bile. Son
sözlerinin son sözleri olduğunu bilmeden ayrıldı yaşamdan. Yaşamla iç
içe, yaşam coşkusuyla iç içe, geleceğe sözlü her insan, ölümü nasıl
uzakta bir şey olarak düşünürse öyle.
Askeri cezaevinin dış nizamiyesi önüne bizi arabasıyla getiren amcamla
Rana’dan ayrılırken biz, İlhan ‘Ağabey’ diye seslenmişti hemen iki adım
arkamdan, ‘baksana Rana ablam ağlıyor.’ Geriye dönmüştüm. İlhan gülerek
‘ağabeyim bu kadar içeri girdi, seni ağlarken görmedim Rana abla, şimdi
n’oldu?’ demişti. Rana, ‘bu başka bir şeye benziyor İlhan!’ diye
yanıtlamıştı sorusunu. İkimizi, iki kardeşi bu kez cezaevine birlikte
girerken görmenin ötesinde bir duygu olmalıydı.’’
(Muzaffer İlhan Erdost, ‘O Bir Gülüştü’, Nitelik, s.2, Aralık
1982/Ankara, s.65)
Mamak’ta Nizamiye Kapısından girdikten sora solda hücreler bulunur. Her
biri iki-üç metrekareyi geçmeyen yan yana dört-beş hücre var. Sizlere
daha önce de söylediğim gibi, gözaltına alınanlar önce buraya getirilir.
Burada saatlerce; en az on-on beş kimi zaman da 24 saat ayakta
tutulursunuz. Bu daracık, normalde anca iki kişinin sığabileceği
kafeslere çok sayıda kişi tıkıştırılarak konur. Ve saatlerce ayakta, hiç
kıpırdamadan bekletirsiniz. Burada ilk coplamalar başlar. Aynı zamanda da
ispiyonculuk yapmaya zorlanırsınız. En küçük bir kıpırdanan olduğunda
sizlerden o kişinin kim olduğu sorulur. Kimse yanıt vermeyince sırayla
herkes coptan nasibini alır. Muzaffer ve İlhan Erdost da büyük olasılıkla
önce buraya kondular ve ilk darbeleri burada aldılar. Saatler süren
bekleyişin ardından ertesi gün sabaha karşı üç-dört gibi ‘kafes’den
çıkarılırsınız. İfade vermeler, tutanaklar, imza işlemlerinde sonra
cemselere bindirilip koğuşlara doğru yola çıkarılırsınız. İlk işkence
burada başlar; cop, tekme-tokat, dipçik darbeleriyle Mamak’a geldiğinizin
bilincine varırsınız. İşte bu cemse içinde en şiddetli darbeleri yaşar
İlhan Erdost. Kafasına yediği dipçik darbeleriyle beyninde iç kanama bu
cemselerde başlar. Koğuşların yakınında bir boş alan vardır. Burada
indirilirsiniz. Ve o an gerçek yıkım, saldırı başlar. Yere yıkılarak ard
arda dipçik ve tekmelerle karşılaşırsınız. En çok darbe aldığınız, dayak
yediğiniz,üzerinize çıkılıp tepindikleri alan işte bu noktadır. Ve İlhan
Erdost, bu alanda son nefesini verir. Koğuşlarınıza girerken de ayrıca
bir cop faslından geçersiniz. Bunun adı da ‘hoş geldin çayı’dır.
Muzaffer Erdost, kardeşinin ölümüyle yaşadığı travmayı uzun süre üstünden
atamaz. Hala da attığı söylenemez. Önce onun adını kendine, onun
kişiliğini de kendi kişiliğine ekleyerek o günden bu yana onunla yaşar,
kendi bilincinde ve bedeninde onun varlığını yaşatır. Adını alır; o artık
Muzaffer İlhan Erdost’tur. Hemen ardından günümüzde de varlığını sürdüren
kitabevini açar: ‘İlhan İlhan.’ Yayıncılığını inatla, geliştirerek
sürdürür. Yıllarca kardeşiyle birlikte yaşattıkları ‘Sol’un yanına
‘Onur’u da koyar. Ve her yıl onun ölüm yıldönümü olan haftada çıkardığı
kitaplarda büyük oranlarda indirime giderek, yayınların geniş bir okur
kitlesine ulaşması için çabalar.
İlhan Erdost bu ülkede öldürülen aydınlardan biri. 12 Eylülü hazırlayan
süreçte ve 12 Eylül ve sonrasında öylesine aydın ve yazarımız katledildi
ki, şu an sizlere bunları yazarken ben bile zorlanıyorum; biliyorum ki
hangisini yazarsam yazayım mutlak adlarını yazmayı unuttuklarım olacak.
Çünkü Türkiye yıllardır bellekleri zorlayan bir aydın kıyımını yaşadı,
yaşıyor.
Şu an ilk aklıma gelenler:
Görevli olduğu Erzurum Atatürk Üniversite’sinde 15 Haziran 1977’de
bıçaklanarak öldürülen Doç. Orhan Yavuz;
Evinin önünde arabasına binerken, 24 Mart 1978’de kurşunlanarak
öldürülen, demokrat kimliğiyle tanınan, Ankara Cumhuriyet Savcısı Doğan
Öz;
Evinden çıktıktan sonra üç kişi tarafından 11 Temmuz 1978’de katledilen
Hacettepe Üniversitesi Sanat Tarihi Kürsüsü öğretim üyelerinden ve Türk
Dil Kurumu üyesi Doç. Dr. Bedrettin Cömert;
20 Ekim 1978’de İTÜ Elektrik Fakültesi dekanıyken öldürülen Prof. Dr.
Bedri Karafakioğlu;
1 Şubat 1979’da Teşvikiye’deki evinin yakınında arabasında kurşunlanarak
öldürülen Milliyet gazetesi başyazarı Abdi İpekçi;
Adana emniyet müdürü olduğu dönemde polis teşkilatına farklı ve demokrat
bir kimlik kazandırmak isterken, 28 Eylül 1979’da öldürülen Cevat
Yurdakul;
20 Kasım 1979’da İstanbul Üniversitesi öğretim üyesiyken evinin önünde
öldürülen Prof. Ümit Doğanay;
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Sosyoloji Enstitüsü başkanıyken 7
Aralık 1979’da evinin yakınındaki otobüs durağında öldürülen Prof. Cavit
Orhan Tütengil;
11 Nisan 1980’de Mecidiyeköy’de vurulan TRT programcısı ve yazar Ümit
Kaftancıoğlu;
Türk Tabibler Birliği Merkez Heyeti üyesiyken, 23 Mayıs 1980’de evlerine
yapılan baskın sonucu öldürülen Dr. Sevinç Özgüner;
15 Temmuz 1980’de evinin önünde öldürülen DİSK Genel Başkanı Kemal
Türkler;
31 Ocak 1990’da evine giderken öldürülen Atatürkçü Düşünce Derneği
kurucularından eski CHP milletvekili Prof. Muammer Aksoy;
Evinin önünde 7 Mart 1990’da açılan ateş sonucu öldürülen Hürriyet
Gazetesi Genel Yayın Koordinatörü ve yazarı Çetin Emeç;
4 Eylül 1990’da Koşuyolu’ndaki evinin az ilerisinde öldürülen, dine
yönelik yazılarıyla tanınan yazar Turan Dursun;
Evine gönderilen bombalı bir paketin patlaması sonucu 6 Ekim 1990’da
öldürülen, İlahiyat Fakültesi eski dekanı ve SHP Parti Meclisi üyesi
Prof. Bahriye Üçok;
Diyarbakır’da 20 Eylül 1992’de öldürülen Kürt aydın ve yazarı Musa Anter;
24 Ocak 1993’de evinin önünde arabasına konulan bombanın patlaması sonucu
öldürülen Türkiye’deki sol aydınların en etkililerinden Cumhuriyet
gazetesi yazarı Uğur Mumcu;
31 Aralık 1994’de uğradığı bombalı saldırıdan 11 gün sonra aramızdan
ayrılan yazar, sinema eleştirmeni Onat Kutlar;
Yine evinin önündeki arabasına konan bombanın patlaması sonucu 21 Ekim
1999’da öldürülen siyasetçi, siyaset bilimci, yazar, SBF öğretim üyesi
Prof. Ahmet Taner Kışlalı;
19 Ocak 2007’de gazetesinin önünde öldürülen Ermeni kökenli
aydınlarımızdan Agos gazetesi sahibi Hrant Dink.
Dediğim gibi; yazamadığım çok isim var. Özellikle de her biri birer
değerli aydın olan gazeteci, öğretmen ve öğrenci arkadaşlarımızı da
listeye eklemeye kalksak sayfalar yetmez. Çünkü bu coğrafyada aydın
katliamı hiç bitmedi, bitmez.
Haldun Taner, ‘Düşsem Yollara Yollara’ kitabında hoş bir anısını anlatır
(Tekin Yayınevi, 1979/İst.,s.115). Taner’in edebiyat meraklısı bir
arkadaşının yolu bir gün Fransa’ya düşer. Paris’e gider. Amacı o dönemler
Fransa’da tanınan ve sevdiği yazarları, aydınları görmek, onlarla
tanışmaktır. Günlerce dolaşıp Café Flora’da Sartre’la kahve içmenin,
Champ Elysé’de Simone de Beauvoire’la merhabalaşmanın, Quarter Latil’in
bir bistrosunda François Sagan’la, Seins kıyısı köprü altlarında Jean
Genet ile konuşabilmenin düşünü kurar. Ama hiç birine rastlayamaz. İyice
bozulur. Sonunda dayanamaz bir Fransıza sorar ‘ Bu insanlar Paris’te
yaşamıyorlar mı? Nerede bunlar?’ diye. Yanıt, ağzının payını alır
niteliktedir: ‘Evlerinde yazı yazıyorlar.’
Paris’e giden kişi n’apsın, oradaki aydın ve yazarları da bizimkiler gibi
sanmış. Bir de oranın yazarları her türlü rahatlığa ve dinlenme
ortamlarına alışkın insanlar. Çalışmalarını evde yapıyorlar. Bizdeyse bu
iş başlı başına bir meslek sayılmadığından ve başkaca da dinlenme
zamanları olmadığından; bizim yazarımız, aydınımız, bir yandan çayını
içer içkisini yudumlarken, meyhane, birahane,çayhane köşelerinde iş
yaratmaya çalışır, yazılarını dergilerde yayınlatmanın ya da
kitaplaştırmanın yollarına düşer. Bizde Fransa’nın tam tersi,
yazarlarımız evde kolay bulamazsınız; eğer bir demlenme köşesinde değilse
ya hapishanededir ya mezarda.
Daha önce de söyledim sanırım, Ankara’da en çok takıldığım sokaklardan
biri Kızılay’dan Kolej’e giderken önünüze çıkan Mediha Eldem sokaktır. Bu
sokakta çok hoş bir o kadar da buruk çok anılarım oldu. Öncelikle sokağın
girişinde sağ başta İngiliz Kültür vardı. Oraya sayısız konsere, sergi
açılışlarına gittim. İngiliz Kültür’ün müdürü de samimi olduğum bir
arkadaşımdı. Zaman zaman bu nedenle çok takıldığım bir yerdi İngiliz
Kültür. Yazının başında öldürülen aydınlarımızın, yazarlarımızın
listesini verirken, Ümit Kaftancıoğlu’nun da adını andım.
Kaftancıoğlu’yla da bu sokakta tanıştım, üstelik öldürülmeden bir hafta
önce.
Sokak içinde bir öğretmen derneği vardı. Kesin anımsamıyorum ama büyük
olasılıkla Öğretmen Dünyası olabilir. Onlar bir konuşma etkinliği
düzenlemişlerdi, konuşmacı Ümit Kaftancıoğlu’ydu, öldürülmeden tam bir
hafta önceydi. O gün orada onunla tanışmış; hem konuşma arasında hem de
bitiminde çay eşliğinde uzunca ve keyifli bir sohbet yapmıştık. Ölümü
bende bu nedenle başlı başına bir yıkım ve üzüntü yarattı.
Körler Federasyonu’na ait büyükçe bir bina ve yurt da Mediha Eldem’deydi.
Yapmakta olduğum bir araştırma nedeniyle yakından tanıdığım, aramın iyi
olduğu federasyon başkanına rica edip, bu yurtta da bir ay kaldım gözleri
görmeyen o insanlarla. Doğrusunu isterseniz öylesine rahat bir yaşamları
vardı ki o binada, kör olduklarını düşünemezsiniz. Bina içinde
dolaşmaları, yemekhanedeki davranışları bizden farksız. Hatta yemekhanede
bizden çok daha iyi durumdalar, sırayı bizden iyi görüyorlar, kaynak
yaptıkları yok. Onlarla o kadar çok içli dışlı oldum ki, bir gün
olağanüstü kongreleri vardı. Körler Federasyonu için tüm alt birim
derneklerinin bir araya geldiği seçimli kongre. Ona da katıldım.
İnanılmaz bir manzara. Bizim kavgalı, tartışmalı dernek ve parti
kongreleri yanında yaya kalır. Müthiş bir çekişme, ortalığı yıkan bağırış
çağırış ve inanılmaz bir kavgalı ortam. En çok inanamadığım olay da
adamlar kongre boyunca havalarda sandalyeleri, çantaları uçuşturdular ve
hiç biri de ıskalamadı. Kör olduklarına bakmayın adamların boşları yok.
Her fırlattıkları sandalye, tam isabet. Artık buna altıncı his mi
dersiniz başka bir şey mi dersiniz bilemem ama aklınız varsa gözleri
görmüyor diye onlarla dalaşmayın. Dediğim gibi adamların hiç boşları yok.
Her atışları hedefi buluyor. Kongre boyunca hacıyatmaz gibi işim gücüm,
çömelip kalkmakla, başımı sürekli eğmekle geçti, kafama bir sandalye
yememek için.
Süleyman Ege’nin Bilim ve Sosyalizm Yayınları da Mediha Eldem’deydi. Ana
cadde üzerinden sokağı girdiğinizde, sol kolda sokağın ortalarını az
geçince eskice bir apartmanın birinci katı. 12 Eylül’den kısa bir süre
sonra onun yanına da gittim. Yılgın ve bezgin değil ama yorgun ve yıkıma
uğramış bir adam karşıladı beni. Zaten ince yapılı biriydi;
yaşadıklarıyla yüz hatları iyice çökmüş, ayakta durmaya, yaşama tutunmaya
inat eden bir görüntü vardı karşımda. 12 Eylül’ün öldüremediği ama çok
çektirdiği, sürekli hedefe oturttuğu aydınlarımızdan biriydi o da.
Oturdum, uzun uzun yaşadıklarını, yayınevine yaptıkları inanılmaz
baskıları, hiçbir mahkeme kararı olmaksızın nasıl tüm kitaplarına el
konduğunu anlattı üzüntüyle. Bilim ve Sosyalizm adına çıkan bütün
kitaplarını alıyorlar, sonra kitaplarda ‘suç’ bulamıyorlar ve gel al
diyorlar. Ama bu kez onca kitap çoğu yerlerini farelerin yediği bir halde
lağım sularının içinde yüzüyor. Bunları anlatırken gözleri yaşarıyor.
Konuşmamızın sonunda biraz da az da olsa katkım olsun diye, ‘ben buraya
kitap almaya geldim aslında. Kalan kitaplar neyse onları alayım’ diyorum.
Küçücük bir kitaplığın anca bir sırasını dolduran kitapları gösteriyor. ‘
Yok ki, elimde kala kala, iki tane kitap kaldı’, diyor. O iki kitabı
alıyorum. Parasını çıkarıyorum. ‘Bırak’ diyor ‘iki kitabın parası mı
olur?’. Parayı zorla masaya bırakıyorum. O gün Süleyman Ege gözümde bir
kez daha büyüyor.
Aydınlardan söz etmişken 12 Eylül’e damgasını vuran ‘Aydınlar
Dilekçesi’nden söz etmemek olmaz. Darbeciler olanca güçleriyle
saldırıyorlar, baskılar dayanılmaz boyutlarda. Herkes ‘bir şey yapmalı’
düşüncesinde ama o ‘şey’e bir türlü ulaşılamıyor. Bu sırada Aziz Nesin
giriyor devreye. Çevresine bir grup arkadaşını toplayarak aydınların
seslerini yükseltmesi gerektiğinden söz ediyor. Ve o dönemler biraz da
illegal olarak ilk dilekçe hazırlanmaya başlıyor. Aziz Nesin’in başını
çektiği bu hareket ilk aşamada dilekçeyi hazırlamak, gidilecek yolu
saptamak üzere 16 kişiden oluşan bir ‘Yazmanlar Kurulu’ oluşturuyor. Aziz
Nesin’in yanı sıra dilekçecilerin Ankara ayağının başını Uğur Mumcu
çekiyor. Hatta Ankara’daki toplantılar Mumcu’nun evinde yapılıyor. Aziz
Nesin ve Uğur Mumcu’nun yanı sıra yazmanlar kurulunda Hüsnü Göksel, İlhan
Selçuk, Halit Çelenk, Murat Belge, Emin Değer, Haluk Gerger, Yakup
Kepenek, Mehmet Tali Öngören, Bahri Savcı, İlhan Tekeli, Mete Tunçay,
Şerafettin Turan ve Erbil Tuşalp vardır.
Mumcu’nun Ankara’daki evinde yapılan toplantılarda hoş bir anı da
yaşanır. Dediğim gibi, toplantılar illegaldir, gizli yapılır. Bu da
özellikle Ankara dışından gelenler için sorun yaratır. Çünkü kolay kolay
Mumcu’nun evini bulamazlar, zorlanırlar. Özellikle ilk gelişlerinde çoğu
bu nedenle gecikir. Aziz Nesin ise son derece rahattır. O da İstanbul’dan
ilk olarak gelmektedir eve ama hiç zorlanmadan eliyle koymuş gibi bulur.
Diğerleri şaşırır: ‘Yahu bu kadar kolay nasıl buldun? ‘ derler. Aziz
Nesin, Nesin’lik yanıt verir: ‘Polislere sora sora buldum.’ Herkes
şaşırır, biraz da çıkışırlar: ‘N’aptın? Hiç böyle bir toplantı için
polise soru sorulur mu?’ ‘Ne yapayım’ der Nesin, ‘bu tür gizli
toplantıların yerini en iyi polis bilir.’
Ve dilekçe imza aşamasında yoğun ilgi görerek başarıya ulaşır. Gerçi
sonraları haklarında soruşturma açıldığında içlerinde ‘tapu senedi
sandım, kefil kağıdı sandım ondan imzaladım’ diye kıvıran 3-5 kişi
çıkacaktır ama kısa sürede 2000 imzaya ulaşırlar. Ve dilekçe 5 Mart
1984’te Prof. Fehmi Yavuz, Hüsnü Göksel, Bahri Savcı, Esin Afşar, Bilgesu
Erenus ve Aziz Nesin tarafından ‘Cumhurbaşkanlığı’ ve ‘TBMM’ makamlarına
verilir.
‘Aydınlar Dilekçesi’ toplumda büyük bir ilgi ve ‘umut’ uyandırır. O
‘şey’e ulaşılmış, aranan kan bulunmuştur. Herkes merakla sonucu, gelecek
yanıtı beklemeye başlar.
Beklenen yanıtı Kenan Evren, 28 Mayıs’ta Manisa konuşmasında verir:
‘’Birçok aydınlar gördük. Vatan hainliği yaptılar. Bazı şairler vardı,
yurtdışına kaçtılar. O aydın değil miydi? Bir millete hükmetmek için
aydın olmak gerekmez ki. Son padişah Vahdettin de aydındı ama memleketi
düşmanlara teslim etti.’’
Gerek Aydınlar Dilekçesi konusunda gerekse Uğur Mumcu’nun yaşamı üzerine
okurlar Sevgi Özel’in Bilgi Yayınevi tarafından basılan Uğur Mumcu’nun
yaşamını biyografik roman tarzında yazdığı ‘Uğur Olsun!’ kitabında daha
ayrıntılı olarak bulabilirler.
Bu bölümün girişinde İlhan Erdost ve diğer öldürülen aydınlarımızdan
girdik konuya. Bitimi de Sevgi Özel’in sözünü ettiğim kitabından
Mumcu’nun oğlu Özgür Mumcu’nun babası için yazdığı şiirle bitireyim.
Şiiri sadece babası için değil, sanki tüm öldürülen aydınlarımız için
yazmış gibidir, dizelerinde her birini tek tek görüyorsunuz:
"O öldü.
Onlar öldü.
Bileylendi yürekler saçım uzadı.
Altıncı hissim oldu yağmur.
Uzaklarda yangınlarda külü savruldu çığlıkların.
Gündüz koptu dalından.
Tutsak, ham bir yaşam oturdu boğazıma.
O öldü.
Onlar öldü.
Büyüdü kalabalık.
Korteje katıldı sokaktan gözü yaşlı kediler."